Allah insanı nasıl korur?

Zünnu-i Mısri'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir :Bir gün elbiselerimi yıkamak için Nil nehrinin kenarına gitmiştim. Nehrin kenarında dururken, bir de baktım ki, görülmemiş şekilde büyük bir akrep bana doğru geliyor.

Bu sudan İçmek Müslümana Haram

Vaktiyle Bursa’ da bir Müslüman, eski adı “Yahudilik Yolağzı,” bugünkü adı Arap Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş: - “Her kula helâl, Müslüman’a haram!”

Hiçbirinin haccı kabul edilmedi!

Ali bin Muvaffak hazretleri, Şam’da yaşamış olan evliyânın büyüklerindendir. Zünnûn-ı Mısrî ve Abdullah bin Mübarek ile görüştü. 878 (H.265) senesi vefât etti... Abdullah bin Mübarek bir hac mevsiminde Mekke’de hac vazifelerini ifa ettikten sonra, Harem’de uyuyakalır

Kuran Sırları

Bilindiği gibi DNA terimi, canlılardaki genetik malzemenin kısaltılmış ifadesidir. Genetik biliminin başlangıç tarihi ise, Mendel isimli bilim adamının 1865 yılında hazırlamış olduğu genetik yasalarına dayanır. Bilim tarihi için bir dönüm noktası oluşturan bu tarihe, Kuran’da 18:65 numaralı Kehf Suresi’nin 65. ayetinde işaret edilmektedir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Nefsin Mertebeleri

BİRİNCİ DAİRE: Nefs-i Emmare: Allah`ın emirlerine uymayan, yasaklarını çekinmeden yapan ve zevkine tabi olan nefistir. Nefs-i emmâre denilen bedbaht nefis zenginleştikçe şımarır. Bilgisi arttıkça kibri, gururu da artar. Hele bir de makam sahibi olursa artık onun yanına varmak, sokulmak ne mümkün!

YAHUDİLERİN MAYMUN OLMASI

Onlar, Davud Aleyhisselâm’ın zamanında "Eyle" denilen bir şehirde yaşıyorlardı. Eyle Medine ile Şam arasında bir yerde ve Kızıldenizin sahilinde bir yerdeydi. Allah onlara cumartesi günü balık avlamayı yasak etti. Cumartesi günü olduğu zaman, denizde balık kalmaz, hepsi sahile gelirdi.

ARAPÇA ÖĞRENİYORUM

Öncelikle Hafıza tekniği konusunda size olağan üstü bir ip ucu.Sureler kolaydan zora doğru sıralanır. Bir sayfa alınarak 3′e bölünür. Önce ilk 5 satır, daha sonra diğer satırlar 5′er 5′er ezberlenir ve sonrasında birleştirilerek tekrar yapılır.

Günahın Reçetesi

Büyük Mutasavvıf Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri bir gün tımarhanenin önünden geçiyordu. Tımarhane hizmetçisinin tokmakla birşeyler dövdüğünü görüp

Ahir Zaman Bu Zaman Mı?

Ahir zamanın kendini hissettirdiği şu günlerde, Rabbimizin ikazlarını neden duymamazlıktan geliyoruz acaba? Nereye gidiyorsunuz? Nerede Muhammed ümmeti?

Şeytan İşi

Günlerden birgün şeytanın yolu bir köye düşmüş.Keyfi yerinde olan şeytan sırtını bir ağaca dayamış ve buzağısı kazığa bağlı olan ineğini sağan genç bir kadını uzaktan izlemiş.

Artan pilav

Yahya baba, II. Bâyezîd Hân zamanında, Edirne Bâyezid Külliyesi'nin aşçılarından biridir.. Arkadaşları hoşaf, kebap sebze, bakliyat pişirir. Ama onun ihtisası pilavdır. Mübârek işe girişti mi, ibadet ettiğini sanırsınız.

Olgun İmana Kavuşma

MESCİD-İ Saadet'te Ashab-ı Kiram toplanmışlar, derin bir vecd ve huşu içinde Allah'ın Resûlünü dinlemekteydiler. Hazret-i Fahr-i Kâinat Efendimiz ise, Al-i İmrân sûresinden şu mealdeki Âyet-i Kerimeyi okuyordu:

Gönül Örtüsü Hayâ

Gönlün titremesidir hayâ. Gönül ki kurtulmuştur da ağırlıklarından, bir yaprak kadar incelmiştir. İşte o nazenin yapraktır müminin gönlü. Titrer bir günah, bir yanlış, bir aykırı hal gördüğünde.

KÂLU BELÂ

Ve kıyâmet günü, gerçekten biz bundan gâfildik (gâfilleriz) dersiniz diye (dememeniz için), senin Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından onların zürriyetlerini aldığı zaman onları, nefsleri üzerine şahit tuttu. (Allahû Tealâ şöyle buyurdu): “Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?” Dediler ki: “Evet, (Sen, bizim Rabbimizsin), biz şahit olduk.”

AY'IN RESÛLULLAH (S.A.V)'A SELAM VERMESİ

Ebû Kubeys dağının altında duruyorduk.Ay doğu tarafından göründü.Yükselerek yukarı çıktı. Nûru bütün âlemi doldurmaya başladı.Göğün ortasında kâmil bir dolunay haline geldi...

23 Ocak 2015 Cuma

Hala Namaz Kılmıyormusun Oku !



Bediüzzaman Hazretleri, çocukluğundan beri namaza büyük ehemmiyet verir, gece kılınan teheccüt namazını bile ihmal etmezdi Genç yaşlarında Mardin’e gelmişti Burada insanları tembel ve umursamaz görmüştü
Onları ilme ve çalışmaya teşvik ediyor ve büyük ilgi görüyordu
Vali, bu durumdan rahatsız olmuştu Arkasında siyasî bir amaç olduğunu düşünmüş ve onu şehirden çıkarmak istemişti
İki jandarma çağırdı
– Onu Bitlis’e götüreceksiniz, dedi
Bediüzzaman’ın ellerini kelepçelediler ve yola çıktılar
Yolda namaz vakti girmişti Jandarmalara:
– Şu kelepçeleri açın, namaz kılmak istiyorum, dedi
Jandarmalar, kaçabileceğinden korkarak kelepçeleri açmayı kabul etmediler
Bunun üzerine Bediüzzaman, jandarmaların şaşkınlık dolu bakışları arasında, demir kelepçeleri çözerek yere bıraktı Yakınlarındaki pınardan abdest aldı ve namazını kıldı
Jandarmalar sadece seyrediyorlardı
Bediüzzaman, namaz kıldıktan sonra:
– Tamam, dedi Benim işim bitti, şimdi kelepçeleri takabilirsiniz
Jandarmalar, Bediüzzaman’ın ellerine kapandılar:
– Biz şimdiye kadar sizin muhafızınız idik, bundan sonra hizmetkârınızız, diyerek Bitlis’e kadar ona saygıyla eşlik ettiler
Bu olay bir anda bütün bölgede duyuldu Yıllar sonra:
– Kelepçeleri nasıl çözdün, diye kendisine sorulduğunda şöyle cevap ve¬rmişti:
– Ben de bilmiyorum Olsa olsa namazın kerametidir.
-----------------------------------------------------

Bir asker,namaz kılan (en zor şartlarda bile terk etmeyen) diğer askere sordu:

"-Arkadaş kaçıncı asırda yaşıyoruz ? Niçin kendini zahmete sokup her gün 5 defa namaz kılıyorsun

Namaz kılan asker, tam o sırada uzaktan görünen teğmeni gösterdi:
-şu insan; niçin yanından geçerken toplanıyor, selam veriyor ve bütün emirlerine itaat ediyorsun? "yat" dese yatıyor, "kalk" dese kalkıyorsun? O da senin gibi iki ayağı, iki eli ve bir başı olan bir insan değil mi?"

