Allah insanı nasıl korur?

Zünnu-i Mısri'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir :Bir gün elbiselerimi yıkamak için Nil nehrinin kenarına gitmiştim. Nehrin kenarında dururken, bir de baktım ki, görülmemiş şekilde büyük bir akrep bana doğru geliyor.

Bu sudan İçmek Müslümana Haram

Vaktiyle Bursa’ da bir Müslüman, eski adı “Yahudilik Yolağzı,” bugünkü adı Arap Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş: - “Her kula helâl, Müslüman’a haram!”

Hiçbirinin haccı kabul edilmedi!

Ali bin Muvaffak hazretleri, Şam’da yaşamış olan evliyânın büyüklerindendir. Zünnûn-ı Mısrî ve Abdullah bin Mübarek ile görüştü. 878 (H.265) senesi vefât etti... Abdullah bin Mübarek bir hac mevsiminde Mekke’de hac vazifelerini ifa ettikten sonra, Harem’de uyuyakalır

Kuran Sırları

Bilindiği gibi DNA terimi, canlılardaki genetik malzemenin kısaltılmış ifadesidir. Genetik biliminin başlangıç tarihi ise, Mendel isimli bilim adamının 1865 yılında hazırlamış olduğu genetik yasalarına dayanır. Bilim tarihi için bir dönüm noktası oluşturan bu tarihe, Kuran’da 18:65 numaralı Kehf Suresi’nin 65. ayetinde işaret edilmektedir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Nefsin Mertebeleri

BİRİNCİ DAİRE: Nefs-i Emmare: Allah`ın emirlerine uymayan, yasaklarını çekinmeden yapan ve zevkine tabi olan nefistir. Nefs-i emmâre denilen bedbaht nefis zenginleştikçe şımarır. Bilgisi arttıkça kibri, gururu da artar. Hele bir de makam sahibi olursa artık onun yanına varmak, sokulmak ne mümkün!

YAHUDİLERİN MAYMUN OLMASI

Onlar, Davud Aleyhisselâm’ın zamanında "Eyle" denilen bir şehirde yaşıyorlardı. Eyle Medine ile Şam arasında bir yerde ve Kızıldenizin sahilinde bir yerdeydi. Allah onlara cumartesi günü balık avlamayı yasak etti. Cumartesi günü olduğu zaman, denizde balık kalmaz, hepsi sahile gelirdi.

ARAPÇA ÖĞRENİYORUM

Öncelikle Hafıza tekniği konusunda size olağan üstü bir ip ucu.Sureler kolaydan zora doğru sıralanır. Bir sayfa alınarak 3′e bölünür. Önce ilk 5 satır, daha sonra diğer satırlar 5′er 5′er ezberlenir ve sonrasında birleştirilerek tekrar yapılır.

Günahın Reçetesi

Büyük Mutasavvıf Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri bir gün tımarhanenin önünden geçiyordu. Tımarhane hizmetçisinin tokmakla birşeyler dövdüğünü görüp

Ahir Zaman Bu Zaman Mı?

Ahir zamanın kendini hissettirdiği şu günlerde, Rabbimizin ikazlarını neden duymamazlıktan geliyoruz acaba? Nereye gidiyorsunuz? Nerede Muhammed ümmeti?

Şeytan İşi

Günlerden birgün şeytanın yolu bir köye düşmüş.Keyfi yerinde olan şeytan sırtını bir ağaca dayamış ve buzağısı kazığa bağlı olan ineğini sağan genç bir kadını uzaktan izlemiş.

Artan pilav

Yahya baba, II. Bâyezîd Hân zamanında, Edirne Bâyezid Külliyesi'nin aşçılarından biridir.. Arkadaşları hoşaf, kebap sebze, bakliyat pişirir. Ama onun ihtisası pilavdır. Mübârek işe girişti mi, ibadet ettiğini sanırsınız.

Olgun İmana Kavuşma

MESCİD-İ Saadet'te Ashab-ı Kiram toplanmışlar, derin bir vecd ve huşu içinde Allah'ın Resûlünü dinlemekteydiler. Hazret-i Fahr-i Kâinat Efendimiz ise, Al-i İmrân sûresinden şu mealdeki Âyet-i Kerimeyi okuyordu:

Gönül Örtüsü Hayâ

Gönlün titremesidir hayâ. Gönül ki kurtulmuştur da ağırlıklarından, bir yaprak kadar incelmiştir. İşte o nazenin yapraktır müminin gönlü. Titrer bir günah, bir yanlış, bir aykırı hal gördüğünde.

KÂLU BELÂ

Ve kıyâmet günü, gerçekten biz bundan gâfildik (gâfilleriz) dersiniz diye (dememeniz için), senin Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından onların zürriyetlerini aldığı zaman onları, nefsleri üzerine şahit tuttu. (Allahû Tealâ şöyle buyurdu): “Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?” Dediler ki: “Evet, (Sen, bizim Rabbimizsin), biz şahit olduk.”

AY'IN RESÛLULLAH (S.A.V)'A SELAM VERMESİ

Ebû Kubeys dağının altında duruyorduk.Ay doğu tarafından göründü.Yükselerek yukarı çıktı. Nûru bütün âlemi doldurmaya başladı.Göğün ortasında kâmil bir dolunay haline geldi...

30 Ağustos 2012 Perşembe

BAKIN İSRAİL'İN TEHDİT ETTİĞİ MALATYALI KİM ?

BAKIN İSRAİL'İN TEHDİT ETTİĞİ MALATYALI KİM ?
30 Ağustos 2012, 04:56 malatyasonhaber
23 Şubat 1946'da Malatyada Akçadağ'da Kotangölü Köyü'nde doğdum. Babam o köyün imamıydı. İlkokulu kendi köyümde, Ortaokulu Akçadağ'da Liseyi Malatya'da okudum. Sonra dışarıdan Öğretmen Okulu'nu bitirdim. Bir yıl Malatya'da öğretmenlik yaptım... "İncil'i tercüme etmeyeceksin"dediler."Aksi takdirde İlkokul diplomamı, Malatya'daki nüfus kaydını, Lise kayıt defterini, Üniversite kayıtlarını, yani hayatınla ilgili tüm hayati belgelerini sileriz"dediler

KAYIP İNCİL NEREDE BULUNDU ?

2005 yılının Ağustos ayıydı Bir yaz akşamıydı. Değerli gazeteci dostum Mustafa Aydın’la birlikte araştırmacı yazar Müfit Yüksel’in Fatih’teki evine gitmiştik. Asala operasyonları adlı kitabımı yeni bitirmiştim....

Müfit Yüksel, arşivini karıştırırken yıllar önce Hakkari’de köylüler tarafından bir mağarada el yazması bir İncil bulunduğunu ancak bir süre sonra, bulunan bu İncil’e Genelkurmay Özel Harp Dairesi tarafından el konulduğunu anlatan bir makalesini gösterdi. İzlenim Dergisinde yayınlanmış olan bu makaleyi heycanla okumaya başladım.......

Bir sinema senaryosu(Kayıp İncil’le ilgili) yazmaya karar verdim Birkaç ay sonra senaryo bitmişti. Bu kez yazdığım senaryo için sponsor aramaya başladım. Konunun siyasi taraflarını ve risklerini fark eden iş adamları, yapımcılar kapılarını nazikçe kapatıyorlardı.Bir kısmıda konunun önemini algılamada zorluk çekiyorlardı.

O sırada Yeditepe Üniversitesi’nde Sosyal Antropoloji bölümünde Master öğrencisiydim. Üniversitenin Mütevelli Heyeti Başkanı Bedrettin Dalan bey’i zaman zaman ziyaret ederdim.
Projemi ona da anlattım. Ancak bir sonuç alamadım.
Bu arada ilginç bir şey oldu.

Sınıfımızda subay öğrenciler, emekli generallerde bulunuyordu. Bir süre sonra subay olan bir sınıf arkadaşımın selamıyla bir telefon aldım Kıdemli Yüzbaşı rütbesinde bir subay benimle görüşmek istiyordu. Ertesi gün hiç tereddüt etmeden davet edildiğim karargaha gittim. Gittiğim yer, Beşiktaş Balmumcu’daydı. Askeri karargahtı ama bildik karargahlarada benzemiyordu. Beni albayın odasına misafir ettiler Odada bir Yarbay bir Binbaşı birde beni davet eden Yüzbaşı vardı.

“Burda ne yapıyorsunuz” diye sorduğumda, “etüd yapıyoruz” sonra “İstanbula biz bakıyoruz dedi.

Jandarmanın İstanbul İstihbarat karargahı olduğunu düşündüğüm bu mekanın aslında Özel Harp Dairesi’nin, şimdiki adıyla Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın Seferberlik Tetkik Kurulu olduğunu çok sonra öğrendim.

Asala Operasyonları adlı kitabım hemen masanın üzerinde duruyordu. Kitabımda Özel Harb Dairesi ile ilgili bölümlerin olduğunu biliyordum.. Ama bu konu hiç konuşulmadı. Sadece Kitabımı ne denli beğendiklerini söylediler bana. Ama bir şey dikkatlerini çekmişti. Biyoğrafimin son bölümüne bir not ilştirmiştim:”Bir sinema Projesi üzerine çalışmaktadır!”

“Bu Proje ne?” diye sordular.

Ben de nerede olduğumu kavrayamadığımdan konuyu anlatmaya başladım. 1980’lerin başında Aziz Barnabas’ın kaleme aldığı otantik bir İncil’in Hakkari’de köylüler tarafından bulunduğunu, bu İncil’in Aramice ve 1. yüzyıla ait olduğunu, ortaya çıkarılması durumunda çok şeyin değişebileceğini anlattım.

“Peki nerede şimdi bu İncil?” diye sordular.

Ben de “Özel Harb Dairesi’nin elinde” dedim.
“Peki bunu nereden biliyorsunuz?” diye sordular.

“Bunu biliyorum. Bundan hiç şüphem yok . Konuyu ilgisi olabilecek insanlara teyit ettirdim. Bu konu Da Vinci Şifresi’nden bile daha ilginç. Filmini çekebilirsek, dünya çapında bir iş olur. Ama maalesef devleti yönetenlerin böyle bir vizyonu yok” dedim

Gerçekten bu konuyu bu olaydan sadece bir süre önce Alfa Yayınları’nın sahibi Faruk Bayrak, Akp İstanbul milletvekili Hüseyin Besli’nin de olduğu bir sırada Kültür Bakanı Atilla Koç’a anlatmış ve onlardan destek istemiştim. “Evladım” Dedi Bakan koç babacan bir şekilde.
“Ben bu konuyu biliyorum ama sen Hristiyan alleminin altındaki halıyı çekmeye çalışıyorsun. Biz bu işe giremeyiz. Ancak sen bu işi yapabiliyorsan yap sana engel olmayacağız”

Halbuki öyle bir amacım yoktu. Bugünde böyle bir amacım bulunmamaktadır! Amacım bir gazeteci olarak sadece hakikatin ortaya çıkmasını sağlamaya çalışmak, hepsi bu!

Anlaşılan Özel Harb Dairesi yıllardır kimsenin dokunmaya bile cesaret edemediği bir konuya eğildiğimi anlamış, Pandora’nın kutusunun kendilerinin izni ya da kontrolü olmadan açılma tehlikesine karşı aydınlanmak ya da önlem almak istiyordu.

O gün beni karargahlarında son derece nazik bir şekilde misafir edenlere (aslında sorgulandığımı bile anlayamamıştım)niyetimin ne olduğunu makul bir şekilde anlattım.

Ama her nereye gittiysem kimseden destek alamadım. Kısa bir süre sonra kader bu kez beni gitmeyi aklımdan bile geçirmeyeceğim bir ülkeye atmıştı Amerika’daydım. Yenilgiyi kabullenemiyordum. İnsanlar nasıl olur da bu denli duyarsız olabiliyordu? 2000 yıllık bir kutsal kitap paradan da, siyasetten de daha mı az değerliydi?

New York’un kenar mahallelerinin birinde küçük ama şirin bir ev kiralamıştım Bu kez aynı konuyu “Roman” olarak yazmaya karar verdim. Daha önce hiç roman yazmamıştım.. . Sonunda romanı bitirdim ve Prof. İskender Pala’ya göndermeye karar verdim.

“Aydoğan çok önemli bir iş yapmışsın. Bu bütün Dünya’da bir dalgalanmaya neden olabilir. Romanı bitirene kadar yerimden kalkamadım.”

İskender Pala’nın bu sözleri bana cesaret vermişti.
Sıra Roman için uygun bir yayınevi bulmaya gelmişti.
Birkaç gün sonra da anlaşmayı imzaladık.
Doğan Kitap, romanı dört bin adet bastı.
Sonuç tam bir sessizlik oldu.

Evet kitapla ilgili tam bir sessizlik hakim oldu. Ya konu anlaşılamıyor ya da ben konuyu gereğinden fazla abartıyordum. Ya da romana karşı ciddi bir defans uygulanıyordu!