Diğer asker cevap verdi:
"-Evet! O da benim gibi bir insan ama rütbesi var,omuzun da yıldızı var"
Namaz kilan askerin cevabı müthişti:

"-Ey arkadaş!Sen omuzunda bir tane yıldızı var diye senin gibi bir insana itaat ediyorsun da ben, yerdeki kumlar adedince yıldızları olan ve hepsini tespih tanesi gibi kudret eliyle çeviren bir zata niçin itaat etmeyeyim? Niçin namaz kilip emrini yerine getirmeyeyim?"
----------------------------------------------------

Afyon Hapishanesinde mahkûmların ihtiyaçlarını dışarıdan temin eden,
cinayetten tutuklu biri vardı Bediüzzaman'a da ihtiyaçlarını sorar ve
isteklerini temin ederdi

Bediüzzaman da ona dostluk gösterir, her görüştüğünde iman hakikatlerini
telkin ederdi

İman konusunda adamcağızı epeyce yumuşattıktan sonra, bir gün ona namaz
kılmasını tavsiye etti Adam, kendisinin de kılmak istediğini, ancak namazın
çok ve uzun olduğunu, bu sebeple de gözüne kestiremediğini söyledi
Bunun üzerine Bediüzzaman ona dedi ki:

"Sen namazların farzını kıl, ben sünnetleri senin yerine kılarım"
Hiç beklemediği bu karşılık üzerine adamcağız, namazların farzını kılmaya
söz verdi

Sözünde de durdu
Hapishanenin mescidine gelir, sünnetler kılınırken oturup bekler, ama
farzları kılardı

Bir zaman sonra Üstada geldi ve dedi ki:

"Hocam, artık benim sünnetleri kılma"
"Neden?"
"Madem farzlara başladım, artık sünnetleri de ben kılayım, sizi
yormayayım"
Dünün katili, artık bugünün ahlâklı ve ibadetli bir mü'miniydi
----------------------------------------------
Caminin önünden geçerken ezanın okunduğunu duyan şoför, geriye dönüp patronundan izin ister:
- Beyefendi izin verseniz de ezan okunmuşken şuracıkta namazımı kılıversem de devam etsek? der
Patron, pek de memnun olmazsa da izin verir Şoför camiye girer, patron da arabanın içinde bekler Ancak cemaat namazını kılıp çıktığı halde şoför çıkmayınca canı sıkılan patron, arabadan inip caminin avlusuna dalar, pencere c----- abanarak ta içeriye bakar ki, şoför ellerini açmış duâya devam ediyor Camı tıklatarak seslenir:
- Herkes çıktı sen ne duruyorsun, sen de çıksana!
Cevap ibretli:
- Bırakmıyor!
- Kim bırakmıyor?
- Seni içeriye bırakmayan!
Bir düşüncedir alır patronu
- Seni içeriye bırakmayan!
Hemen orada abdestini alır camiye girer ve yanına vardığı şoföre seslenir:
- İşte, der beni de bıraktı içeriye!
Yaşlı gözlerle bakan şoför söylenir:
- Elbette bırakır, der Deminden beri boşuna mı gözyaşlarıyla dua ediyorum sanıyorsun Senin dışarıda kalmana gönlüm bir türlü razı olmadı, ellerimi açıp içeriye alınman için duâ ettim Şükürler olsun ki, Rabbim (cc) kabul etti duâmı da içeriye aldı, dışarıda bırakmadı
- İşte burada birazcık duruyor ve diyorum ki:
- Şükürler olsun Rabbimize ki, bizleri de dışarıda bırakmamış içeriye kabul edilmişiz Bunun farkına varmalı, bu nimetin şükrü edâ edilmeli, himmet ve hizmette asla ihmal ve gerileme olmamalıdır Yoksa nimet şükür görmezse gider Bu defa da şükredenler
alınır içeriye, etmeyenler kalır dışarı da

---------------------------------------------------

Rasul-i Ekrem s.a.v.'in de hazır bulunduğu 'Zâtü'r-Rika' gazvesindeki bir çarpışmada, müslümanlardan biri müşrik bir adamın muharebe yerinde bulunan karısını öldürmüştü. Kadının kocası da misilleme olarak mutlaka bir müslüman öldürmeye yemin etmişti. Rasulullah s.a.v. ve arkadaşlarının peşinden onları izlemeye başladı. Allah Rasulü akşam üstü bir yerde konaklama hazırlığı yaptı ve yanındakilere sordu:
- Bu gece istirahatimizde bize kim bekçilik yapacak?
Muhacir ve Ensar'dan iki adam cevap verdiler:
- Ya Rasulallah, biz sizler için nöbet tutarız.
- Öyleyse şu vadinin giriş kısmında bekleyin.
Bu iki gönüllü, Ammar b. Yâsir ile Abbâd b. Bişr idiler. Gece nöbetine duracakları sırada Ensar'dan olan Abbâd, Muhâcirler'den olan Ammar'a:
- Gecenin hangi bölümünde nöbette olmamı istersin? diye sordu. O da:
- Gecenini ilk bölümünde benim yerime sen bakıver, dedi.
Bu karardan sonra Muhacir, kendi nöbeti gelinceye kadar arkadaşının yanına uzanıverdi. Nöbetteki Ensar da, vaktin değerlendirmek için gece namazına durdu.
Meğer karısı öldürülen müşrik herif de, o sırada yakınlardaydı. Namazda duran adamı farketti ve onun nöbette olduğunu anladı. Bir ok atıp sapladı ve atmaya devam etti. Nöbetçi sahabi üçüncü okla ağır yaralanmıştı. Derhal rükû ve secdeleri yapıp namazının tamamladı ve arkadaşını uyardı:
- Kalk artık kalk! Ben yaralandım arkadaş, hareketten kesildim!..
Arkadaşı yerinden fırlayınca, okçu müşrik de korkup uzaklaştı. Yaralı arkadaşının durumunu gören Muhacir hayretle sordu:
- Fesubhanallah! Sana ilk ok atılanca beni uyandırsaydın ya!
- Okumakta olduğum bir surenin ortalarında idim. Onu kesmek istemedim. Eğer Rasulullah'ın bize verdiği nöbetçiliğe zarar gelmeyecek olsaydı, canım çıkasıya okuduğum sureyi kesmezdim.


Devam edecek...

9 Ocak 2015 Cuma

Dünyada Yaşam Ne zaman Başladı ?



“Hz. Adem , yeryüzünde ilk insan ve ilk peygamber, bütün insanların babasıdır. Çesitli memleketlerden getirilen toprakları melekler su ile çamur yapıp, insan şekline koydular. Mekke ile Taif arasında 40 yıl yatıp salsal oldu. Yani pişmiş gibi kurudu. Önce Muhammed aleyhisselamin nuru alnına kondu. Sonra Muharrem’in onuncu Cuma günü ruh verildi. Her şeyin ismi ve faydası kendisine bildirildi.”


Hz. Adem(as) ve dünya yüzünün insan için yaratılışı

Hz. Adem ve Havva yasak meyveyi yedikten sonra yeryüzüne gönderildi. Bir ölçüde şeytan ve avanesi ile birlikte dünya yüzeyine indirildi. O andan itibaren şeytan ve Adem nesli arasında büyük bir mücadele başlamış oldu.

Peki bu esnada dünya yüzü nasıldı? Dünyadaki bitki örtüsü, hayvan nesli, su, bakteriler ve diğer mahlukat ne halde idi? Adem neslinin yaşaması için bütün şartlar hazır mı idi? Adem neslinin devamı için tüm nimetler dünyaya gönderilmiş miydi? Adem nesli bu nimetlerden istifade etmeyi nasıl ve ne şekilde öğrendi?

İşte bu noktada Hz. Adem ile Hava'nın yeryüzüne indirildiği andaki hayat tarzından başlayarak mezkur suallere, nakli, akli ve fenni delillere istinat ederek, cevap aramaya başlıyoruz. 

Risale-i Nurda konu ile ilgili bir izah önemli bir ipucu mahiyetinde:

“(Halifetün)Bu tabir, arzın, insanların hayatına elverişli şeraiti haiz olmazdan evvel arzda idrakli bir mahlukun bulunmuş olduğuna ve o mahlukun hayatına, o zamandaki arzın evvelki vaziyetleri muvafık ve müsait bulunduğuna işarettir. 'Halifetün' tabirinin bu manaya delaleti, mukteza-yı hikmettir. Amma meşhur olan manaya nazaran, o idrakli mahluk, cinlerden bir nevi imiş; yaptıkları fesattan dolayı insanlarla mübadele edilmişlerdir. (İşaratu'l- İ'caz, s.250)”
İşaratü'l-İ'caz'da geçen ve Hz.Adem'in(as) arza halife olmasını bildiren ayeti tefsir eden bu izaha göre, arz ve dünya yüzü hakkında birkaç durum ortaya çıkıyor:

1-Adem neslinden evvel arz yüzeyinde başka bir nesil yaşamaktaydı.

2-Dünya ve arz yüzü bu mahlukun yaşamasına elverişli idi.

3-Önceki nesil cinlerden bir nesildi.

4-Cinlerin mahiyeti dumansız ateş olduğuna göre, dünya yüzü de bu mahlukun yaşamasına elverişli olması nedeniyle sıcak bir halde idi.

5-Hz. Adem'in halife kılınmasından sonra dünya ve arz yüzeyi Adem neslinin yaşamasına müsait ve uygun bir hale getirildi.

6-Hz. Adem dünya yüzeyinin insan yaşamı için asgari şartların yerine getirilmesi neticesinde dünyaya gönderildi.

7-Dünyadaki insan hayatı ve bu günkü ekolojik çevre Hz. Adem ile başladı.

8-insan neslinin dünya yüzündeki hayat süresi 7000-10000 yıl arası olarak tahmin edildiğine göre dünyadaki ekolojik çevre ve diğer mahlukatın hayatları da bu süreden belki bir miktar fazla idi.

Bediüzzaman Hazretleri bu sürenin tahmini olarak iki yüz bin yıl olabileceğini ifade ediyor.(Barla Lahikası, 250. mektup) Zamanın akış hızını bilemediğimiz için bu süre de o günkü zaman akış hızına bağlı olabilir. İzafiyet teorisine göre farklı hızlarda zaman farklı akar. Ama bu süre binli yılları öteye geçmez.

Demek ki bazı yanlış fikirli ilim akımlarının insan nesli için 50-60 milyon yıl gibi bir ömür tayin etmeleri ilmi bir hakikat değil, aksine, içinde akıl almaz yanlışları barındıran yanlış bir fikir ve düşüncedir. Şayet insan nesli 50 milyon yıl öncesinde dünya yüzünde yaşamaya başlamış olsa idi, bu gün nüfus sayısı korkunç bir rakama ulaşırdı.

Nüfus bilimi tarafından miladi yıl başlangıcında dünya nüfusu 300 milyon olarak kabul ediliyor. Bu gün yaklaşık 7 milyarın üstünde bir insan sayısı var. 2000 yıl gibi bir zamanda dünya nüfusu yaklaşık 20 kattan fazla artmış. Bu günkü artış hızına göre dünyanın ömrü var ise bundan sonraki yıllarda insan nüfusunun nerelere ulaşacağı malumdur. İşte dünya iki bin yılı içinde böyle büyük bir nüfusa sahip ise, eğer insan nesli milyon ve üstü bir nesil yaşına sahip olsa idi, bu gün dünya yüzü tamamen insanla dolmuş olacaktı, belki de trilyonları geçecekti. O nedenle insan neslinin yaşı 7 ile 10 bin yıllarını öteye geçmez. Bu noktada hem akli, hem nakli, hem de fenni deliller ittifak eder.

İnsan nesli yaklaşık on bin sene gibi bir ömre sahip olduğuna göre diğer canlıların hayat süreleri de bu senelere yakın bir süre, belki bir miktar fazla, olması gerekiyor. Bu günkü ilmi verilere baktığımız zaman dünya yüzündeki hayatın tümüyle birlikte kısa bir süre içinde yaratılmış olabileceği hükmüne ulaşmak pekala mümkün. Bazı yanlış fikirli ilim ehlinin dediği gibi hayatın başlangıcı milyar veya milyon seneler değil. Dünya yüzündeki bu hayatın, bu çevrenin çok daha kısa süre içinde yaratıldığını anlıyoruz. Bu konuda mühim bir dünyevi delil de var.

1963 yılında İzlanda ülkesi yakınlarında birden volkanik bir ada meydana çıktı. İlim adamları bu adaya çok büyük ilgi gösterdiler. Güya kendi yanlış fikirlerini doğru çıkarmak için ilk hücreli bir mahluktan gelişmiş bir hayat sürecini bu adada gözlemleme imkanı bulacaklardı. Sadece volkanik küllerden ibaret olan bu ada, onlar için hayatın başlangıcına ait mühim deliller ihtiva etmekteydi. Bilim adamları çok uzun bir süre içinde tek hücreli bir canlılın oluşmasını beklerken birden beklenmedik bir şey oldu. Ada iki yıl içinde bir çok canlı ile doldu taştı. Bitkiler, yosunlar, bakteriler, kuşlar, foklar adayı iki yıldan az bir süre içinde istila edip adada mükemmel bir hayatı düzeninin oluşmasına yol açtılar. Tabi ki yanlış fikirlerini bir türlü ispatlayamayan ilim adamları “Volkanlardan DNA yağdı“ gibi garip bir fikir öne sürerek adayı terk etmek zorunda kaldılar.

(Bkz:http://tr.wikipedia.org/wiki/Surtsey)

İlim adamları güya senelerce bir hayat teşekkülü beklerken iki yıldan az bir süre içinde tüm ekolojik sistem ve uygun çevre şartları meydana gelmiş, hayat tüm canlılığı ile kendini göstermişti. Bu durum bize dünyanın Adem neslinin yaşaması için hazırlanmasında mühim bir ekolojik ve çevresel delil sunmaktadır. Demek ki, Kudret ve Rahmet tarafından, dünya yüzü çok kısa bir süre içinde, tüm ekolojik ve çevre dengeleri kurularak insan yaşamı için hazırlandı.


Ekoloji ve çevre bilimi açısından dünyanın yaratılış süreci:


Ekoloji ve çevre bilimi insan, hayvan, bitki ve diğer canlıların çevre ile ilişkisini inceleyen bir bilim dalıdır. Bu bilim dalına göre hayatın bu şekilde devam edebilmesi için dünya ve içindekilerle birlikte, dünyamızın güneş ve diğer semavi sistemlerle müthiş bir denge içerisinde olması gerekir. Ekoloji bilimine göre küçük bir bakteri ile dünya yaşam ve hayatı arasında kopmaz bir bağ vardır. Bu bilim dalı hayat için dört ana unsuru olmazsa olmazlar arasında sayar.

1-Kimyasal maddeler

2-Üreticiler(bitkiler)

3-Tüketiciler(insan ve hayvanlar)

4-Ayrıştırıcılar(bakteri ve mantarlar)

İşte bu dört unsur hayatın devamı için hep bir arada ve dengede olmalıdır. Tabi ki aynı anda olmak zorundadırlar da. Bu birliktelik elbette ki güneşten gelen ısı miktarına bağlıdır. Hayat bir ölçüde fotosentez olayı ile dengelenir. 

Fotosentez bir mucize olaydır. Dünyadaki tüm enerji kaynağı adeta fotosentez yolu ile yaratılır. Allah öyle bir hikmetle bitkileri çalıştırır ki, tüm canılar besinlerini bu işlem sonucu elde ederler. Bu da güneşten gelen enerjinin dünya yüzünde santimetre kareye 60-200 kalori civarında olması gerekir. 


Bu da bu günkü atmosfer yapımızın bu kadar harika bir düzen içinde yaratılmasını, canlı ve cansız mahlukların bu kadar harika bir denge içinde olmasına ve her mahlukun birbiri ile bu kadar sıkı bir bağ içinde olmasına bağlıdır. Bu da tüm bu çevrenin bir anda defi ve ani olarak yaratılması neticesinde olur. Demek ki Hikmet-i İlahi tüm çevre şartlarını çok kısa bir zaman dilimi içinde yaratmış, Hz. Adem yeryüzüne geldiği zaman ekolojik çevre ve döngü tamamlanmıştır. Yoksa hayat olmazdı.

Yine ekoloji verilere göre çeşitli döngü sistemleri de yine dünyadaki hayatın tüm çevre birimleri ve hayat sahipleri ile birlikte yaratıldığını gösteriyor. Zira bu döngü içinde her bir mahluk kendi vazifesini yapmakta, bazı mahlukatın ürettiği diğer bazıları için rızk ve gıda olmakta ve hayat bu denge içinde devam etmektedir. Bu gün dünyada sadece azot ve karbon dengesi bozulsa hayat anında biter.

İşte temel ekolojik döngüler:

1-Fotosentez ile oksijen ve karbondioksit döngüsü.

2-Azot döngüsü.

3-Karbon döngüsü.

4-Fosfor döngüsü.

5-Enerji çevrimleri.

6-Su ve rüzgar hareketleri.