Ben yine de pes etmemeye karar verdim. Bu kez göze almam gereken şey çok daha riskliydi.

Aynı konuyu bu kez bir araştırma kitabı olarak yazmalıydım. Bunun için de romanımdaki profesör karakterine , yani Dr. Hamza Hocagil’i yaşadıklarını anlatmaya ikna etmeliydim. Zira İncil’i tercüme eden, ona dokunan Aramice uzmanı oydu.

Hamza Hocagil ile Bostancı’daki evinde 2007 kasımında buluştuk ilk. Yanımda Mustafa Aydın ve Müfit Yüksel de vardı. 16 dil bilen bu yaşlı adam son derece mütevazi bir hayat sürüyordu. Öldürülme korkusundan ötürü evinden çıkmıyordu. Hamza hocağil aynı apartmanda oturduğu bir profesör arkadaşının tavsiyesiyle romanımı birkaç gün önce edindiğini söylemişti.

“Doğrusu hayal gücünüze hayranım. Bu kadar sınırlı bilgiyle çok şet anlatmışsınız. Keşke daha önce tanışsaydık da size gerçek isimleri de verseydim” demişti

İşte o Ramazan günü, Hamza Hocağil’in Bostancı’daki evinde yaptığımız inanılmaz röportaj beni yepyeni bir maceraya sürüklüyordu. Ben Hkkari’de bulunan İncil’le ilgili gerçekleri ararken, bu kez ortaya bambaşka gerçekler dökülüverdi .

Aziz Barnabas Hakkari’de bulunan bu İncil’i 4.nüsha olarak yazmıştı. Bu bilgi Müfit Yüksel’in yıllar önce yazdığı makaledede vardı. Ben de oradan alarak romanımda aynen kullanmıştım:

“Tespihe layık alemlerin Rabbından bir bütün olarak, Ruhu’l Kudüs’le Meşaha’ya vahyolunanı İsa’dan duyduğum gibi, sadakatle, 48 gök yılları sonunda dördüncü nüsha olarak aynen yazıyorum”

Ancak 4. nüshanın ne demek olduğunu hiç düşünmemiştim. Başkalarının da dikkatini çekmemişti bu ifade. Oysa buradada çok büyük bir sır gizliydi. Meğerse Aziz Barnabs İncil’i tek nüsha olarak değil 4 nüsha olarak yazmıştı. Hakkari’de bulunan İncil’in son sayfalarına, yine kendi el yazısıyla yazdığı diğer 3 İncil’in nerede olduğunuda da eklemişti
Dolayısıyla bu; bulunmayı bekleyen 1. yüzyıla ait 3 adet Otantik İncil daha var demekti. Ve elbette 3 ayrı macera daha.

DİĞER İNCİL’LER NEREDE ?

İnciller’in biri İsrailde, Diğeri Arabistan Yarımadası’nda diğeri ise Kuzey Irak’ta Süleymaniye Zaho taraflarındaydı. İsrail’deki İncil 2002’de Atabistan’daki İncil ise kendisiyle yaptığımız bu röportajdan sadece kısa bir süre önce bulunmuştu.
Her iki İncil’in bulunmasını da kendisi sağlamıştı. Hamza Hocağil ilginç biri. Bu İncil’i tercüme sırasında geniş sayılabilecek bir askeri çevre edindiğini anlatımlarından çıkarabiliyordum. Dolayısıyla diğer İncillerin bulunması ile ilgili olarak Ergenokon Örgütü’nün müdahil olduğunu rahatlıkla analiz edebiliyorum. Önce bu röportajı okuyalım.Ardından da maceranın devamını...


HAMZA HOCAĞİL’İLE RÖPORTAJ;

Sizi tanıyabilir miyiz? Hamza Hocağil kimdir?

Hamza Hocağil, Hamza Bektaş iken bu İncil meselesi yüzümden soyadını değiştirmek zorunda kalmış bir insan.

23 Şubat 1946’da Malatyada Akçadağ’da Kotangölü Köyü’nde doğdum. Babam o köyün imamıydı.
İlkokulu kendi köyümde, Ortaojulu Akçadağ’da Liseyi Malatya’da okudum.
Sonra dışarıdan Öğretmen Okulu’nı bitirdim. Bir yıl Malatya’da öğretmenlik yaptım.

Erzurum üniversitesi Eğitim Fakültesi’ne girdim Orayı 67’de bitirdim. Malatya’da Darende’de 3 yıl öğretmenlik yaptım. Ozamanlar burada siyasi problemler vardı. Oradan Arguvan adlı bir ilçeye sürüldüm.

Bende 1970 senesinde Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ne Eski Önasya Dilleri Bölümü’ne girdim. 7 kişi alıyorlardı. İkinci yıl sadece ben kaldım.

Hocalarım Prof. Emin Bilgiç, Prof. Kemal Balkan gibi soderece saygıdeğer bilim adamlarıydı. Evlerine gidip özel ders alıyordum. Falkhanstein, Lasvergern gibi hocaların tedrisatından geçtim.

Sonra Dil Tarih Coğrafya Fakültesi bitti. Ankara Gazi Üniversitesi’ne girdim öğretim üyesi olarak. Orada 4 yıl çalıştım

Yüksek Lisansımı Ankara Dil Tarih’te Yapmıştım. Yurt dışı sınavına girdim ve Heidelberg Üniversitesi’ne girdim. Nuh Tufanı ile ilgili doktora tezimle çok kısa sürede doktor oldum. Sonra Fricburg Üniversitesi’ne girdim. Doçent olmuştum. Doçentlik üstü çalışmalar için Köln Üniversitesi’ne girdim. Sonra Türkiye’ye döndüm. İsmail Hakkı Şengüler’in sahibi olduğu Hikmet Yayınları’nda çalışmaya başladım.

Boğaziçi Üniversitesi’nde Arkeometri Enstitüsü’ne geçtim.
Harp Akademileri’nde dersler verdim.

Barnabas İncili ile ilgili serüven nasıl başladı?

Hikmet Yayınevin’de çalıştığım dönemdi. 80’lerin başıydı. Bir gün dönemin Malatya Milletvekili İsmail Hakkı Şengüler’in ricasıyla bana süryanice papirüsle yazılmış iki sayfa geldi. Sayfalar bana gelene kadar birçok papaza götürülmüş ancak papazlar metnin ne olduğunu anlamamışlar. Yaptığım tercüme sonucunda metnin Arami dilinde ve Süryani alfabesinde olduğunu ve bunun Barnabas İncili’nin nüshaları olduğunu tespit ettim


Kitap nasıl başlıyordu?

Kitabın giriş kısmında,
“Alemlerin Rabbi Allah tarafından Mesih’e vahyedileni ondan duyduğum gibi 48 yıl sonra, aynen duyduğum gibi, DEMİR NÜSHA olarak yazıyorum. Ben kıbrıslı Barnabas’ım”
ifadeleri vardı.

Peki nasıl Bulunmuş bu İncil anlatır mısınız?

PEKİ NASIL BULUNMUŞ BU İNCİL ANLATIRMISINIZ ?

İncil 1981 kışında köylülerin avdan döndükleri bir sırada şimdi Şırnak sınırları içinde kalan, o vakitler Hakkari sınırları içinde olan Uludere yakınlarında bir mağaraya girmeleriyle bulunuyor.
Köpekleri mağarada kayboluyor: ancak sesinin çok derinden duyulması üzerine köpeği kurtarmak için ertesi gün uzun urgan sarkıtarak 150 metre aşağı iniyorlar.

Buradan taştan yontma bir oda içerisinde, bir lahit ve bazı eşyalarla karşılaşıyorlar. Önce Hz. İsa(as)’a ait bir madalyonu çıkarıyorlar.
Bu madalyonun Paris’te bir müzede satıldığını öğrendim.
Lahitin kapağının açılmasının ardından, cesedin üzerinde İncil bulunuyor. İncil köylülerin üzerinden o sırada Babat Aşireti Lideri Korucu başı Hazım Babat’ın Babası Ferhan Babat’ın eline geçiyor önce.

Ferhan Babat’ın İncil’in tarihi değerini anlaması uzun sürmüyor lve İncil’i satmak için girişimlerde bulunuyor. Babat’ın İncil için istediği rakam 280 bin dolardı.

Bu parayı dönemim Malatya milletvekili İsmail Hakkı Şengüler Bey ödemeyi kabul etmişti. Ferhan Babat’la anlaşmaya varılmıştı. Diyarbakır Milletvekili İhsan Arslan’ın babası Mehmet Ali Arslan’la birlikte İncil’i teslim almaya gittik. Ancak o sırada beklenmedik bir şey oldu.
İncil bize teslim edilemeden Jandarmanın eline geçti. 2 yıl boyunca jandarma karargahında saklı tutuldu. Ardından o sırada Kemal Başer Paşa’dan alınarak Genelkurmay Özel Harp Dairesi’nin eline geçti.

PEKİ BU İNCİL’İN TERCÜMESİ ÇALIŞMASINA DAHİL OLMANIZ NASIL BAŞLADI ?

Ben Malatyalıyım. Turgut Özal 1983 yılında Başbakan olunca kendisine ulaştım. Özal ile tanışırdık.
1986 yılında konuyu kendisine anlattıktan sonra beni Özel Harpçi Orgeneral Sami Karamısır Paşa’ya gönderdi.
Önce beni epey sorguladılar, amacımın ne olduğunu anlamak istiyorlardı.
Ben kitabın sadece tercüme boyutuyla ilgilendiğimi söyledim.

Ardından İstanbul Balmumcu’da bulunan Özel Harp Karargahında Sami Karamısır Paşa ve MİT Müsteşarlığı da yapmış olan ve halen hayatta olan Hayri Ündül Paşa’nın görevlendirmesiyle tercüme çalışmasına başladım.

ESER SİZE İLK ÖNCE NEREDE GÖSTERİLDİ ?

Önce Ankara’da bulunan o zamanki adıyla Özel Harp Dairesi Başkanlığı’na gittim. Kitabı ilk orada gördüm. Birkaç demir kapıyı aştıktan sonra ulaşılan bir yerdeydi kitap.

Kitap 1987 Yılında Sami Karamısır Paşa ve Hayri Ündül Paşa’nın bilgisi dahilinde İstanbul Balmumcu’da bulunan Özel Harp Karargahı’nda tercüme etmem için bana verildi. Ben burada hergün tercüme çalışmalarını yapıyordum. Tercüme parası da bana Harp Akademileri Komutanı Nahit Şenoğul Paşa tarafından veriliyordu.

Nahit Paşa daha sonra bana Harp Akademiler’nde Koruyucu Envanter dersleri de verdirtti.Bu süre içerisinde İncil’in 19 sayfasını da tercüme ettim.

KİTABIN BU BÖLÜMÜNE KADAR İÇERİĞİNDEN BAHSEDEBİLİR MİSİNİZ ?

Tevhit’ten başka bir şey yoktu. Zikrullah vardı. İbadet etmenin önemi, Allah’a eş koşmama, bu arada komşulara yardımcı olma, Lut Kavmi ile ilgili bazı uyarıcı bilgiler ile ilgili ibret alınmasını öğütleyen bir kıssa vardı.

Dikkatimi çeken bir şey daha vardı

“Bir peygamber gelecek, ona tabi olanlar, dolgun başaklar gibi olacak!” ayeti vardı.

SONRA NE OLDU PEKİ? NEDEN YARIM KALDI TERCÜME İŞİ ?

O sırada Zaman Gazetesi’nden gazeteci Ahmet Ersöz Bey konuyla ilgili beni aradı. Bu konuyla ilgili benimle röportaj yapmak istiyordu.

Sonra Ahmet Bey, bu İncil’i almak istediklerini söyledi.

Ben de Nahit şenoğlu Paşa’ya bunu ilettim.

Şenoğul paşa da kitabın mikrofilmleri için 60 bin dolar istendiğini bana iletti.
Ben de Zaman Gazetesi’ne giderek Ahmet Ersöz’e konuyla ilgili tüm bilgileri verdim.

Yanılmıyorsam 92 ya da 93’tü Ahmet Bey paranın sorun olmadığını ancak mikrofilmlerin nereden çıktığını da belgeli olmasını istedi.

Ben de bunu Nahit Paşa’ya ilettim. Bu olayın ardından askerler bir daha beni aramadı. Ben de bir süre sonra Nahit Şenoğlu Paşa’ya giderek İncil’in son sayfalarını istedim.

Burası son derece önemli Zira Aziz Barnabas bu İncil’i 4. nüsha olarak yazmıştı. Ve
İncil’in son sayfalarında diğer 3 nüshanın nerede olduğunu da ayrıntılı olarak göstermişti.

Bu bölümleri adeta Fatiha gibi ezberlemiştim.

Bu bölümde Hz.İsa’nın Zaho taeaflarında bir Hristiyan köyüne geldiği de anlatılıyordu.