İşte tüm bu ekolojik çevre içinde hayatın devam etmesi için hayatın her türlü çeşitliliği ile bir anda ve beraber bulunması gerekir.

Evet, dünyadaki hayatın Adem nesli için hazırlanmasında Cenab-ı Hak, ibda tarzında yaratılış sürecini tecelli ettirmiştir. 23. Lem'ada bu hususa şöyle dikkat çekilir:

“Evet, Kadîr-i Zülcelâlin iki tarzda icadı var:
Biri ihtirâ’ ve ibdâ’ iledir. Yani hiçten, yoktan vücut veriyor ve ona lâzım herşeyi de hiçten icad edip eline veriyor.

Diğeri inşa ile, san’at iledir. Yani, kemâl-i hikmetini ve çok esmâsının cilvelerini göstermek gibi çok dakik hikmetler için, kâinatın anâsırından bir kısım mevcudatı inşa ediyor; her emrine tâbi olan zerratları ve maddeleri, rezzâkiyet kanunuyla onlara gönderir ve onlarda çalıştırır. (Lem'alar, s. 196) “

Demek ki, bu günkü ekoloji ve çevre bilimine göre hayatın devamı için tüm şartların bu günkü gibi bir arada ve aynı anda olması gerekir. Bu nedenle Hikmet-i İlahi de ilk yaratılış sürecini “ibda ve ihtira tarzında gerçekleştirmiştir” denilebilir. Sonra da güzel isimlerini tecelli ettirmek için, mükemmel bir denge ve intizam içinde mahlukatını inşa ve sanat ile ihya edip, yaratmaya devam etmektedir.


Kur'an'da Hz. Adem(as) kıssalarının detaylı bir şekilde anlatıldığı Bakara ve A'raf surelerinin hemen bir önceki ayetlerinde dünyanın insan için hazırlandığına dikkat çekilmesi, dünyanın cinlerin çevre şartlarından sonra insanlar için tekrar döşenip insan hayatı için hazırlandığını bizlere bildiriyor.

Bakara:29-30 ayetler meali:

“O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı . Sonra göğe yöneldi, onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi bilir. Bir zamanlar Rabb'in meleklere: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti. (Melekler): "A!.. Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz" dediler. (Rabb'in): "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim." dedi.”

A'raf:10-11

“Doğrusu Biz sizi yeryüzünde, yerleştirdik, orada size geçimlikler verdik; ne kadar da az şükrediyorsunuz! Sizi yarattık, sonra size biçim verdik, sonra da meleklere: "Âdem'e secde edin" dedik; hepsi secde ettiler, yalnız İblis, secde edenlerden olmadı.”

Bediüzzaman Hazretleri de Bakara Suresi 30. ayet ve devamı ayetlerin tefsirinde insan ve dünya hayatı arasındaki kopmaz bağ ve ilişkiye şöyle dikkat çekiyor:
“Evet, sanki onlar diyorlar ki: "İnsana bu kadar kıymet ve ehemmiyet verilmesi nereden ve neye binaendir? Ve Allah’ın yanında mevkii nedir ki onun için kıyameti koparıyor?"
Onlara cevaben Kur’an-ı Kerim, bu ayetin işaretiyle diyor ki: "İnsanın pek yüksek bir kıymeti olmasaydı, semavat ve arz onun istifadesine muti ve musahhar olmazdı. Ve keza, insan ehemmiyetsiz olsaydı, mahlukat onun için halk edilmezdi. Eğer insan ehemmiyetsiz ve kıymetsiz olsaydı, o vakit insan, mahlukat için halk olunacaktı. Ve keza, insanın Halıkı yanında mevkii pek büyük olduğu içindir ki, alem-i dünyayı kendisi için değil, beşer için, beşeri de ibadeti için halk etmiştir." (İşaratu'l- İ'caz&, s.235)


Sual: Bazı haber ve rivayetlerde Hz. Adem'in cismi şeklinin büyük olduğu ifade edilmekte. Bu ise bu günkü hayat şartlarında nasıl izah edilebilir?

Cevap:Bu konuda Buhari'de geçen bir hadis-i şerife göre Hz. Adem'in boyunun 60 zira(40 m gibi) olduğu rivayet edilmektedir. Ancak bu yaratılışın cennette olduğu, dünyaya indirildiği zaman boyunun kısaldığı yine alimler tarafından beyan edilmiştir. Ancak her şeye rağmen ilk insanların bu günkü vücut yapımızdan bir miktar büyük olduğu ve Hz. Musa(as) zamanına kadar boyları üç metreye yaklaşan insanlar bulunduğu bazı kaynaklarda yer almaktadır.(Günümüzde, üç metreye yakın insan iskeletleri bulunduğunu bazı kaynaklar naklediyor.) Buna göre demek ki Hz. Ademin(as) vücut yapısı açısından, tam olarak mahiyetini bilemesek de, bir miktar günümüz insanından büyük olduğu anlaşılıyor.

Bunun sebebi şu olabilir:

Hz. Adem dünya yüzüne indiğinde dünya yüzeyi tam olarak soğumamış, belki biraz sıcak olabilir. Veya insan yaşamı için gerekli olan dünya yüzey katmanı, günümüzdeki kadar kalın bir kabuk tutmamış olabilir. Her iki durumda da dünyanın dönüş hızının bu günkü dönüş hızından küçük olması gerekir. Zira sıcak bir maddenin yoğunuluğu soğuk bir maddeye göre azdır. Bu da dünya dönme hızının bu günküne göre daha az, yer çekim ivmesinin de yine bu günkü çekim ivmesine göre daha düşük olmasını gerektirir. Bu günkü bilime göre dünyanın hızı önceki yıllara göre artmıştır ve hala da artmaya devam etmektedir. Şayet dünya dönme hızı az, yer çekim ivmesi de düşük seviyelerde ise, insan cisminin dünya yüzünde rahat bir şekilde hareket edebilmesi için daha ağır ve büyük bir yapıya sahip olması gerekir.

Bu konuda İbn-i Esir İslam Tarihi adlı eserinin Hz. Adem'in(as) hayatının anlatıldığı 1. Cildinde, İbn Abbas'tan rivayetle şöyle demektedir:

“Yüce Allah Hz. Adem'i Hindistan'ın Serendip adasında Nud adı verilen bir dağın tepesine, Eşi Havva'yı da Cidde adı verilen bir kasabanın çevresine indirmiştir. Hz. Adem Havva'yı arayıp bulmak için adımını attığı ve bastığı her yer bir köy ve kasaba haline gelmiştir. Adımlarının arası o kadar genişti ki, her iki ayağının arası da bir ovaya dönüşüyordu”

Bu bilgilere göre dünyanın dönme hızının az, yüzey kabuğunun ince ve sıcak, yer çekim etkisinin oldukça az olduğunu anlıyoruz. Zira yer çekim etkisinin zayıf olduğu bir ortamdaki bir yürüyüş şekli sanki uzun adımlar atıyormuş gibi olur. Bazı kaynaklarda Hz. Adem'in Hindistan ve Cidde arasında çok kez yürüyerek gidip geldiği ifade ediliyor. Yer çekim etkisinin az olduğu bir ortamda yürüyüş o derece kolay olacaktır. Hatta böyle bir ortamda enerji ve oksijen ihtiyacı da az olacaktır.

Bu tür bir yaşantı tarzı bize zaman hakkında da bazı ip uçları veriyor:

Şayet dünyanın dönme hızı az ise zaman da bu günküne göre daha yavaş işleyecektir. Bu gün dünya kendi etrafında yaklaşık saatte 1660 km bir hızla dönmektedir. Bu da 24 saat etmektedir. Şayet dünya bunun yarısı bir hızla dönmüş olsa idi, kendisine göre yine 24 saatte, bu günkü hıza göre 48 saatte dönmüş olacaktı. Demek ki Hz. Adem kendi yılı ve zamanına göre on bin yıl gibi bir yıl yaşamış iken, bizim yılımıza göre bin yıl yaşamış olabilir. Veya kendi yılına göre bin yıl yaşamış iken, bizim bu günkü yılımıza göre yüz yıl yaşamış olabilir. Bu konuda ellimizde kesin veriler olmadığı için net ve açık bir hüküm vermek elbete ki zordur. Ancak dünya dönüş hızına göre bir miktar zaman ve cisim farklılıklarının olduğu söylenebilir. Zaten dini kaynaklarda Hz. Adem(as) ile Hz. Nuh(as) arasındaki hayat ve yaşam hakkında çok fazla bilgi yoktur.

Bu günkü insan şekli ve cisim yapısının Hz. Nuh(as) tufanından sonra başladığı, Hz. Nuh'a(as) ikinci Adem dendiği, Hz. Nuh'un(as) tüm mahlukatın tohumlarından ve cinslerinden birer numune alarak yeni bir dünya hayatının başlangıcına vesile olduğu, Nuh Tufanının da bir çok hikmetleri ile birlikte dünya yüzeyinin tam olarak soğutulması işlemi olduğu ve yine tam olarak bu günkü hayat tarzına zemin hazırlandığı da ayrı bir araştırma ve inceleme konusundur.

Hz. Adem'e verilen dünya nimetleri

Dünya şartlarındaki hayatın devamı için temel denge şartları kurulduktan sonra Hz. Adem arz yüzeyine indirilmişti. Bazı haberlerden ise Hz. Adem(as) ve Havva'nın dünya yüzüne indikten sonra geçimleri için bazı rızk kapılarının beraberce açıldığı görülüyor.

Bu konuda İbn-i Esir İslam Tarihi adlı eserinde bazı ilginç tanımlar yapıyor:

“Hz. Adem Allah katından Hindistan'a indiriliği vakit başında cennet ağaçlarından yapraklarından bir taç bulunuyordu. Dünyaya ayak basınca başında taç olarak taşıdığı cennet yaprakları kuruyarak yere dökülmüş, bu döküntüden güzel kokulu bitkiler Hindistan'da üremiştir.

Yine Hz. Adem ve Havva cennetten gelirken bazı ağaçların dal ve yapraklarından almışlar ve bu günkü meyve ve güzel kokulu bitkiler oradan üremiştir.”

Mezkur eserde ilk buğday tohumunun da, insanlara faydalı olacak koyun, keçi, sığır gibi ehil hayvanların da cennetten indirildiği ifade edilmiştir. Benzer bilgiler sahih rivayetlerde de yer almaktadır.

Bu bilgilerden şöyle bir sonuç çıkarabiliriz:

Dünyadaki insan yaşamı için temel nimetler cennetten iktibas edilmiştir. Hz. Adem cennette gördüğü nimetleri izn-i ilahi ile, adeta dünyaya kopyalamıştır. Fıtri ihtiyacı için ne istemişse Cenab-ı Hak vermiştir. Hz. Adem ve eşi ilk olarak cennette yerleştiğinde Cenab-ı Hakkın, “ buradan yiyin için diye” beyan buyurduğu meyve ve ağaçları bir şekilde Allah'ın yaratmasını isteyerek dünyaya kopyalamıştır.

İşte Hz. Adem narı, inciri, elmayı istemiş;Allah yaratmıştır. Mısırı, buğdayı, pirinci istemiş; Cenab-ı Hak halk etmiştir. Koyunu, keçiyi, deveyi, sığırı arzu etmiş;Allah bu hayvanları yaratıp yularını insanlığın eline vermiştir. Yani insan fıtri olarak ne istemişse Allah vermiştir.

Bediüzzaman Hazretleri bu hususa Haşir Risalesinde şöyle dikkat çeker:
“Hem, adâlet ve mîzan ile iş görüldüğüne bürhan mı istersin? her şeye hassas mîzanlarla, mahsus ölçülerle vücud vermek, sûret giydirmek, yerli yerine koymak, nihayetsiz bir adâlet ve mîzan ile iş görüldüğünü gösterir.
Hem, her hak sahibine istidadı nisbetinde hakkını vermek, yani vücudunun bütün levâzımâtını, bekàsının bütün cihazâtını en münâsip bir tarzda vermek, nihayetsiz bir adâlet elini gösterir.
Hem, istidad lisâniyle, ihtiyac-ı fıtrî lisâniyle, ıztırâr lisâniyle suâl edilen ve istenilen her şeye dâimî cevap vermek, nihayet derecede bir adl ve hikmeti gösteriyor. (Sözler,s. 67) “

Demek ki dünyadaki tüm güzellikler cennetten iktibas edilmiştir. Dünyanın tüm güzellikleri yine cennette dönmekte, orada ebediyet kazanmaktadır. Bu nedenle dünya ahiretin mezraası, Esma-i İlahiyenin çok güzel ve ebedi meyve veren bir aynasıdır denmiştir.

Her şeyi tüm keyfiyeti ile bilen ancak Allah'tır.


Kaynak:
Halil Akgünler   
http://www.saidnursi.de/yazarlar/halil-akgunler/8698-hz-adem-as-ve-dunya-yuzunun-insan-icin-yaratilisi.html

2 Ocak 2015 Cuma

Hz. Muhammed(s.a.v) Çanakkale'de

Allah bizimledir

Resûlullah (s.a.v)  Çanakkale'deki asker evlâtlarinin yardimina gitmisti.

Tarihler 1928 yilini göstermektedir. Osmanlinin son devir âlimlerinden ilmi ile amil Alasonyali Cemal Ögüt Hocaefendi hacca gider. Cumhuriyet yeni kurulmus hizli bir degisim yasaniyor Çanakkale savasinin üzerinden de on yili askin bir zaman geçmistir. 

Cemal Ögüt Hocaefendi Mekke'deki vazifesinin tamamladiktan sonra Medine'ye gider. Medine'de her zamankinden fazla kalir. Bu esnada Osmanli cografyasinin degisik bölgelerinden gelen hacilarla istisarelerde bulunur. Osmanli devleti yikilmistir Osmanli'dan geri kalan topraklarin büyük çogunlugu ya isgal altindadir ya da sömürge durumuna düsmüstür. 

Cemal Ögüt Hocaefendi vaktinin çogunlugunu Mescid–i Nebevî'de geçirir. Bu arada Efendimizin türbesindeki görevlilerle yakinlik hâsil olur. Hiçbir dünyalik beklemeden sadece Resûlullah'a sevgi ve muhabbetinden dolayi türbeye hizmet eden bu güzel insan da Cemal Ögüt Hocaefendiye yakinlik duyar ve güzel bir dostluk kurulmus olur. 

Cemal Ögüt Hocaefendi türbedarla yaptigi sohbetlerde bir sey dikkatini çeker. Türbedar Osmanli devletine son derece baglidir hatta o kadar ki Osmanli adi geçtigi yerde muhakkak bir hürmet ifadesi belirtisi gösteriyordu. Bu nuranî ihtiyarin Osmanli'ya bu derece bagli ve hürmetli olmasi Cemal Ögüt Hocaefendinin merakimi celbeder bir gün sorar:

"Sizde Osmanli'ya karsi derin bir sevgi ve muhabbet görüyorum bunun özel bir sebebi var mi?" Nurani ihtiyar derin bir düsünceye daldi kisa süre sonra basini kaldirdi ve söyle dedi:

"Allah ve Resûl'ünün muhabbeti Osmanli'yi sevmemi gerektirir." Cemal Ögüt Hocaefendi bu açiklamadan pek bir sey anlamaz. Anlamadigi da zaten yüz hatlarindan anlasilmistir. Türbedar pek fazla bilgi vermek niyetinde degildir ancak Cemal Ögüt Hocaefendi bir seylerin oldugunu anlar ve israr eder. Nur yüzlü ihtiyar anlatmaya devam eder:

"Osmanli'yi sevmem için su anlatacagim hâdise yeter de artar bile."

1915 senesinde Medine'de basindan geçen bir hâdiseyi söyle anlatir.

1915 yilinin hac mevsimi idi. Her hac mevsiminde oldugu gibi dört bir yandan mü'minler geliyordu bu gelenlerin içinde Hindistan ulemâsindan âlim zahit kesfi açik gerçek bir Allah dostu da bulunuyordu. Bu Allah dostu ile sizinle oldugu gibi yakinlik olustu sohbetine katildik. O kadar güzel sohbetleri oluyordu ki kendi agliyordu dinleyenleri de aglatiyordu. O zamanlar Osmanli'nin çok sikintida oldugu zamanlardi ehl–i küffar Islâm'a karsi saldiriya geçmis Payitahtta Çanakkale Bogazi'nda büyük savas oluyordu. 