PEKİ İNCİL’E KARBON TESTİ YAPILDI MI ?

İncil’in hem kapağına hem de sayfalardaki mürekkebe Karbon testi İsmail Hakkı Şengüler Bey’in girişimleriyle Zürich’te özel bir kurumda yaptırıldı.

Test sonucunda malzemenin 2000 yılın üzerinde olduğu ortaya çıktı. Malzemenin yapımında nişasta ve pamuk hamuru kullanıldığı da tespit edildi.
İncil’in son sayfalarında diğer nüshaların nerede olduğu da açıkça yazıyordu.

BU İNCİLLER NEREDEYDİ PEKİ ?

Biri Davut Aleyhisselam’ın sarayında, Golan Tepeleri’nin batısında, Taberiye Gölü’nün doğu yamacında bulundu. Bu İncil de Arami dilinde ve İbrani alfabesiyle yazılmıştı.

NASIL BULUNDU BU İNCİL ?

Bu İncil 2002 senesinde bizzat benim girişimlerimle bulundu. Bir Alman firmasının sponsorluğunda yaptık kazı çalışmalarını.

Bu çalışmaya İsrail eski Cumhurbaşkanı İzhak Rabin’in torunu Viktoria Rabin’in çok büyük katkısı oldu
. Viktoria Hanım osırada Boğaziçi Üniversitesi’nde Arkeometri Bölümü’ndeydi
Kendisiyle oradan tanışıyorduk. Dedesinin forsuyla İncil’i rahat bir şekilde çıkardık.

Orada en az bu İncil kadar başka değerli şeyler de bulduk.

DİĞERLERİ NEREDE BULUNDU ?

Diğer İncillerden biri suudi Arabistan’ın kuzeyinde, Tur Mağarasında bulundu.

Bu İncil’i de Almanya’da çalışırken bir İstihkam Binbaşı olarak tanıdığım şimdilerde emekli olmuş bir general olan Cemal El Ammari buldu. Bundan bir süre önce de bana iki sayfasını getirdi.
Bu İncil de Barnabas’ın yazdığı İncil’di Arami dilinde, Rumi alfabeyle yazılmıştı.

YA DİĞERİ?

O daha bulunmadı. Süleymaniye- Zaho taraflarında bir yerde.

PEKİ PİYASADA KÜLTÜR BASIM YAYIN BİRLİĞİ TARAFINDAN İNGİLİZCEDEN TERCÜME EDİLEN BİR BARNABAS İNCİLİ VAR. TERCÜMESİNİ YAPTIĞINIZ İNCİL’LE AYNI MI?

Hayır değil.

PEKİ OTANTİK BARNABAS İNCİL’İ HALA ÖZEL HARP DAİRESİ’NİN ELİNDE Mİ ?

2000 yılına kadar orada olduğunu biliyorum. Eşref Bitlis Paşa’nın oğlu Selahaddin liseden sınıf arkadaşımdı. Bu vasıtayla Eşref Paşa’ya da ulaştım. Daha sonra Hayri Ündül Paşa ve HBB’den bir kameramanın da olduğu bir sırada hep beraber mağarada incelemelerde bulunmuştuk. Tanıdığım generallerden edindiğim bilgilere göre İncil 2000 tarihine kadar hala Özel Harp Dairesi’ndeydi Nahit Şenoğul Paşa Harp Akademileri Komutanı olduğu sırada, 1997-1998 yıllarında bana İncil’in son sayfalarını da verdi.

“O ağzını açtı konuştu. Bir daha aranızda bulunmayacağım. Sen altını biriktirme. Onlar savaşta ölen şehitlerin yetimlerinin ve dullarının malıdır. Sen herkes için gönderilmiş bir peygambersin.”

Orgeneral Nahit Şenoğlu Paşa’nın verdiği Barnabas İncili'nin son sayfalarında bu demir levhaların nasıl yapıldığı ve Davut Aleyhisselam’ın kendi eliyle yazdığı Aramce Zebur ve Harun Aleyhisselam’ın bakır levhalara yazdığı On Emir’in nerede olduğuna ilişkin bilgilerde vardı.

Bu son sayfalarda bulunan bölümlerde, Barnabas’ın 4. nüshayı Davut Aleyhisselam’ın sarayında yazdığını anladım. İsrail eski Cumhurbaşkanı İzak Rabin’in torunu Viktoria Hanım ile birlikte Davut Aleyhisselam’ın sarayında bir Alman şirketinin Sponsorluğunda kazı yaptık.

Bu kazı sırasında hem 2.İncil’i hem de On Emir’i bulduk. Bu İncil de Arami dilinde yazılmıştı.
Viktoria Hanım Etipyopya’dan getirilen bir Yahudi tarafından öldürüldü. Bu olayda İsrail Gizli Servisi’nin etkisi oldu.
Victoria Hanım öldürüldüğünde 27 yaşındaydı.
Yaptığım tercümeyi okuduktan sonra Müslüman olmuştu.

PEKİ SİZ TEHTİT EDİLDİNİZ Mİ BU OLAYLA İLGİLİ OLARAK ?

2003 yılında hastanede geçirdiğim kanser ameliyatı sonrasında İsrail Büyükelçisi tarafından tehdit edildim. Büyükelçi ve yardımcıları tarafından bana artık hiçbir şekilde bu konuyla uğraşmamam gerektiği söylendi.

“İncil’i tercüme etmeyeceksin”
dediler

“Aksi takdirde İlkokul diplomamı, Malatya’daki nüfus kaydını, Lise kayıt defterini, Üniversite kayıtlarını, yani hayatınla ilgili tüm hayati belgelerini sileriz”
dediler

AMA YİNE DE TERCÜME YAPTINIZ ÖYLE Mİ ?

Evet.

KİMİN İÇİN YAPTINIZ BU TERCÜMEYİ ?

Bu tercümeyi Almanca ve İngilizce olarak yaptım. Yunanistan’da Markos Yayıncılık için yaptım.

BU İNCİL GENELKURMAY İÇİN TERCÜMESİNİ YAPTIĞINIZ İNCİL’LE AYNI MIYDI ?

Evet. Genelkurmaydaki İncil’in tek farkı tefsirli oluşuydu.
Barnabas Hakkari’de bulunan İncil’e bazı şerhler düşmüştü.

PEKİ YUNANİSTAN’DA BULUNAN YAYINEVİNE BU İNCİL SATILDI MI ?

Evet. Hem de son derece düşük bir fiyat karşılığında. 60 bin dolar kadar. Bana 15 bin dolar tercüme parası verilecekti.
Ama paramı vermediler.

KİM ARACI OLMUŞTU BU ALIŞVERİŞTE ?

Veli Küçük’ün yaveri olduğu söylenen Adem Taşdemir adında bir arkadaş.

PEKİ BU İNCİL İSRAİL’DE BULUNMADI MI ?

Evet.

TÜRKİYE’YE NASIL SOKULDU PEKİ ?

Bunu Türkiye’ye sokan emekli bir üst düzey askerdi. Kendisini Tuğgeneralliği sırasında tanımıştım. Viktoria Hanım kendisinden yardım istedi. Babasıyla Amerika’da beraber okumuşlar bir dönem. Tanışıyorlardı yani.
Komutan eseri önce İtalya’ya götürdü.

VATİKAN’A MI VERİLECEKTİ ?

Evet. 350 bin Avro karşılığında Vatikan bu İncil’i almak istedi. Ama Viktoria Hanım buna razı olmadı ve bunu engelledi.

Bu arada Kardinal Mario’nun şöyle dediğini hatırlıyorum:

“Gökten İsa gelse bile biz sistemimizi değiştirmeyiz Biz bu kitabı kütüphanemize koymak için almak istiyoruz.”

SONRA NE OLDU ?
Paşamızın tercümeyi ancak benim yapabileceğime inanmasıyla eser Türkiye’ye geldi

. Sonra bu kitap Yunanistan’da bulunan bir yayınevine satıldı. Ben bu İncil’in mikrofilmlerini almayı başardım.(Mikrofilmlere daha sonra el konuluyor)

BU İNCİL DÜNYA’YA DUYURULURSA ETKİSİ NE OLUR ?

Bir kere İncil’in Kuran’la ne denli uyumlu olduğu ortaya çıkar. Benim tercüme ettiğim İnciller, özellikle şerhli Hakkari metni ve Taberiyye, yani Golan metninde Kuran’la birebir örtüşen ayetler var şiir biçiminde. Kuran’da Tevhidi olarak ne görüyorsak bu İncillerde de bunu görüyoruz. Bunu Kardinal Mario ve Vatikan Kütüphanesin’nde Alex’in bizi tanıştırdığı bir doçentle de konuşmuştuk. O sırada kitap bendeydi. Onlar için ben karşılaştırıyordum sayfaları. Ayetlere numara verilmemişti. Kırmızı başlıklar vardı. Mesih İsa’ya hitap edildiği, İlah ve Allah kelimelerinin geçtiği yerler kırmızı ile yazılmıştı.

Bana dediği şu oldu:
“İsa da gelse biz sistemimizi değiştirmeyiz. Başkalarının eline geçmesin, insanların kafası bununla karışmasın ve kalpleri bununla ifsad olmasın diye alıkoyacağız diyorlardı”

Kuran Allah’ın son vahyi. İsa’ya gelen vahiyler Kuran ayetleri ile birebir örtüşüyor. Bunlar aynı vahiy.
Bunlar korunmuş bir kitaptan, arşı alemden indirilmiş kitaplar.
Ben beyit beyit tercüme ettim bu İncil’i. Değişmemiş bir İncil.Şiiriyet var aletarasyon var.

******
Hamza Hocağil bunları anlattığı zaman çok korkmuştu.
Evinden gazeteci arkadaşım Mustafa Aydın ile çıktığımızda siyah bir minibüs tarafından taciz edildiğimizi de belirtelim. Evinin izlendiğini gözlemlediğimizi söyleyebiliriz.

7 Ağustos 2012 Salı

Risale i Nurlar bu asrın fehmine (anlayışına) Kuran ı Kerim'in bir dersidir



Hayat dedikleri şey, dünya hayatımızdan başkası değildir ölürüz, diriliriz ve bizi ancak zaman helâk etmektedir.

Cevap Kuran'da
Kur'an-ı Kerîm'de: "Dediler ki: o (hayat dedikleri) şey, dünya hayatımızdan başkası değildir; ölürüz, diriliriz, Ve bizi ancak dehr (zaman) helâk etmektedir.' Halbuki onların bu sözlerinde hiçbir ilimleri yoktur. Onlar ancak zanda bulunuyorlar." (Casiye, 45/24)

her şeyin icad edicisi ve yaratıcısı sebeplerdir.Felsefede bu fikre determinizm felsefesi deniyor.
her şey tesadüfen kendi kendine oluşuyor
her şeyin yaratıcısı ve icad edeni tabiattır


Cevap Risale-i Nurdan

  Bir çiçeğin tesadüfen veya kendiliğinden oluşması ebedi ve ezeli olarak imkansızdır. Zira çiçek üstünde fail ve sanatkarına işaret eden sayısız nakış ve işlemeler vardır. Bütün bu nakış ve işlemeler kendiliğinden tesadüfen ortaya çıkmıştır demek, bir uçağın mühendis ve usta olmadan kendiliğinden oluşmuştur denmesi ile aynıdır.
  Basit bir fiil bile failsiz olmadığına göre, çiçek ya da ona benzer harika ve mükemmelsanatların kendiliğinden,failsiz bir şekilde vücut bulması mümkün değildir.

  Domates var, biber var, soğan var, bıçak var, ocak var ama aşçı yok. Böyle bir durumda hiçbir zaman ortaya yemek çıkmaz. Bu malzemeler, aşçı olmadığı halde, kendiliğinden yemek oldu demek nasıl makul değil, bir hezeyan ise, aynı şekilde elma, armut, üzüm, karpuz gibi daha mükemmel ve daha harika yemeklere, kendiliğinden, tesadüfen oluştu demek aynı derecede ve belki daha aşağı bir hurafe ve hezeyandır.Yine arkeologların kazı yaparken, iki taşın üst üste olmasını bile tesadüfe veremeyip, "burada bir medeniyet yaşamış" demeleri gibi, şu kainat medeniyetinde ve şehrinde harika gezegen ve yıldızların hassas bir ölçü ve ahenk ile dönüp dolaşmalarını tesadüfe vermek akıl karı değildir. Birinci fikre göre fail sebeplerdir. Tesadüf fikrinde ise fail rastlantıdır. Yani bir sanat rastlantıneticesinde o vaziyeti almış diyorlar. Halbuki bu fikre göre sanatın sanatkarısebeplerdir.
  
  Mesela, elmayı icat eden ağaç, balı yapan arı, sütü veren inektir. Sebepler burada İlahlaştırılıyor. Tesadüffikrinde ise elma, ağaç sayesinde değil, rastlantısonucu oluşmuştur; sütü, inek değil, tesadüf o kıvama getirmiştir, iddiası hakimdir. Arı amaçsız uçarken, bala rastlamıştır ve hakeza. Birinde sanatı yapan sebepler iken, diğerinde ise tesadüf ve rastlantıdır.