Hindistanli âlimde bir sey dikkatimi çekmisti sohbetlerinde agliyor namazlarinda agliyor yolda yürürken bile gözünden yas eksik olmuyordu. Aglamadigi zamanlar bile devamli hüzünlü idi. Merakim artikça arti ve bir gün kendisine bunun sebebini sordum:

"Efendi! Bu mübarek yerdesin gözün gönlün açilacagi yerde devamli agliyorsun aglamadigin zamanlarda yüzünde hüzün var bunun sebebi hikmeti nedir?" Beni yayina oturttu gözlerindeki yas damlalari daha da hizlanarak akmaya basladi. Sonra yaslarini sildikten sonra bana dedi ki:

"Ben uzun yillarin hasreti ile çok uzaklardan buralara geldim. Ben Kâinatin Efendisi'nin kokusunu ruhaniyetini Hindistan'dan alirdim. Simdi buralara geldim Efendimin kabr–i serifi basindayim ama Hindistan'da aldigim feyiz ve nuranîligi burada bulamadim. Bu ne hâldir diye düsünüyorum acaba bir günah mi isledim bir suçum mu var? Efendim benim üzerimden himmetini çekti mi? Ya da Efendim burada degil burada olsa onu hisseder onun ruhaniyetinden bereketlenirdim. Bu hâl beni perisan etti… Aglamamin sebebi budur." 

Türbedar bu Allah dostunu dikkatle dinledi ancak o da bu ise ne bir yorum getirebildi ne de bir sey diyebildi. Ancak nur yüzlü türbedarin da kafasi karismisti. Bu Hindistanli âlimin yalan söyleme abarti yapma gibi bir durumu söz konusunu degildi. Son derece samimî bir hâl içindedir. Hindistanli âlimin söylediklerine yabanci degildi. Her hac mevsiminde degisik bölgelerden gelen Allah dostlari ile karsilasir onlari Allah Resûlü'nün ruhaniyeti ile nasil baglantilar kurduklarini bilirdi. Bu Hindli âlim de onlardan biri idi türbedarin bunda zerre süphesi yoktu. Peki bu âlimin söyledikleri nasil açiklanacakti?

Yasli türbedar gündüz dinlediklerinin etkisinde kalmisti gece yatagina yattiginda da kafasindaki soru isaretleri gitmemisti. 

Sabah namazina kalkmadan önce türbedar bir rüya görür. Rüyasinda Kâinatin Efendisini görür. Nur yüzlü türbedar edebinden Efendimize bir sey soramaz. Dün yasananlar aklina gelir bir sey diyemez. Türbedarin düsüncelerine Kâinatin Efendisi cevap verir:

"O kardesimin hissettigi dogrudur. Ben her zamanki makamimda degilim birkaç zamandir Çanakkale'deyim… Çok zor durumda bulunan kardeslerimi yalniz birakmaya gönlüm razi olmadi. Onlara yardim ediyorum…"

Hindistanli âlim Allah dostunun vaziyeti anlasilmisti. Burada akla söyle bir soru gelebilir: Efendimiz bulundugu makam itibariyle bir anda birden çok yerde bulunamaz mi? Elbette bulunur basta Hizir Aleyhisselâm'in ve Allah'in veli kullarinin bulundugu gibi. Buradaki hâdise birine gösterirler ondan da herkese duyururlar mahiyetindedir. 

Yetis ya Muhammed Kur-an’in elden gidiyor!

Çanakkale en zorlu günlerinden birini geçiriyor. Küffar ordusunun askerleri ilk defa karaya ayak basmistir ellerindeki üstün silah ve teçhizatla saldiriya geçerler. O zamanlar Osmanli'nin müttefiki olan Almanya ordusuna mensup bazi subaylar da cephede bulunmaktadir. Simdi bu subaylardan birine kulak verelim. 

Alman Subay Sanders anlatiyor:

Çok dehsetli bir saldiri karsisinda kalmistik. Karaya çikan Ingiliz askerlerini gemiden top atislari ve makineli tüfekler destekliyordu. Bulundugumuz siperlerden degil hareket etmek en küçük bir hareket belirtisi bile onlarca mermiyi hemen o hareket noktasina çekiyordu. 
Mevzilerden elini kaldiranin eli migferini kaldiranin migferi parçalaniyordu. Böyle bir saganak altinda çaresizlik içinde beklemekten baska bir sey yapamiyorduk. 

Bu sekilde ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Birden bulundugum yerden yaklasik on bes metre uzagimizdan korkunç bir ses geldi. Sesle birlikte bir Türk askeri siperden kalkti düsmana dogru kosmaya basladi. Hem kosuyor hem kollarini saga sola salliyor hem de sesi çiktigi kadar bagiriyordu. Yanimda bulunan tercümanima dedim ki:

–Su kosan asker ne diyor? 
–Komutanim! "Yetis ya Muhammed Kitabin elden gidiyor!" diye bagiriyor. 




   Böyle bir manzarayi tarih görmemistir. Asker sanki üzüm toplar gibi düsman mermilerini elleriyle topluyordu. Onu gören diger askerler de siperlerinden hareketlendi ve o anda çok çetin bir savas basladi.



 Kisa zaman sonra karaya çikan Ingiliz birliginden geriye yerde yatan asker cesetlerinden baska bir sey görünmüyordu.


Kahramanlar / Nusret Mayın Gemisi ve Cevat Paşa’nın rüyası

   İtilaf devletlerinin Çanakkale ve İstanbul boğazlarını açmak için teşkil ettikleri İngiliz ve Fransız filolarından müteşekkil büyük armada, 17 Mart akşamı Karanlık Umanı çevresinde son bir defa daha yaptırdığı mayın taraması ile emniyet hissi ve ertesi gün kazanmayı düşündükleri zaferin tatlı hayalleriyle uykuya dalarlar. Oysa uyumayan birileri vardır. Saat gecenin bir buçuğunu gösterdiği zamanda 360 tonluk eski bir tekne olan Nusret Mayın Gemisi bütün ışıklarını karartmış, ağır ağır, Rumeli kıyısını çok yakından takip ederek sessizce Boğaz’dan aşağıya doğru inmektedir.


   Gemi kumandanı Yüzbaşı Hakkı Bey, aldığı emir gereği çok rizikolu bir işe girişmiştir. Sisli ve yağmurlu havanın görüş alanını çok azaltmasından faydalanan Hakkı Bey, duman çıkarmaması için makinelerinin dakika devrini l40’da tutmak şartıyla her 15 saniyede bir mayın olmak üzere poyraz lodos yönünden 26 adet Türk yapımı mayını bu bölgeye döktürür.

Böyle bir plan nereden çıkmıştır?

  Müstahkem Mevki Komutanı Cevat (Çobanlı) Paşa bir gece çok enteresan bir rüya görür. Rüyasında kulağında yankılanan ses şöyle demektedir: “... Deniz üzerine bak! Denize doğru nazar eden Cevat Paşa dalgalar arasında çiçeklerle bezenmiş pırıl pırıl “Kef” ve “Vav” harflerini görür. Heyecanla uyanan Cevat Paşa, rüyaya bir anlam veremez.

  O sırada Seddülbahir, Ertuğrul, Kumkale, Orhaniye istihkam ve bataryaları düşmanın çok üstün sayıda ve taretler içinde korunmuş çabuk ateşli ve büyük çaplı gemilerin acımasız saldırısı karşısında çoktan susmuş, moloz ve toprak yığını haline geldiğinden savaş dışı kalmıştır.

   Tenger, Soğanlıdere ve Baykuş bataryalarını takviye ettirmek için teftişe çıkan Cevat Paşa, Kilitbahir’den istimbota binerken yedi yıl önce veremden ölen kızı Bedile Hanım’ı hatırlar. Kabri büyük veli Ahmed Cahidi Sultan’ın türbesinin haziresindedir. Az sonra onun mezarı başına geldiğinde rüyasındaki sesi burada da duyar; şöyle demektedir lahuti ses: “... Cevat, depolardaki 26 mayını denize döşe”. Cevat Paşa, korku ve şaşkınlık içinde bocalarken karşısında yüzüne bakılmayacak kadar güzel, nurânî bir siluet belirir. Adam, Cevat Paşa’nın kolundan tutup sorar:

- Bir derdin mi var?

Cevat Paşa, gördüğü rüyayı ve az önce duyduğu sesi bir solukta anlatır. Nur yüzlü adam (Ahmed Cahidi Sultan) cevap verir:

- Nur, zafer işaretidir. Ebced hesabında “Kef” harfi 20, “Vav” da 6 rakamını bildirir ve 26 yapar...

Bunları söyledikten sonra aniden kaybolur. Cevat Paşa, hemen Mayın Grubu Kumandanı Nazmi Bey’i çağırıp sorar:

- Depolarımızda kaç mayınımız var? Nazmi Bey’in cevabı çok şaşırtıcıdır:

- Elimizde bir Türk usta tarafından yapılan 26 mayın var. Alman teknisyenler bunları döşememizi istemediler. Şu anda Boğaz’daki mayın sayısı 377’dir ve hepsi Alman yapımıdır.

Nazmi ve Hakkı Bey'le buluşma

Cevat Paşa, daha sonra Nusret Mayın Gemisi Komutanı Yüzbaşı Hakkı Bey ile Yüzbaşı Hafız Nazmi Bey’i makamına çağırır ve mayınları nereye dökecekleri konusunda plan yaparlar. Ve plan gereği bu sırlı 26 mayın Kumbağı Burnu ile Soğanlıdere arasına iki sıra halinde Boğaz’a paralel olarak tekbir ve dualarla dökülür.

Ertesi gün 18 Mart 1915 sabahı İngilizlerin en büyük zırhlılarından Irresistible ve Ocean zırhlıları, Nusret’in sabaha karşı döktükleri mayınlara çarparak herkesin şaşkın bakışları arasında Boğaz’ın dibini boylarlar. 




Seyyid onbaşı 275 kğ top mermisini taşırken

PEYGAMBERIMIZIN (S.A.V) DOGUMU ve Mevlid Kandili


   Mevlit ;Mevlid, doğum zamanı demektir. Mevlid gecesi, Rebiul-evvel ayının 11. ve 12. günleri arasındaki gecedir. 
   Peygamber efendimizin doğum günü, bütün Müslümanların bayramıdır.
  Mevlid Kandili Nedir Anlamı bilgi ; İnsanlığın kurtuluşu için gönderilen son ve en büyük peygamber, bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) 571 yılında Kameri aylardan Rebiü'l-evvel ayının 12. gecesi doğmuştur. Bu mübarek geceye "Mevlid Kandili" denir. 

   O'nun doğduğu çağda dünyanın her tarafında cehalet, zulüm ve ahlâksızlık almış yürümüş, Allah inancı unutulmuş, insanlık korkunç ve karanlık bir duruma düşmüş, dünya yaşanmaz hale gelmişti. 

  Sevgili Peygamberimizin tebliğ ettiği İslâm dini ile dünya aydınlandı, tek Allah inancı ile kalpler nurlandı. Eşitlik, adalet ve kardeşlik geldi. O'na inanan toplumlar gerçek huzura kavuştu. O'nun doğduğu gece, insanlığın kurtuluşu için çok hayırlı ve mübarek bir başlangıçtır. 

   Bu gece, müslümanlar arasında yüzyılllardan beri büyük bir coşku ile kutlanmakta, Sevgili Peygamberimiz derin bir saygı ile anılmaktadır. Büyük Türk Alimi Süleyman Çelebi tarafından yazılan ve asıl adı "Vesiletün'necat" olan mevlid kitabı O'nun doğumunu, üstünlüğünü ve mucizelerini en güzel bir şekilde dile getiren değerli bir eserdir. 

  Peygamberimizin doğum yıldönümlerinde okunan mevlidleri saygı ile dinlemek, O'nun mübarek ruhuna salât ve selâm okumak hiç şüphesiz  milletimizin Sevgili Peygamberimize olan engin sevgi ve bağlılığının bir ifadesidir. 


  Bununla beraber, O'nun ahlâk ve fazilet dolu hayatını öğrenmek ve kendimize örnek almak başta gelen görevlerimizdendir. Asıl o zaman O'nun sevgisini ve hoşnutluğunu kazanmış oluruz.
  
   Peygamberimiz Fil vakasindan 50 gün sonra ,Rebiullevvel ayinin on ikinci Pazartesi günü,tan yeri agarirken, Mekke'de dogdu.

PEYGAMBERIMIZ DOGDUGUNDA BAZI HADISELER VUKU'A GELDI

  Peygamberimiz dogdugunda bazi hadiseler vuku a geldi,bunlardan bazilarini söyle siralayabiliriz:Peygamberimiz ,Anadan Sünnetli ve göbegi kesik olarak dogdu. Peygamberimiz dogarken, çocuklarin yere düstükleri gibi düsmeyip ellerini ,yere dayamis basini semaya kaldirmis olarak dogdu.Peygamberimiz dogdugu zaman ,bir yildiz dogmus ve bilginler, bu yildizin dogdugu gece,Ahmed dogmustur dediler.Bir çok Yahudi Alimi Tevrat tan inceleme ile peygamberimizin bu gecede dogdugunu yakinlarina bildirmislerdir.

  Peygamberimiz dogdugu gece Kisranin sarayindan on dört serefe yikildi. Iranlilarin,bin yildan beri hiç sönmeden yanan Atesgedeleri sönüverdi.Save Gölünün suyu çekildi.Sema ve Vadisini su basti.Iran Sahi, Araplarin, ülkesini istila edecegini rüyasinda gördü,ve telasa düstü.

PEYGAMBERIMIZIN BABASI HZ.ABDULLAH

   Peygamberimizin babasi Hz. Abdullah Kureys'in ileri gelen delikanlilarindan idi. Güzel yüzlü,iki gözü arasinda peygamberlik nurunu tasiyordu.Mekkenin bütün genç kizlari onunla evlenmek için can atarlardi.Babasina o kadar itaatliydi ki babasinin izinden hiç çikmazdi.Hatta birinde babasi Abdulmuttalip Allaha dua etmis ve "Allahim eger bana on erkek evladi verirsen onlardan birini senin için kurban edecegim"demis ,on evladi olunca da Allaha verdigi sözü tutmak için oglu Abdullahi kurban etmek istemistir.Oglu Abdullah babasina itiraz etmemis ve boyun egmistir Etraftan yapilan elestirilerle oglunu kurban etmekten vaz geçmis onun yerine 100 Adet Deve kurban etmistir. Hz. Abdullah hz. Amine ile evlendikten Kisa bir müddet sonra gittigi ticaret kervanindan dönerken yolda hastalandi. Medine'de dayisi Beni Adiy bin. Neccarin yaninda bir ay hasta aldiktan sonra vefat etti.Hz. Abdullah vefat ettigi zaman Peygamberimiz henüz Anne karninda alti aylikti.

PEYGAMBERIMIZIN SÜT ANNEYE VERILISI

Yeni dogan çocuklari süt anneye vermek; Kureys ve sair Arap esrafinin adeti idi.

Bu da; kadinlarin kocalari ile daha iyi mesgul olmalarini ve çocuklarinda ,özellikle ,havasinin güzelligi, rutubetinin azligi ve suyunun tatliligi ile taninan yerlerde yasayan serefli kabileler arasinda, saglam vücutlu,siki etli, cesaretli yetismelerini ve düzgün, pürüzsüz konusmayi ögrenmelerini saglamak içindi.

Mekke çevresinde ve Harem içinde oturan kabilelerden Süt annesi olanlar, her yil iki defa, yaz ve güz olmak üzere Mekke'ye gelirler,çocuklari alip götürürlerdi.

Peygamber efendimizi(A.S) Ben'i Sa'd b.Bekr kabilesinden Süt annesi Halime hatun götürdü.

Peygamberimizin Süt kardesleri sunlardir::

Abdullah b. Haris,Üneyse binti.Haris,Seyma bint-i Haris.

Peygamberimizi Yetim oldugu için Arap kadinlari kabul etmemis; sadece kabilesine götürecek çocuk bulamayan Halime, eli bos gitmemesi için peygamberimizi kabul etmisti.Peygamberimizi aldiktan sonra Halime ve Ailesinin yasam tarzi bir anda degisti.

Bunlardan bazilarini Halimenin dilinden dinleyecek olursak; Halime Hatun der ki;" 0çinde bulundugumuz kuraklik ve kitlik yilinda hiç bir seyimiz kalmamisti. Ben, kir merkebimin üzerinde idim.Yanimizda, yasli bir devemiz vardi,bize bir damla süt vermiyordu.

Üzerinde bulundugum merkebin agir yürümesi yol arkadaslarimi çileden cikartiyordu.Nihayet Mekke'ye varip emdirilecek oglan çocuklari aramaya basladk. 0çimizden hiç bir kadiin Muhammedi almak istemiyor,ondan uzak duruyorduk. Çünkü, bizler emdirecegimiz çoçugun babasindan bahisse kavusmayi ve ondan armaganlar almayi bekliyorduk.