  Bir eczahanede, gayet muhtelif maddelerle dolu, yüzer kavanoz şişeler bulunuyor. O ilaçlar, insanlar için bir macun istenildi. Hem hayattar, harika bir macun, onlardan yapılmak icap etti. Geldik, o eczahanede, o zîhayat macunun ve hayattar macunun çoklukla efradını gördük. O macunlardan herbirisini tetkik ettik.

   Görüyoruz ki, o kavanoz şişelerden herbirisinden, bir mizan-ı mahsusla, bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem ötekinden, altı yedi dirhem başkasından, ve hâkezâ, muhtelif miktarlarda eczalar alınmış. Eğer birinden, bir dirhem ya noksan veya fazla alınsa, o macun zîhayat olamaz, hâsiyetini gösteremez. Hem o hayattar mcunuda da tetkik ettik. Herbir kavanozdan bir mizan-ı mahsusla bir madde alınmış ki, zerre miktarı noksan veya ziyade olsa, macun hassasını kaybeder. O kavanozlar elliden ziyade iken, herbirisinden ayrı bir mizanla alınmış gibi, ayrı ayrı miktarda eczaları alınmış.
Acaba hiçbir cihette imkân ve ihtimal var mı ki, o şişelerden alınan muhtelif miktarlar, şişelerin garip bir tesadüf veya fırtınalı bir havanın çarpmasıyla devrilmesinden, herbirisinden alınan miktar kadar, yalnız o miktar aksın, beraber gitsinler ve toplanıp o macunu teşkil etsinler? Acaba bundan daha hurafe, muhal, bâtıl bir şey var mı? Eşek muzaaf bir eşekliğe girse, sonra insan olsa, "Bu fikri kabul etmem" diye kaçacaktır.

   İşte bu misal gibi, herbir zîhayat, elbette zîhayat bir macundur. Ve herbir nebat, hayattar bir macun gibidir ki, çok müteaddit eczalardan, çok muhtelif maddelerden, gayet hassas bir ölçüyle alınan maddelerden terkip edilmiştir. Eğer sebebe, unsura isnad edilse ve "Sebep icad etti" denilse, aynen eczahanedeki macunun, şişelerin devrilmesinden vücut bulması gibi, yüz derece akıldan uzak, muhal ve bâtıldır.
   Elhasıl, şu eczahane-i kübrâ-yı âlemde, Hakîm-i Ezelînin mizan-ı kazâ ve kaderiyle alınan Hayata lüzumu bulunan maddeler, hadsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilim ve herşeye şâmil bir irade ile vücut bulabilir. "Kör, sağır, hudutsuz, sel gibi akan bütün unsurlar ve yaratılışlar ve sebebin işidir" diyen talihsiz, "O macunu acip, kendi kendine, şişelerin devrilmesinden çıkıp olmuştur" diyen divane bir hezeyancı, sarhoş bulunan bir ahmaktan daha ziyade ahmaktır. Evet, o küfür ahmakane, sarhoşâne, divanece bir hezeyandır.

   Acaba bir saatçi, saatin çarklarını yapsın, sonra saati çarklarla tertip edip tanzim etsin, daha mı kolaydır? Yoksa harika bir makineyi o çarklar içinde yapsın, sonra saatin yapılmasını o makinenin câmid ellerine versin, tâ saati yapsın, daha mı kolaydır? Acaba imkân haricinde değil midir? Haydi, o insafsız aklınla sen söyle, sen hâkim ol.
Veyahut bir kâtip mürekkep, kalem, kâğıdı getirdi. Onunla kendi bizzat o kitabı yazsa daha mı kolaydır? Yoksa o kâğıt, mürekkep, kalem içinde, o kitaptan daha san'atlı, daha zahmetli, yalnız o tek kitaba mahsus olarak bir yazı makinesi (matbaa)(printer) icad etsin, sonra o şuursuz makineye "Haydi, sen yaz" desin de kendi karışmasın, daha mı kolaydır? Acaba yüz defa yazıdan daha müşkül değil midir?
Eğer desen: Evet, bir kitabı yazan makinenin icadı o kitaptan yüz defa daha müşküldür. Fakat o makine, aynı kitabın birçok nüshalarını yazmasına vasıta olmak cihetiyle, belki bir kolaylık var.
Haydi, farz-ı muhal olarak, tabiata bir matbaa nazarıyla baktık. Fakat bir matbaaya ait olan tanzim ve basmak, yani, muayyen intizamını kalıba sokmaktan başka, o tanzimin icadından, icadları yüz derece daha müşkül bir zîhayatın cismindeki maddeleri aktâr-ı âlemden mizan-ı mahsusla ve has bir intizamla icad etmek ve getirmek ve matbaa eline vermek için, yine o matbaayı icad eden Kadîr-i Mutlakın kudret ve iradesine muhtaçtır. Demek bu matbaalık ihtimali ve farzı, bütün bütün mânâsız bir hurafedir.

   Acaba gayet derecede mâkul ve hadsiz bürhanların neticesi olan bu hakikatin kabulü mü daha kolaydır? Acaba vücub derecesinde lâzım değil midir? Yoksa cansız, şuursuz, mahlûk, yapmacık, basit olan o sebep ve tabiat dediğiniz maddelere, herbir şeyin vücuduna lâzım sebepsiz canlı hayat ve aletler verip hükmederek, görerek işleri kendi kendilerine yaptırmak mı daha kolaydır? Acaba imtinâ derecesinde imkân haricinde değil midir? Senin o insafsız aklının insafına havale ediyoruz.
  Münkir ve tabiatperest diyor ki: "Madem beni insafa davet ediyorsun. Ben de diyorum ki: Şimdiye kadar yanlış gittiğimiz yol hem yüz derece muhal, hem gayet zararlı ve nihayet derecede çirkin bir meslek olduğunu itiraf ediyorum. Sabık tahkikatınızdan, zerre miktar şuuru bulunan anlayacak ki, esbaba, tabiata icad vermek mümtenidir, muhaldir. Ve herşeyi doğrudan doğruya Vâcibü'l-Vücuda vermek vâciptir, zarurîdir. Elhamdü lillâhi ale'l-îmân deyip İmân ediyorum.

Kainat her an milyarlarca faaliyete sahne olmakta. Bu haliyle dev bir laboratuara, yahut muazzam bir sahneye benziyor. Müthiş manevraların yapıldığı bir ordugaha, akıllara durgunluk verecek büyüklükte bir fuara veya milyarlarca yaratığın istifade ettiği geniş bir sofraya da benzetebiliriz.

İşte dünyamız! Güneşin etrafında büyük bir hızla dönüyor. Fakat uzaya fırlamıyor. Üstünde taşıdığı yolcuları, yani insanları, hayvanları, bitkileri, cansızları hiç incitmeden binlerce yıldır taşıyor.Tabiatın yaratıcı olduğunu iddia edenlere şunu da sormak gerek: "Kainatı ve tabiat kanunlarını kim yarattı?" Bu suale, mecburen "tabiat" diye cevap verecektir. "Tabiat nelerden ibarettir?" diye ikinci bir soru sorulursa, "Kainattan ve tabiat kanunlarından ibarettir," cevabını verecektir. Çünkü, gerçek de budur. Bu cevabı aldıktan sonra son darbeyi indirmek gerekir: "Tabiatçı efendi! Sen bu sözlerinle, kainatın kendi kendini yarattığını iddia etmek gibi gülünç bir duruma düştüğünün, farkında mısın?" Bu durum gerçekten gülünçtür. Çünkü, "Yazıyı yazan yazıdır", "Sehpayı yapan sehpadır" demekten farkı yoktur bunun.



Öldükten sonra dirilmeyi gericilik olarak görmek benim atomlarım başka maddelerde hayatına devam edecek








Yaradan Bunca sene yediriyor içiriyor kaldırıp çukura atıyor bununla neyi amaçlıyor ?(Çantacı Necmi abi sohbetinden)

BAK ALTAN BEY SİZ BENİ EVİNİZE MİSAFİR ETSENİZ
7 KATLI DAİRENİZDE HER GÜN BİR KATINDA BENİ YEDİRDİN İÇİRDİN SONUDA 7 KATA GELDİĞİMİZDE YETER YEDİĞİN DEDİN BENİ YETER GÖZÜM GÖRMESİN DEDİN
AŞAĞI ATARMISIN OLURMU ÖYLE ŞEY.SEN YAPMAZSINDA RABBİMİZ YAPARMI.ŞU UÇAĞIN GİDİŞATINDAN PİLOTUN VARLIĞI BİLİYORUZ BU KAİNATINDA GİDİŞATINDA
RABBİMİZİN VARLIĞINI BİLİYORUZ.BU CESEDİMİZ BİZE ÖBÜR TARAFTA YAKIŞMADIĞI İÇİN RABBİMİZ BU CESEDİ BİZDEN ALIP DAHA GÜZELİNİ ORDA VERECEK

Benim annem ve babam da namaz kılıyor. Ama ben böyle seylere inanmıyorum. 

  Benim için tek geçerli yol,kuralsız,açık ve engelsiz bir yasam biçimidir. Dilediğim gibi özgürce ve gerektiğinde kuralları kendim koyarak..

   Çünkü,dinler insanların tam zevk ve keyif almalarını engelliyorlar.İnsanın tam zevk ve keyif alması ve dilediği biçimde bir hayat olusturması için,dinden ve dinin kurallarından kurtulması lazımdır. Hatta bu konuyu hiç düsünmemesi lazımdır.Yasadığım hayatta bir tek kural bile olsa huzurumu bozuyor yasam zevkimi engelliyor.Ben hesap kitap isine inanmam.Đnsan ,çesitli evrimler sonucu bu hale gelmis bir canlıdır. Bu hale gelmesi için de herhangi bir yönlendirmeye ihtiyaç yoktur. Mekanizması kendi kendini yenileyecek durumdadır. “insan,ayakta kalabilmek ve kendini koruyabilmek için bazı kanunlar gelistirmistir. 


   Toplumsal yasamda ortak değerlerin olusmasıyla da bugünkü hale gelmistir. “insanın bu hale gelmesinde ve yasamını sürdürmesinden kimseye karsı bir borcu yoktur. O hayatını en iyi sekilde yasayıp,çekip gidecektir. O insan için de her sey orda bitecektir. “insan mutlu olması için ,yalnızca kendi hayatını düsünmeli ve hiçbir yaptırımın
ve kuralın esiri olmamalıdır.”Cevap Risale-i Nurdan Her insan hak fıtratı üzerine doğar. (ileri sürülen fikirler temelinde materyalizmin marksizmin ,darwivizmin ve ateizmin görüsleri yatmaktadır.Bu gibi düşünceler o fikirlere sahip kitapları okuyarak elde edilir)


    Hakkı ararken bazen eline batıl geçer,hak zenneder ,koynunda saklar. En büyük yanlısı doğru telakki ederek,kendisine hayat felsefesi yapar.Alexis carrel “insan önce kendini tanımalı ve kendisini bir kitap gibi okumalıdır. Kendisini okuyamayan insan,kainatın en ince sırlarını bilse de yine de cahil kalır.”Bediüzzaman Said Nursi nin “Ey kendini insan zanneden insan,kendini oku..”Hiç kendinize,ben kimim? Neyim? Nereden geldim? Ne için geldim? Amacım nedir?Nereye gidiyorum? Kime borçluyum? Ne gibi nasıl hesap vereceğim? Diye soruyormusunuz? Eğer bu ve buna benzer sorular soruyorsanız,tabii ki cevabını da merak ediyorsunuzdur? Cevabını merak eden olduysa bir araştırma yaptı mı?önemli isler basarmak,büyük hedeflere kosmak,birçok kesif ve sırlara ulasmak için çırpınan insan ;kendisini ne kadar tanımakta ,tasıdığı değerlerin,sırların ve emanetin ne kadar farkına varmaktadır?Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Gayem nedir? Beni gönderen kimdir? Diye sormustur?

    Fen bilimleri açısından insan,canlıların enmükemmelidir. Hayret verici bir düzen uyum ve planlama içindedir. “insanbir tek hücreden yaratılmıstır. Zigot denilen gözle görülmeyen ancak yüzlerce defa büyültülerek görülen bu hücre kendinden binlerce vetrilyonlarca büyük bir konuma gelerek hayat için gerekli olan her türlücihazla donatılıp dünyaya bir insan olarak gönderilmektedir.“insan çokzaman kıymetini takdir edemediği harika bir vücudu,essiz bir sanat eserini ve antika bir sahaser tasımaktadır. Öyle ki, bir tek hücreyi bile yapmaktan
aciz olan insan,akılların hayrette bırakan sayısız hücrelerin mükemmel isbirliği ve uyumu ile hayatını sürdür-mektedir. “Bu hücrenin ,yani ceninin zamanla insan vücuduna dönüsmesi her hücrenin belirlenen hedefe ulasması ve hiçbir hücrenin görevini aksatmadan yüzbinlerce görevi bir anda yapması insan aklını tam anlamıyla sasırtmaktadırlar. “Đnsanın iç ve dıs organları,birbirini koruyan ,kollayan,yardımcı olan ve harika bir alısveris sistemi üzerine kurulmustur. Đnsan vücuduna baktığımızda hiçbir organın fazlalığı görülmediği gibi,eksik bir organa da rastlanmaz. Öyle ki insan ; en seri en çabuk ve en verimli sonuç olacak bir planlamaya göre düzenlenmistir. 


    Dısarıdan alınan besinlerin yenilmesi,sindirilmesi emilmesi ve artıkların dısarı atılması harika bir çalısmayla yürütülür ve sonuçlanır. Bu konuyu gözleyen bilim adamları sasırmaktan kendini alamamıslardır. Đnsan beyninde 10 milyar karar merkezi vardır. Bu merkezlerin her birinde sayıları 2000 e varan sinapslar mevcuttur ve sinapslardan her an yüzlerce olay cereyan eder. Ayrıca her bir sinaps,diğer milyonlarca sinapstan haberdar olarak ve birbirini karsılıklı kontrol ederek çalısır. Đste beynimiz,sinirlerimiz böylesine göz kamastırıcı bir harikalar ülkesidir. Gözünüzü nereye çevirseniz Ulu Yaradanın muhtesem sanatını görürsünüz.Bildiğiniz gibi insan;daima doğruyu güzelliği ve hakkı arama özlemi içindedir. Evrenin bir bütün olarak gerçek durumunu ,insanın ne olduğunu ve ne olması gerektiğini bilmek istemektedir. Đnsan aklı vasıtası ile dünyayı ve evreni aydınlatmaya çalısır. Đnsan aklı kuvvetli inanç ve ahlak sistemleri ile desteklenmezse doğruyu arıyorum diye daha da yanlıslara sapabilir. Bunu felsefe dünyasında çok çarpıcı örnekleri vardır. Bunların bir kısmı,ya herseyi inkar eden bir ateist olmuslardır ya da herseyi maddede arayan bir materyalist olmuslardır. Đnsan toplumsal bir varlıktır. Birlikte yasama,birlikte paylasma ,yardımlasma ve dayanısmaya muhtaçtır.insandaki bu duyguların pekismesi lazımdır.“Allah korusun senin akli muhakemen yerinde olmasa da ,bir hekime gitsen,seni sıhhate kavustursa,o hekime karsı nasıl bir borç altına girdiğini düsünürsün?Çünkü hekim bir hayat sunmus oluyor.”

   “Peki,gözlerin olmasa ve dünyayı hiç görmesen . birisi gelip sana göz taksa ve görmeye baslasan ,gözünü açan kisiye karsı nasıl bir minnet altına gireceğini varsayarsın?” “Yani,ona da bir ömür verilir. Çünkü fiyatı çok fazla olmalıdır.” “Konuyu uzatırsak,dil,ağız,burun,kulak ve özet olarak bütün organların için aynı seyi üsünürsek ,insanın borcu ne kadar olur?”iki göz,bir akıl ,bir dil veya herhangi bir uzuv için ,karsıılığında köle gibi çalısmak göze alınır ve bu aklın gereği ise;su mükemmel vücut sarayını vesu muhtesem biyolojik ve psikolojik alemi bizlere sunan ,kainatı milyarlarca nimetlerle doldurup ,bize veren kudret sahibine ,ne gibi ve nasıl bir borcumuzun olduğunu hiç düsünmez miyiz?” “Bütün alemi emrimizeveren ve pesimizde kosturan zatı merak edip,bilmek ve tanımak istemezmiyiz? Bizden ne istediğini sormak aklımıza gelmez mi?BİNLERCE NİMETİ SUNAN ZAT,BUNLARI BEDAVA VERİR Mİ? “Hayatımıza binlerce nimetleri sunan Zat,bunları hiç bedava verirmi? Bunların bir hesabı olmaz mı?Bizi bu dünyaya gönderen bizlere nimetler sunan Zat bir gaye için göndermis olmalı ve alıp götürdüğü zaman da hesaba çekmelidir. 


    Çünkü,her alıs verisin bir karsılığı ve bir hesabı vardır.” “Bak bu konuyla ilgili değerli bir alim sunları ifade ediyor: “Đnsan bu dünyaya keyif sürmek ve lezzet almak için gelmediğine ,mütemadiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlasması ve mütemadiyen zeval ve firakta yuvarlanması sahittir....demek insan dünyaya yalnız güzel yasamak için ve rahatla ve sefa ile ömür geçirmek için gelmemistir. Belki azim bir sermaye elinde bulunan insan,burada ticaret ile ebedi,daimi bir hayatın saadetine çalısmak için gelmistir. (S.Nursi)

“Allah ve dini inkar etmekle,bütünkuralları çiğnemekle,her türlü yasayıs seklini pervasızca yasamakla,nasıl istisna bir huzur ve mutluluk buldun? Bunu için vicdanen ve aklen rahat mısın?”Allahvardır,kainatı o yaratmıstır. Kainatın bir baslangıcı vardır. Bir de sonu olacaktır . Kainat ne kendi kendine olmustur,ne sebepler yapmıstır,ne de tabiat yapmıstır.Önce kainat yaratılmıs mı? Yaratılmamıs mı? Yani madde ezeli mi yoksa bir baslangıcıvar mı?Son yıllardaki arastırmalar,kainatın hızla genislediğini,galaksilerin birbirinden uzaklastığını göstermektedir. Bu genisleme olayı tersine çevrilse,bir büzülme görülecek ve bütün kainat bir madde haline gelecektir. Bu arastırmalar ,kainatın bir sıfır noktasında basladığını göstermektedir. Kuran ı Kerimde göklerin ve yerin altı günde ,dünyamızın ise ii günde yaratıldığı ifade edilmektedir. Tabii burdaki gün tabiri,Allah ın bildirdiği devir ve safha manasındadır. Kuran da bizim günümüzle bin hatta elli bin seneye denk olan günlerden bahsedilmektedir.Yani Kuran daki bu ifadeler,yaratılıs safhalarına isarettir. Cenab-ı Hak ilkönce su gibi akıcı olan ve kainatın kainatın her tarafını kusatmıs bulunan esir maddesini yaratmıs,gökleri ve yerleri bu esir maddesinden insa etmistir.Hud Suresinin 7.

  Ayeti ile isaret ederek söyle demistir:Cenab-ı Hak kın arsı ,su hükmünde olan esir maddesi imis. Esir maddesi yaratıldıktan sonra,Sani in ilk icatlarının tecellisine merkez olmustur. Yani,esiri halk ettikten sonra cevher-i ferde(atomlara) kalbetmistir. Bediüzzaman,esirin mahiyetinden bahsederken,akıcı bir su gibi,mevcudatın aralarına nüfuz etmis bir maddedir görüsünü ileri sürmektedir. Ayrıca, elektrik,ısık,sıcaklık ve çekim kuvveti gibi latif ve akıskan madelerin esirden yapıldığına ve böylece kainatın hertarafına yayıldığına isaret etmektedir. Esir maddesi,hiçlikten yaratıldıktan sonra Cenab-ı Hak kın ilk icalarına temel olmus ve atomlar bu maddelerden yaratılarak gaz ,sıvı, ve katı hallerde hizmete kosturulmustur. İlk olarak katılasıp,hizmete hazırlanan gezegen ise dünyamızdır.Gökyüzündeki yıldız ve gezegenler,uzun müddet önce gaz,sonra sıvı halinde bir ates kütlesi olarak kaldığı halde,yer yüzü hepsinden evvel katılasıp kabuk bağlamıs ve hayata zemin teskil etmistir. Bu itibarla dünyamızın yaratılısı ve olusumu ,göklerden ve diğer gezegenlerden öncedir. Arz ve semavat birbirine yapısık idiler. Sonra biz onları birbirinden ayırdık.Mealindeki ayetin ifadesinde ,baslangıçta dünyamızın ve semavatının birbirine yapısık oldukları ve sonra birbirlerinden ayrıldıkları anlasılmaktadır. Bu ifade modern ilmin izahına da çok uygun düsmektedir.Enbiya suresinin 30.ayetinde “Her seyi sudan yarattık “ seklindeki ifadeyi birçok alim,bu su esir maddesine isarettir demistir.çünkü esir maddesi su kadar akıskan,ince latif bir maddedir.Cenab-ı Hakkın iki tarzda icadı vardır. 


   Birisi ‘ibda’ yani hiçten yoktan yaratmak icat etmektir. Diğeri ise ‘insa’ yani yaratılmıs unsurları bir araya getirmek suretiyle yeni bir varlık ortaya çıkarmak,yaratmaktır. “ Bütün maddenin özünü meydana getiren ve kainatın ilk cevheri durumunda bulunan ‘esir’ maddesi yoktan yaratılmıstır. Bu madde ,ilahi hikmetle patlatılmıs,atom,enerji ve diğer temel parçacıklar vücuda getirilmistir. Bu ilk yaratma isi,bir defaya mahsus olmak üzere yapılmıs ve insa dediğimiz,esyanın mevcut elementlerden yaratılması kapısı açılmıstır. “Artık suan ,zerrelerin yoktan yaratılması söz konusu değildir. İlk yaratılısta,madde lazım olduğu kadarıyla bir defaya mahsus olarak yaratılmıstır.


   Ancak her baharda yeniden vücut bularak canlanan milyonlarca bitki ve ağaç;sekil ,renk,model,koku ve ağaç,bir bahar öncesinin durumuyla tıpa tıp aynısı değildir. Bunlar her bahar yoktan yaratılır. “Fakat ol emriyle ,yoktan yaratılıs hususunun mahiyetini iyi bilmek lazımdır. Bir kere bize göre yok olan bir sey,maddi bir vücut sahibi olmasa da,Allah tarafından bilinmektedir. Çünkü,Cenab-ı Hakkın ilim sıfatı muhittir,yani herseyi içine alır. Dolayısıyla, ilahi ilim dairsenin dısına hiçbir sey çıkamaz. Bu ilim dairesinden maddi vücut dairesine çıkan bir sey,bize göre yoktan var edilmistir. Ama bunu hiçbir zaman mutlak yokluk seklinde tasavvur edemeyiz.Bir seyin modeli yani örneği,misli ve emsali hiç yokken yaratıldığını düşünelim. Bu hadise bize göre yoktan ,hiçlikten yaratılmaktadır. Ancak bize göre modeli ve emsali olmayan bir şey,alhi ilim dairesinde mevcuttur. Bu varlık, maddi bir vücut giyip,madde alemine çıkmayınca,biz onu bilemiyoruz. Çıkınca da,hiçlikten yaratıldı diyoruz. Fakat bu bizim akıl kapasitemizin tespitidir. Ve bize göre yokluktan yaratılmıştır. İlahi ilim dairesine göre değildir.Çünkü,onun dairesinde o mevcuttur. Yalnızca vücut giymemiştir.


   “Allah ,mevcut bir maddeyi nasıl yok eder? Yok ediyorsa örnek gösterelim. Edemiyorsa(hasa) bir şeyi yok edemeyen,nasıl yaratıcı olur? sorusu aklımıza gelebilir.Her baharda yeniden yaratılan milyonlarca bitki ve ağacın dal,yaprak ve meyvelerinin tipi,kokusu ,sekli,model, ve kendilerine has hususi tarzları,kıs mevsimiyle birlikte yok olmaktadır. Sobaya bir odun atalım ve yakalım. Odunun kül olduğunu görürüz. Bu esnada odunun ebadı ,ağırlığı ,kokusu,rengi ve tipi yok olmuştur. Belki külünü,çıkardığı enerjiyi ve dumanı toplasak tekrar odunun ağırlığını bulabiliriz,ama onun renk,desen ve koku gibi diğer vasıflarını geri getiremeyiz. Çünkü onlar yok olmuşlardır.Astronomi alimlerince son yıllarda yapılan bir takım araştırmalar,dünyamızdan çok daha büyük olan yıldızların kara delik adı verilen ve mahiyeti bilinmeyen bir yere girerek kaybolduklarını ve madde aleminden çıktıklarını göstermektedirler. Bu kara deliğin çekim gücünün sonsuza yakın olduğu ifade edilmektedir. Kara delikler,sıcaklığı ,ışığı,sesi ve her türlü radyasyonu bir anda yutarak yok etmekte ve dev yıldızların içine düşüp yok olduğu dipsiz bir kuyuyu andırmaktadır. Bu açıdan kara delikler,ebedi bir aleme geçişe misal olarak değerlendirilebilmektedir.Bu yere geldiğimizde şu sorularda aklımıza takılabilir 

    Basit maddeler,basit oluşumlar daha düzenli sistemleri meydana getirip,sonuçta bu hale gelmiş olamaz mı?Yani kendi kendine oluşum.Maddeyi tanımak için,maddenin en küçük parçası olan atomdan başlamamız gerekir. Bu konudaki kitaplar karıştırıldığında atomlardan kainatın yapı tasları olarak bahsedildiği görülür. Atomların değişik oranlarda bir araya gelmesiyle elementler ortaya çıkmıştır. Elementlerin de muhtelif şekillerde birleşmesiyle moleküller meydana gelir. Etrafımızdaki alem, içindeki canlı cansız sayılmayacak kadar çok ve değişik varlıklar ,bu moleküllerden inşa edilmiştir. Atomu ,gerek kendi içinde dengeli hareket ettirmek ,gerekse komşularıyla çok hesaplı iliskiler kurmasını sağlamak için,dört kuvvetten oluşan çok hassas bir kanun konmustur. Son derece hesaplı ve dengeli olan bu kanunun hüküm sürmesiyle kainatın ve bizlerin varlığı mümkün olabilmektedir.