Bir ara Muhammed in dedesi Abdulmuttaliple karsilastim,bana; Ismin nedir ?diye sordu.

Halime dedim. Bana;Ey Halime! Benim yanimda bir yetim çocugum var onu emzirmek için Beni Sa'd kabilesi kadinlarina teklif ettim öksüz oldugu için kabul etmediler. Sen kabul eder misin? Ben ,"bana biraz müsaade ette kocama bir danisayim"dedim.

Hemen kocamin yanina döndüm,ona haber verdim. Kocam izin verince Muhammedi aldim.

Muhammed bize gelince,evimiz öyle bereketlendi ki kocam la hayretler içinde kaldik.Sütü çekilmis olan devemizde sütler fazlaca akmaya, zayif olan merkebimizi,yolda baska hiç bir binek hayvan geçememege,davarlarimiza inen süt hiç bir davara inmemeye basladi.

Peygamberin Çocuklugu daha degisikti. Daha iki Aylik iken,her tarafa yuvarlanmaya çalisiyordu.Üç Aylik olunca day durmaya çalisiyordu.Dört Aylik olunca, duvara tutunup yürüyordu.Bes Aylik olunca bir yere tutunmadan yürüyebiliyordu.Alti Ayi tamamlayinca, yürümeyi hizlandirmisti.Yedi Aylik iken her tarafa gidebiliyor,kosabiliyordu. Sekiz Aylik iken,konusuyor,konusulani anlayabiliyordu.On Aylik iken Ok atabiliyordu. Iki Yili doldurdugu zaman,oldukça, iri ve gösterisli bir çocuk olmustu.Onu Annesine götürdük, Amma,biz,Onun yüzünden gördügümüz hayir ve bereketten dolayi, Yanimizda bir müddet daha tutmaya çok istekli bulunuyorduk.

HZ.AMINENIN MEDINE ZIYARETI VE VEFATI

Hz. Amine Peygamberi de yanina alarak Medine'deki Neccar ogullarindan olan Dayilarini ziyarete gitti. Orada peygamberle, bir ay kadar misafir oldular.

Yahudi kavmi peygamberimizi orada görünce onu devamli kontrol edip hal ve hareketlerine dikkat ediyorlardi. Hz. Amine Yahudilerin Peygamberimiz hakkinda takindiklari tavirlardan korkmaya basladi Ve acilen Mekke ye dönmek için yola koyuldular.

Hz. Amine, Mekke'ye gelirken, yolda hastalanip Evba köyünde durakladi.Basucunda duran Peygamberimizin yüzene bakti.Sonra da söyle hitap etti:

"Ey çekilen dehsetli ölüm okundan, Allah in lutfu ve yardimi ile yüz deve karsiliginda kurtulan zatin oglu!Allah, Seni,mübarek ve devamli kilsin! Eger rüyada gördüklerim dogru çikarsa,Sen Celal ve bol ikram Sahibi tarafindan,Adem ogullarina helal ve harami bildirmek üzere gönderileceksin! Allah, Seni milletlerle birlikte devam edip gelen putlardan, putperestlikten de, esirgeyecek,alikoyacaktir.

Her canli varlik ölecektir. Bende ölecegim.Fakat temelli anilacagim Çünkü, temiz bir ogul dogurmus,arkamda hayirli bir ani birakmis bulunuyorum demistir.

Ve hz. Amine Ebva da vefat etti.Hazret-i Amine vefat ettiginde 30 yaslarinda idi.

Dünyada,böylece Babasiz ve Annesiz kalan Peygamberimizi,yüce Allah,hamisiz birakmadi: Önce dedesi Abdulmuttalibin yaninda, sonra da amcasi Ebu Talib-in yaninda kaldi. Peygamberimiz, sekiz yasina kadar, Dedesi Abdulmuttalibin yaninda,sekiz yasindan sonra da Amcasi Ebu Talib-in yaninda kaldi.

PEYGAMBERIMIZIN TICARET HAYATINA ATILISI

Kureysliler, öteden beri ticaretle ugrasirlardi. Ticaretle ugrasmayanlarin ise,ellerinde hiç bir seyleri bulunmazdi. Peygamberimizin de, hazreti Hatice hesabina ticarete baslamadan önce, ticaretle ugrastigi olmustur. Nitekim, Said b.Ebu Saib, Islamiyetten önce Peygamberimizin ticaret ortagi idi.Peygamberimizin,ticaret yapmak için, sermayesi olmadigindan,hazreti Hatice peygamberimizi ücretle tuttu ve Kureysilerden tuttugu, baska bir zatida, Peygamberimizin yanina katti. Hazreti Hatice yapacagi her sefer için, Peygamberimize, ücret olarak genç ve yigit birer erkek deve veriyordu. Peygamberimiz, Hazreti Hatice'nin ticaret Malini Sam'a götürmek için ,ilk defa dört tane erkek ve genç deveye anlastilar. Peygamberimizle Kervan halki Sam'a gitmek için yola koyuldular: Sam topraklarindan Busraya vardiklarinda peygamberimiz orada getirdigi bütün mallari çok karli bir sekilde satip alacaklarini aldiktan sonra,Mekke'ye yardimcisi olan Meysele ile birlikte geri döndü.

PEYGAMBERIMIZIN EVLENMESI

Peygamberimiz hazreti Hatice adina ticaret yaparken, Peygamberimizdeki harikulade halleri görmüs ve yardimcisi Meysele ile Peygamberimize evlilik teklif etmisti. Peygamberimiz bu teklifi kabul ederek Kureyslilerin en soylu kadinlarindan olan hazreti Hatice ile evlendi.

PEYGAMBERIMIZIN ÇOCUKLARI

Peygamberimizin, hazreti Haticeden,iki erkek çocugu,dört kiz çocugu dogmustur Isimleri söyleydi: Kasim, Abdullah, Zeynep,Rukayye ,Ümmü Külsüm,Fatima ve Cariyesi Misirli Maria'dan dogan Ibrahim'dir.

KABENIN KUREYSILERCE YENIDEN YAPILISI VE PEYGAMBERIMIZIN HAKEMLIGI

Bir Kadin, Kabe Hareminde buhurdanlikta Öd agaci yaktigi sirada , buhurdanliktan siçrayan bir kivilcimdan Kâbenin kat kat olan örtüsü tutusup tamami ile yanmis, bu yüzden duvarlar da her taraftan gevseyip çatlamis bulunuyordu. Zaman, zaman sahilden gelen sel baskinlari ilede Kâbenin tabani ve duvarlari da iyice yikilacak duruma gelmisti.

Bunun icin,Kureysliler Kabenin duvarlarini onarip saglamlastirmak ve üzerinede,tavan çatmak istiyorlar,fakat, yikmaga kalkarlarsa azaba ugrayabileceklerinden korkuyorlar,aralarinda mesvere ediyorlardi.

Am bu sirada Rum tüccarlarindan birisine Ait olan insaat malzemesi yüklü bir gemi Cüdde sahillerinde parcalandi,bunu firsat bilen Kureysliler aralarinda yardimlasarak bu batan gemiden Kabe insaasi için gerekli malzemeleri almis oldular.Ve Kâbenin insaatina basladilar.

Hacerül Esved tasi yerine konulacagi zaman kabileler ,birbirleriyle anlasamadilar. Hatta isi okadar ilerlettiler ki aralarinda kavga yapmaya çok az bir zaman kaldi. Kureysiler, Bu is üzerinde, dört veya bes gece durdular. Sonra Kureysin yaslilarindan Ebu Ümeyye b. Mugire bir teklifte bulundu;

Teklifine göre ,mescidin kapisindan giren ilk kisi bu tasi koymak için hakem olacakti. Bütün kavmin ululari bu teklifi kabul ettiler.

Tam bu sirada peygamberimiz içeri girdi, bütün kureysliler el çirparak El-Emin'in hakemligine raziyiz dediler.

Peygamberimiz de hakemlik yaparken bütün kabilelerden birer kisi alarak Hacerul Esved-i bir beze koydurdu,ve onu konulacak yere getirttikten sonra besmele çekerek kendi elleriyle Hacerul-Esvedi yerine koymus oldu.




Kaynak: Islam tarihi
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...