    Öyle ki,bu kanunu meydana getiren dört kuvvetten biri olan nükleer kuvvet olmazsa ,atom çekirdeği teşekkül etmez. Zayıf kuvvet adıverilen kuvvet bulunmazsa ,elektronlar meydana gelmez. Elektromanyetik kuvvet olmazsa ,atom da oluşmaz. Ve çekim kuvveti yok olsa dünya olmaz,güneş olmaz biz olmazdık. Kısacası bu kuvvetlerden birinineksikliği,kainatın sonu demektir. Hatta onların birindeki zaaf veya hesap hatası dahi,aynı neticeyi meydana getirir. Tabii,burada atomların küçüklüğünü de dikkate almak lazımdır.

   Bir santimetre küp havada bes milyonkere bes milyon atom olduğu düsünülecek olursa ,atomların ve atomlardan teşekkül eden kainatın aratılısındaki esrar daha iyi anlasılır. Atomun Bir sınıfta öğretmen olduğumuzu farz edelim. Kendi aralarında 15-20 öğrenci konusur ve hepsinin sesleri birbirine karısmadan süratle ve atomlar vasıtasıyla bize ulasır. Aynı atomlar, günesin ısığını,ısısını ve yedi rengini de sınıfa getirir. Sobamızdan çıkan sıcaklık da atomlar eliyle etrafa yayılır. Aynı anda uzaklardaki bir radyo sesi,gök gürültüsü veya bir zil sesi de duymus olabiliriz. Bu is de aynı atomların vazifesidir. Sınıfımızın etrafını yüz bin insan sarsa ve hepsi de bize değisik tonlarda ,değisik sivelerde ve değisik dillerde seslenseler,aynı atomlar bu sesleri birbirlerine karıstırmadan aynı süratle naklederler. Canlı,akıllı ve suurlu bir insanın bir anda bes altı is yaptığını,meselabirisiyle konusurken baska birini dinlediğini,bu arada yazı yazıp kafasında çesitli hesaplar çözdüğünü duysak,gazetelerde manset yapar,dünya rekortmeni ilan ederiz.

   Cansız,akılsız,gözsüz ve suursuz küçücük bir atomun bir anda binlerce isi eksiksiz ,karıstırmadan ve aynı mükemmellikte yapması,akılları durduran bir hal değilmidir? Küçük bir atomdan ,muhtesem galaksilere kadar hükmeden bu kuvvetleri ince hassas hesaplarla koyup isleten ,kainattaki nizamı ve dengeyi sonsuz bir ilim ve kudretle idare eden kuvvet kime aittir? Bu akıl almaz hesabı hangi tesadüf ve hangi tabiat yapabilir? Sunu demek istiyorum: bir yığın kum ,tas,çimento ve demir bulunduğunu kabul edelim. Ortada bir usta ,bir plan,ve proje olmadan ,bu maddelerin bir araya gelerek bir saray insa etmesi düsünülebilir mi? Böylesine mükemmel bir sarayın kendiliğinden tesekkül etmesi mümkün müdür? Galiba bizler,kainatın muhtesem sistemini,nizamını ve harikuladeliğini kanunlarla izah ettiğimizi zannedip isin içinden kolayca çıkıveriyoruz. Kanunları kesfetmekte is bitiyor mu? O kanunu koyan kudret sahibini neden akla getirmiyoruz? İnsanda bir merak vardır. Bu merakla kesfettiğimiz bir seyin ustasına karsı hayranlığımız daha çok artmalı ve onun kim olduğunu anlamaya çalıs-malıyız.Küçücük bir incir çekirdeğinden koca bir incir ağacını ve onun binlercemeyvesini çıkaran,maddesi bir olan atom parçacıklarından kainatı ve içindeki canlı cansız mahlukatı yaratan,dört ana kuvvetle varlıkları   dengede tutan bir kudret sahibine karsı insan nasıl alakasız kalabilir? Bu muhtesem sırları kesfettikten sonra kainat sahibini nasıl görmezlikten gelebiliriz?Tabiat ;su,toprak,hava ve günestir. Isısı ve ısığıyla birlikte tabii ki. Baska bir ifadeyle de,yüz yedi elementtir. Simdi,yaratıcı olarak sık sık adından söz edilen tabiata  sorsak: “Đnsanları yapabilirmisin? “Hayır 


     Bitki ve hayvaları icad edebilirmisin? Hayır Günes sistemimizi dizebilirmisin? Hayır Milyarlarca yıldızları,galaksizleri düzenleyebilirmisin? Hayır Kainata harika bir intizam ve muhtesem bir sistem vermek için kanunlar koyup,isletebilirmisin? Hayır. Zaten tabiat denilen sey de kainatın kendisi değil mi? Öyleyse,kainatın da kendi kendini yapamayacağını gördük.Peki bu tabiat denilen güç,kuvvet nedir? Eğer tabiata hükmeden bir kuvvet ve güç varsa,o zaten kainatın kendisi olamaz. Tek yol, kainat cinsindenolmayan bir kudret olmasıdır ki,o da Cenab-ı Haktır. Alemde olup biten harikulade isleri,tabiat yaptı deyip,içinden çıkmak mümkün değil. Çünkü her is büyük bir nizam ve intizam içinde yapılıyor. Her faaliyette bir fayda ve bir hikmet gözetiliyor. Hersey suurlu bir ölçüyle yaratılıyor. Hiçbir sey basıbos değil;hiçbir mahluk kendi haline bırakılmamıs. Bütün bu mükemmel isleri,akılsız ve suursuz olan tabiata havale etmek ve tabiat yaptı demek mümkün değildir. Đlim,irade ve kudret sahibi olmayan aciz bir tabiat,elbette Halık olamaz.Sen burada misafirsin ve buradan da diğer bir yere gideceksin.Misafir olan kimse, beraberce getirmediği seyekalbini bağlayamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu sehirden de çıkacaksın. Ve keza, bu fani dünyadan da çıkacaksın... öyle ise aziz olarakçıkmaya çalıs”(Mesnevi-i Nuriye)


Allah kainatı niçin yaratmıs olabilir?

   Kainatı yaratmak Allah ın bir tercihidir. Bu tercihin nedenlerini sorgulamak,yaratılmıs bir insan olarak bizlere düsmez.Zengin bir adam,gönlünden kopan bir merhametle,muhtaç insanları giydirse,yedirse ,onlara harçlık verse,sevindirse,içlerinden birisi de çıkıp, bütün bunları niçin yaptın,yapmasan olmazmıydı? Diye sorgulamaya  kalksa,ne kadar nezaketsizlik yapmıs olur. Allah ın da kainatı niçin yarattığı konusunu sorgulamaya kalkmak, öncelikle bir nezaketsizliktir.Zaten bu konuya kendi akıl ölçülerimizle açıklama getirmeye kalksak da,bir sonuç alamayız. Çünkü yaratan ne için yarattığını kendisi açıklamadan yaratılan olan bizler bunu hiç açıklayamaz. Açıklasak da yine eksik ve noksan kalır. Önce yaratmanın bir ihtiyaçtan ileri gelmediğini ve tamamen Cenab-ı Hakkın,kendi bileceği bir tercih konusu olduğunu ifade etmek lazımdır. Bu kainatın yaratılmasındaki en önemli sebep,Allahü Teala nın kendi manevi güzelliğini ve mükemmelliğini ,yarattığı mahlukatta görmek istemesidir. Yani ilmin sonuçlarını,kudretin harikalarını,güzelliğin yansımalarını,zenginliğin genisliğini,merhamet ve sefkatin görüntülerini varlık aynalarında bizzat seyretmek istemesidir. Yani ressamın,kendi yaptığı resmi seyretmesi gibi mi? Öyle de denebilir.Bilindiği gibi meshur bir kaide vardır; her cemal ve kemal sahibi,kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek ister. Bu arzuyu,senin de dediğin gibi,maharetli sanatkarlarda görmek mümkündür. Mesela;usta bir ressam,çesitli resimler yapar. Eserlerini önce kendi seyreder,onda sanatın güzelliğini görür. Tarifsiz bir lezzet alır. Sonra sergiler açar,seyircilere gösterir. Onların takdir ve tebriklerinden memnun olur.

    Öte yandan değerli bilgilere sahip olan bir alim; faydalı kitaplar yazar. İlminden baskasının da faydalanmasını ister. Okuyucuların bundan istifadeettiğini görüp,tesekürlerini de isittikçe,bu faaliyetinden dolayı sonsuz zevk alır. Allah ın kainatı niçin yarattığı konusuna ,bu misaller açısından bir derece bakılabilir. Bu konuda bilinmesi gereken diğer bir konu da sudur: Mahlukatı halk ettim. Ta ki,fayda,menfaat,lütuf ve keremler onlara ola. Yoksa bana değil. Yani onlar benden fayda göreler,ben onlardan değil. Hadis-i Kudsisinin beyanı ile, yaratı-lanlar,Cenab-ı Hakkın inayet ve ikramına ,lütuf ve keremine ,ihsan ve merhametine muhtaçtırlar. Đste bütün ,mahlukatı yoktan yaratıp,onlara en büyük ikramları sunan ve bütün ihtiyaçlarını yerine getiren,bir de onlara ebedi bir hayat vaadeden Cenab-ı Hakka niçin bu kainatı yarattın denilebilir mi?

Madem Allah var neden görülmüyor?

   İnsan gözü,kainatta varlığı olan herseyi görmeye müsait değildir. Gözün görme kapasitesi,son derece sınırlıdır. Uzak mesafelerdeki esyayı görmediği gibi,iç içe olduğumuz bazı canlıları,mikropları,bakterileri,mor ötesi ısınları ve elektiriği de göremeyiz. Ama inanırız. Aslında görmek ve inanmak kavramlarını birbirine karıstırmamak lazımdır. inanmak aklın ve zihnin isidir. Görmek de gözün görevidir. Herseyi göz görmez,bazı seyler zihinle,kulakla ve dille görülür. Sesler alemini kulaklar ile görürüz. Tatlaralemini de dille görürüz. Kokular alemini burun ile görürüz. Radyoya bak,haberlerde ne var,denilen kisi,radyoyu gözü ile değil kulağı ile dinler ve haber verir. 


   Çorbaya bak tadı nasıl denilen kisi de çorbaya gözü ile değil dili ile bakar. Su güle bak kokusu nasıl denilen kisi ise gülünkokusunu burnu ile bakmaya çalısacaktır. Yoksa göz ile,ne haberler,ne çorbanın tadı,ne gülün kokusu görülür. Peki bunları inkar mı edelim? Aklımız,dünyanın günes etrafında dönüsünü tanzim eden çekim kanunu gördüğü halde bunu gözümüzle görmüyoruz diye inkar edemeyiz. Sefkatli merhametli ve çok iyiniyetli öğretmen diye anlattığımız kisinin bu meziyetlerini gözle görmediğimiz halde inkar edemeyiz. Çünkü manevi kuvvetler gözle değil,akıl ile,kalp ile hissedilir,anlasılır,görülür. Bir mimarıdaki muhtesem yapıyı görüp su sanata bak dediğimiz zaman,o sanata göz ile değil akıl ile bakarız. Çünkü göz sanatı değil tası görür. Sanatı gören akıldır. Gözümün görmediğine inanmam diyenler,dilin ,kulağın ,burnun ve aklın vazifesini göze yüklemek-tedirler. Bu yanlıstan dolayı da görmediğine inanmam diye önemli bir yanlısa daha düsmektedirler.,insan aklının bellisınırları vardır. Sınırlı olan akıl ile sınırsız olan bu hususu anlamanın imkanı yoktur. Bu tıpkı bir kilo ağırlıkla sınırsız bir ağırlığı tartmaya kalkmak gibidir. Kainatı ve insanları yaratan Cenab-ı Hak ,yarattığı mahlukatın cinsinden olmadığı için,bir kıyas yapmak da mümkün olmamaktadır.Bir tabloya baktığımız zaman,o tablonun bir sanatkarın elinden çıktığına ,kendi kendine çizilmediğine mantıken karar veririz. Fakat tabloyu çizen sanat-karın da ,boyalar,çerçeveler,bezler ve fırçalar cinsinden olmadığınıve onlara asla benzemediğini de biliriz Tabloyu yapan sanatkar,etiyle kemiğiyle kanıyla aklıyla iradesiyle bambaska bir varlıktır. Yaptığı tablonun cinsinden değil ve asla da benzemez. iste kainatın yaratıcısı Cenab-ı Hak da,kainat cinsinden olmadığı için, yarattıklarınıa asla benzemez. 

    Onun tarafından yaratılmıs olan bizler de,yaratıcımızı anlamak için onu neye benzetmeye çalısırsak çalısalım yine de isabet edemeyiz.Aklımıza gelen her sey ,Allah tarafından yaratılandır. O hiçbir seye benzemez. Dolayısıyla,kime benziyor ve nasıldır gibi sorulara, O yaratandır, Yaratanı ,yaratılan anlayamaz Cenab-ı Hakkın varolduğu konusunda insan aklının bir açıklama yapması mümkün değildir. Çünkü insan ve onun aklı mahluktur,yani yaratılmıstır. Yaratılan bir seyin yaratınını anlaması ve çözmesi mümkünolmaz. 

    Çünkü ünlü bir kaide gereğince,Mahluk Halikını ihata edemez. Yanianlayamaz kavrayamaz. Akıl da bir mahluktur öyle ise o da Halikını ihata edemez. Mesela;bir soba suurlu olsa ve kendi ölçüleriyle ustasını tanımaya çalıssa ,ustasını kendisine ve çevresindekilere kıyasedip,tanımaya çalısacaktır. Ustasının da kendisi gibi kömür veya dun yediğini sonra da kül ve duman çıkardığını elinin yüzünün siyah olduğunu üç veya dört ayağının bulunduğunu tahmin edecektir. Ve tabii ki her tahminde de hata edip,ustasını tanımayacaktır. Đnsan da Halikını tanımak ve Onunla ilgili bir tahminde bulunmak için bildiği ve hayal ettiği seylerle Onu kıyaslaya-caktır. Bu da isabetsiz ve hakikatten uzak olacaktır.Cenab-ı Hakkın nasıl var olduğu hususuyla ilgili su iki misal konuya açıklık getirecektir. Birincisi: çokçavagonları olan bir tren düsününüz. Bu vagonlardan her birisini bir önceki vagonun çektiğini biliriz. Ancak lokomotifi kim çekiyor diye bir soru sorulmaz. Çünkü bütün vagonları çekip kendisi de çekilmeyen bir lokomotif olmazsa düzenli hareket olusamaz. Đkincisi: askerlik sisteminde bir onbası emri çavustan alır. Çavus da bir üstünden . o üstü de ,diğer bir üstten emir alır. Nihayet is genel kurmay baskanına ve eski ifadeyle padisaha kadar dayanır. Peki padisah emri kimden alıyor diye bir soru sorulamaz.

   Eğer padisah da bir yerden emir alsa ,o zaten padisah olamaz. padisah olmanın özelliği emir veren ama emir almayandır. Bu misallerden anlasıldığı gibi kainatı ve bütün mahlukatı yaratan Cenab-ı Hakktır. Onu kim yaratmıstır, diye bir soru sorulamaz. Çünkü yaratan yaratılmaz. Onun var olma özelliği kendi zatına aittir. Ona, bizim akıl ölçülerimiz yetmez. 


ÇÜRÜMÜŞ KEMİKLER NASIL DİRİLECEK? 

Kainatı ,insanları yaratan  ve insanı bir imtihan için dünyaya gönderen zat,öldükten sonra insanı tekrar diriltemez mi?” “Ubeyy bin Halef adındaki bir müsrik,eline çürümüs bir kemik alarak Peygamberimizin (a.s.m) huzuruna girer. Kemiği elinde ufalayarak, Peygamberimize gösterir ve der ki; Cenab-ı Hak bu kemiği diriltecek,öyle mi?” “Peygamberimiz (a.s.m ) ise:”Evet” der. “Bu çürümüs kemiğe Cenab-ı Hak can verecektir. Bunun üzerine ,YasinSuresindeki 78 ve 79.ayetleri iner. Bu ayetler mealen söyledir.İnsan der;çürümüs kemikleri kim diriltecek? Sen de “Kim onları baslangıçta insa edip hayat vermis ise o diriltecek” “Ayette dikkat çeken nokta,,insanın dünyaya gelmesindeki,yan, ilk yaratılısındaki mükemmelliktir. Bütün insanlar,yokluktan bu varlık alemine çıktığına göre,öldükten sonra tekrar hayat bulmalarında da elbette bir zorluk yoktur. “Evet ,hasir adını verdiğimiz bu ikinci yaratılıs,belki de ilk yaratılıstan daha kolaydır. Bediüzzaman Hazretleri,öldükten sonraki yaratılısın kolay-lığına dikkat çekerken verdiği misalde ,bir ordunun ilk defa toplanması ile toplandıktan sonra dağılıp bir boru sesiyle tekrar bir araya gelmesini kıyaslamaktadır. İlk toplantıda birbiriyle tanısan ve bulunmaları gereken yerleri öğrenen askerler,daha sonra dağılsalar bile kolayca bir araya gelebilceklerdir. “Bu harika misaldeki ordunun erleri,insan vücudundaki zerrelere isarettir. Ve bu zerrelerin ölüm ile dağıldıktan sonra İsrafilin Sur u (hasirdeki zerrelere verilen toplanma emrine ait boru sesi) ile tekrar bir araya gelmeleri,elbette ilkinden daha zor değildir. 

Orijinal metin şöyle
Hem makam-ı ispatın îcazlı ve i'câzlı misallerinden, şu:
قَالَ مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ     قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِۤى اَنْشَأَهَۤا اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ     6
Yani, "İnsan der: Çürümüş kemikleri kim diriltecek? Sen de: Kim onları bidayeten  inşa edip hayat vermişse O diriltecek."Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatinin üçüncü temsilinde tasvir edildiği gibi, bir zat, göz önünde, bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde, biri dese, "Şu zat, efradı istirahat için dağılmış olan bir taburu bir boru ile toplar, tabur nizamı altına getirebilir." Sen, ey insan, desen, "İnanmam"; ne kadar divanece bir inkâr olduğunu bilirsin. Aynen onun gibi, hiçten, yeniden, ordu-misal bütün hayvânat ve sair zîhayatın tabur-misalcesetlerini kemâl-i intizamla ve mizan-ı hikmetle o bedenlerin zerrâtını ve letâifini emr-i كُنْ فَيَكُونُ 1 ile kaydedip yerleştiren ve her karnda, hattâ her bahardarû-yi zeminde yüz binler ordu-misal zevilhayat envâlarını, taifelerini icad eden birZât-ı Kadîr-i Alîmtabur-misal bir cesedin nizamı altına girmekle birbiriyle tanışmışzerrât-ı esasiye ve ecza-yı asliyeyi bir sayha ile, sûr-u İsrafil'in borusuyla nasıl toplayabilir, istib'âd suretinde denilir mi? Denilse, eblehçesine bir divaneliktir.

Makam-ı irşadda beyanat-ı Kur'âniye o derece müessir ve rakiktir ve o derecemûnis ve şefiktir ki, şevk ile ruhu, zevk ile kalbi, aklı merakla ve gözü yaşla doldurur. 
Dipnot-6
Yâsin Sûresi, 36:78-79.

Kaynak:
 http://www.erisale.com/#content.tr.1.512


İbrahim: "Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster" dediğinde, "İnanmıyor musun?" deyince de, "Hayır öyle değil, fakat kalbim iyice kansın" demişti. "Öyleyse dört çeşit kuş al, onları kendine alıştır, sonra onları parçalayıp her dağın üzerine bir parça koy, sonra onları çağır; koşarak sana gelirler. O halde Allah'ın güçlü ve Hakim olduğunu bil" demişti.Bakara Suresi 260


Burada Rabbim kendine alıştırdığı atom zerrelerini, aynı bir tabur askerin tek düdük hareketiyle yat kalk sürün yaptırdığı gibi toplayacağı benzetmesi yapılmakta veya ima edilmekte.

“Hasrin,yani öldükten sonraki dirilisin akıldan uzak görünmesi,genellikle ilk yaratılıstaki mükem-melliğin bilinmemesinden ve üzerinde fazla düsünmeyerek onun kolay ve sanatsız zannedilmesinden kaynaklanmaktadır. Oysa ki günümüzün bütün tıp otoriteleri,insanoğlunun anne karnındaki hayat bulma mucizesi karsısında saskınlığa düsmektedir. Dr Haluk Nurbaki,konuyla ilgili söyle demektedir:

  İnsanın maddi hayatının nasıl saklanacağı ve öldükten sonra nasıl iade edileceği konusu akıldan uzak görülebilir. Ancak,bir insanın maddi bütün özellikleri,bir toplu iğne basının on milyarda biri kadar olan küçük tohumkartlarına (DNA larına) yazılabilir. Bu ilmi gerçek,kesinlikle doğrulanmıstır. Böyle bir tohum kartının toprakta gelisme sansı olsa idi,yeryüzüne gelmis ve gelcek olan bütün tohum kartlarını bir bardağa doldurarak toprağa atmak ve hepsini birden diriltmek mümkün olabilcekti.“Toprak altında asırlarca bozulmayan ve bu arada hiçbir canlılık emaresi tasımayan virüsler, uygun bir ortamda tekrar hayat bulurken,vefat etmis insanoğlunun Cenab-ı Hakkın emriyle tekrar hayat bulmamasına imkan varmıdır? Kainatı bütün mahlukatıyla kusursuz olarak yaratan Rabbimiz,,o bir çay bardağı dolusu sifreyi arza döküp,”Ol” emriyle tek tek dirilterek ilahi sahnede toplayacak-tır.”

36 / YASİN - 78

Ve kendi yaratılışını unutup Bize misal getirdi: "Kemiklerimiz çürüyüp dağılmış haldeyken kim onlara can verecek?" dedi.
36 / YASİN - 79

De ki: "Onu ilk defa inşa eden (Yaratan), ona hayat verecek. Ve O, bütün yaratışları En İyi Bilen'dir."

ÖLDÜKDEN SONRA DİRİLMEYİ GERİCİLİK OLARAK GÖREN ŞİNASİYE CEVAP.
-BEN ÖLÜP GİDECEĞİM ÜZERİMDE OTLAR BİTECEK BİR KISMIMI KEÇİ YİYECEK BİR KISMIM KEÇİLEŞTİ İNEK YEDİ BİR KISMIM İNEKLEŞTİ.
-ŞİNASİ KAÇ YAŞINDASIN?
-25 YAŞINDAYIM
-ŞİNASİ 26 YIL ÖNCE NEREDEYDİN?
-YOKTUM
-VARDIN ŞİNASİ.
-NASIL OLUR?
-SEN BİR ISPANAKTIN SEN BİR İNEKTİN KEÇİYDİN BABAN OLACAK ADAM YOĞURTLU ISPANAĞI YEDİ İNEĞİN PASTIRMASINI KEÇİNİN KIZATMASINI YEDİ BABANIN DAMARINDA SİPERM OLDU BABANDAN ANNENE İNTİKAL ETTİN ANNE HOŞAP YEDİ PASTIRMA YEDİ ALMANYADAN GELEN ÇUKULATAYI YEDİ SEN ANNENİN KARNINDA ŞİNASİLEŞTİN SENİN HABERİN OLDUMU SENİN ATOM MOLEKÜL VE DNA LARIN NERELERDEN TOPLANDI GÜZEL BİR ŞİNASİ OLDUN. ALLAH YERİ GELDİĞİ ZAMAN DA İNEĞE MARULA ISPANAĞA GÖNDERİR YERİ GELDİĞİ ZAMANDA HUZURUNA ALIR İNŞAALLA CENNETİNE KOYAR.





Öldükten Sonra Dirilmeyi Gericilik olarak... ile eyyupk


ALLAH IN BİZİM İBADETLERİMİZE NE İHTİYACI

VAR Ki” İBADET EDİN” DİYE ISRAR EDİYOR?

Allah ın bizim ibadetlerimize ne ihtiyacı var ki,bizi ibadet etmeye zorluyor. Halbuki birçok insan ,ibadetin ağırlığından dolayı Allah tan kaçıyorlar. Bu ibadet olmasa olmazmıydı? Tabii ki Allah ınbizim ibadetlerimize ihtiyacı yoktur Esas ibadetlere ihtiyacı olan biziz. Bizim ihtiyacımız olduğu için,Cenab-ı Hak,ısrarla ibadetleri yerine getirmemizi istiyor. Bediüzzaman Said Nursi nin Lem alar isimli kitabında bu sorunun cevabıyla ilgili bir misal buldum ve okumaya basladım. “Cenab-ı Hak ,senin ibadetine belki hiçbirseye muhtaç değil. Fakat sen,ibadete muhtaçsın;manen hastasın.İbadet ise manevi yaralara ilaçlar hükmündedir... Acaba bir hasta , o hastalık hakkında ,sefkatli bir hekimin onu nafi(faydalı)ilaçları içirmek hususunda ettiğiısrara mukabil,hekime dese;senin ne ihtiyacın var,bana böyle ısrar ediyorsun? Ne kadar manasız olduğunu anlarsın”(Lem alar)

Allahü Teala bu kainatı lütfuyla bize hizmetkar yaptığı gibi taat ve ibadeti de yine lutfuyla bizlere emrediyor. Ta ki onlarla ebedi saadete mazhar olalım. Çünkü Cenab-ı Hakk ın insanın ibadetine hiçbir ihtiyacı olmadığı gibi,onun isyanından da bir zarar görmemektedir. Her iki halde de ,sadece insanın fayda ve zararı söz konusudur. “iste,ibadetlerin emredilmesinin insan hakkında binlerce faydası vardır. Đbadetlerini düzenli

sürdüren bir insan ,düzenli bir hayata kavusur,dünyada rahat eder. Kainatın ve kendisinin yaratılıs gayesini anlar,amaçlı ve ebedi hayatı kazanır. Đbadetleri yapmak kadar insan için daha iyi bir sermaye var mıdır?

Neden Allah,kaderle insanların hayatını sınırlıyor ve yönlendiriyor? Bu insanın iradesine ve yasam tercihine

müdehale değil mi?“Her eser bir planın sonucudur. Hersey bir ölçüye göre sekillenir. İnsan da öyledir. Gözün büyüklüğü,dilin uzunluğu,kafanın ağırlığı,belin inceliği ve diğer uzuvların biçimi,görünmezbir sınır çizgisine boyun eğiyor. Vücudumuzda görev alan atomları,belirli hudutlarda tutan bir kuvvet var. Bu is de bizim rolümüz yok. Hücreye genetik sifreyi biz koymadık.Genlerdeki bilgileri okuyup da o plana göre vücudumuzu insa etmedik. Bunlar sınırsız bir ilmin,iradenin ve kudretin sonucu. Peki bu sıfatlar kime ait? Tabii ki Allah’tan baskasını düsünmek mümkün mü? O zaman planlayan da yaratan da O dur. “Konuyu derinliğine ele almak istersek. Önce su üç kavrama açıklık getirmemiz lazımdır. bunlar kader kaza ve iradedir. Kader;Allah ın herseyi bilmesi ve buna göre de yazmasıdır. Bir baska ifadeyle,kainatın planı ve projesidir. Olmuslar,olanlar ve olacaklar Kader Defterinde mevcuttur. Kaza ise kaderdeki hükmün infazıdır. Yani,kaderde yazılanların basa gelmesidir.

Đrade de;insanlardaki seçme kuvvetidir. Baska bir ifadeyle,önündeki sıklardan veya yazılanlardan birisini tercih etme hakkıdır. Bizim nerede ne zaman ne yapacağımız yazılmıstır. Suanda sizinle birlikte sohbet

edeceğimiz kaderimize yazılmıs .Bu kaderdir. Sizinle sohbet etmemiz ise ,kaderdeki hükmün yerine getirilmesi-dir. Yani kazadır. Sizinle sohbet edip etmeme konusunda,sohbet etmeyi tercih etmemiz ve sohbete karar vermemiz ise iradedir.O zaman kader,bizim dısımızda,hayatımızı planlayan ve bizi bir yöne zorlayan bir planlamadır? Hayır,tam öyle değil,eksik yönleri var. Bunu aydınlatmak için kader konusunu biraz açalım. Kaderi ikiye ayırabiliriz. Birisi ızdırari,diğeri de ihtiyari kaderdir. Iztırari kaderde,bizim hiçbir tesirimiz yoktur.

Dünyaya geleceğimiz yer anne ve babamız,seklimiz,cinsiyetimiz ve kabiliyetimiz gibi seylerdir. Bunlara biz karar veremeyiz. Bunlar için bir mesuliyetimiz yoktur. Đhtiyari kader ise irademize bağlıdır. Biz neye karar vereceksek,neyi tercih edeceksek ve ne yapmak isteyeceksek,Allah ;ezeli ilmiyle bunları biliyor ve öyle de takdir edip yazıyor.


BİZ KADERİN MAHKUMU MUYUZ?


Bu bilgiler ,insanların sık sık kullandığı “kader mahkumu” konusunda da bir açıklama olur. Çünkü,”kader

mahkumu” deyimi ile(hasa) Allah ve kader sorgulanıyor. Adeta insanlar masummus da ,kader onlara zulmediyormus gibi görüs ifade edilmek isteniyor. Bu tamamen,kader konusunu bilmemekten ve insanların kendi iradeleriyle isledikleri suçu kadere yıkıp kurtulmak istemelerinden kaynaklanıyor.Buradaki anlasılmayan püf nokta sudur; Cenab-ı Hak,doğumumuzdan ölümümüze kadar neleri tercih edeceğimizi,neleri isteyeceğimizi ve nasıl yasama arzusu içinde olacağımızı ve irademizi nasıl kullanacağımızı,ezeli ilmiyle daha doğmadan önce biliyor ve bu isteklerimize göre Cenab-ı Hak kaderimizi önceden planlayıp olusturuyor. Bundan dolayı(hasa) Allah ve kaderi suçlama hakkımız yoktur. Ancak yanlıs kullandığımız irademize suç bulabiliriz.Demek insanın tercihini Allah önceden bildiği için yazıyor. Dolayısıyla insanı bir yöne mecburen yönlendirmiyor. Kader değisir mi?

Bir is yaparken aniden o isi bırakıp baska bir is yapmayabaslayarak “iste kaderimi değistirdim” diyenleri çok gördüm. Her defasında güldüm ve dedim ki: sen kaderi değil yaptığın isi değistiriyosun. Sen kader okyanusun-da yüzen bir gemi gibisin. Rotanı ne yana çevirirsen çevir,yine de okyanusun içindesin. Yazı yazan adam,türkü söylemeye baslarsa kaderdeğismez. Bununla sunu anlarız ki,onun kaderinde önce yazı yazmak ,sonra da

iste kaderimi değistiriyorum deyip türkü söylemek varmıs. Fiiller baskalasır ama kader değismez. Bir ağacı gösteren aynanın yeri değismekle ağacın da yeri değismez” Ben sizin kardeşiniz olarak hidayete ermenizi ne kadar çok istiyordum. Dualarımı,isteğimi, ruhumla ve bütün benliğimle Rabbime iltica ederek yalvarıyordum. Biliyordum ki,Cenab-ı Hak,samimane dilekleri geri çevirmeyecek kadar merhamet ve kerem sahibidir.Ruh denilen sey nedir? Kainatı ve kainatın içindeki muhtesem düzeni yaratan insanı da dünyaya gönderen Cenab-ı Hakk,her insan için de bir ruh yaratmıstır. Kainatta görülen mahluklar vardır,bir de görülmeyen mahluklar vardır. Görülmeyen mahluklardan birisi de insan ruhlarıdır. Ruh,zatında hayat ve suur sahibidir. Bedene inmeden önce ruhlar aleminde bekler. Ceset giydikten sonra her fiilini bedeniyle yapar. Dünyadaki ömrü boyunca bedene mahkumdur. Ölüm anında beden hapsinden kurtulur,fakat bütün bütün çıplak kalmaz.

Misali bir ceset veya latif bir kılıf giyer. Beden bir nevi onun evidir. Öldükten sonra hiçbir vasıtaya ihtiyaç duymaksızın,görür,isitir,anlar ,bilir ve hisseder. Kıyamete kadar berzah aleminde bekler. Bu bekleme

döneminde ya cennet saadetine benzer bir saadetle yasar ya da kabir azabı çeker. Berzah ya da kabir hadis-i serifin ifadesiyle “ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarında bir çukurdur. Kıyameti

mütakiben mahserde yeniden yaratılan bedenine döner ,dünyada yaptıkları için büyük o büyük mahkemede hesap verir.

Niçin her müslüman kendi dilinde değil de,Arapça ibadetediyor? Allah her dili isitir,her kulun yalvarısını anlıyorsa neden Arapdilinde ibadete zorlanıyoruz? Bu konuda terslik yok mu?


Malumdur ki,müslümanlar namazlarında Kuran-ı Kerim in bazı parçalarını okumakla mükelleftirler. Müslüman-ların ana dili ve vatanı ne olursa olsun,bu usul,Hz.Peygamber zamanından beri değismemistir. Đlk bakısta müminin kendi konustuğu ve anladığı bir dilde ibadet etmesi gayet doğal bir durum olması gerektiği akla geliyor. Ancak ,konu derinliğine incelendiğinde ,bilinmesi gereken önemli ayrıntıların olduğu da görülüyor. Herseyden önce dua ile namaz arasında açık bir ayrım yapmak icabeder. Namaz dısındaki duada müminin ihtiyaclarını ve dileklerini Rabbine istediği dilde bildirmesi yasak değildir. Bu sahsi bir meseledir ve kulun Halik i ile olan vasıtasızmünasebetleri ile ilgilidir. Buna mükabil namaz kollektif umumi bir ibadettir ve namaza istirak eden diğer müminlerin ihtiyaçları da dikkate alınmalıdır. Namaz prensip olarak ve tercihen cemaatla kılınır;tek basına ferdi olarak kılınan namaza müsaade vardır fakat asla tercih edilmez,tercih cemaatla kılınan namazdır. Sayet Đslamiyet herhangi bir bölgenin ,ırkın ,milletin dini olsaydı,süphesiz bu bölgenin ,bu ırkın veya bu milletin dili kullanılabilirdi. Fakat,bütün ırklardan ve dünyanın değisik noktalarında oturan ve herbiri diğerleri tarafından anlasılmayan yüzlerce dili konusan müminlere sahip,cihansümul bir dinin icapları baska olacaktır. Çince bilme- yen bir Türkün Çin e gittiğini ve sokaklarda çing çang çung a benzer sesler isittiğini farz edelim. Asikardır ki o hiçbir sey anlamayacaktır ve sayet bu sözler ezanın ,Allahü Ekber in tercümesi ise,hiçbir seyin farkına

varamayacak ve mesela Cuma namazını kaçıracaktır. (Çin deki camiler Türkiye deki minareleri ile kendini belli eden camilere hiç benzemez). Aynı sekilde türkiye den geçen bir Çinli müslümanın Türkiye deki müslümanlar kendi dilleriyle ibadet ettikleri takdirde,dindaslarıyla ortak hiçbir tarafı olmayacaktır. Su halde cihansümul bir dinin bazı müsterek esaslarıolmalıdır. Bu mevzuda ezan ve kıraat süphesiz iki esas unsuru teskil eder.

Misal olarak beynelmilel kongre ve toplantıları zikeredebiliriz. Mesela,birlesmis milletlerde herkes kendi lisanı değil ,fakat fransızca,ingilizce gibi müsaade edilne dilleri kullanır. Ummun menfaati için hususi menfaat feda edilir. Meselenin daha az mühim olmayan diğer bir cephesi vardır;hiçbir tercüme asla orjinalinin yerini tutamaz.Kuran-ı Kerim in yüzden fazla Türkçe tercümesi vardır ve her gün bunlara bir yenisi katılmaktadır. Bu da yeni alimlerin,eskilerin tercümelerini yetersiz bulduklarını gösterir. Bütün diller için ve bir dilden diğer dile tercüme edilen herhangi bir eser için bu durum sözkonusudur. Su halde kifayetsiz bir sey mi,yoksa hatasız orijinal mi kullanılmalıdır? Burada su noktayı bilhassa açığa kavusturalım ki,İslam dan baska hiç bir din, peygamberine gönderilen vahyin orjinaline sahip değildir. Bugün hristiyanların,yahudilerin,mecusilerin sahip olduğu dini kitaplar;tercümeler ,toplamalar,vs dir.Müslümanların vahyin orjinaline ,Kuran-ı Kerim e sahip bulunmaları,kendileri için ne büyük sansdır. Sunu da unutmayalım ki,namazda kullanılacak pek az kelime vardır. Önce ezan sonra kamet ,sonra Allahü Ekber ,Sübhane rabbiyel azim,Sübhane rabbiyel ala gibi ifadeler. Fatiha suresi ve iki kısa sure vardır. Hepsi bir sahifeyi dahi asmaz. Ve bu kelimelerin ekseriyeti herkesçe bilinir,bütün müslümanların dillerine geçmistir. O derece ki, çocuk veya yeni baslayan biri onların manasını zahmetsiz ve büyük bir gayret sarf etmeden öğrenir. Bu ifadelerin manası bir defa öğrenilince artık itiraza yer kalmaz. Son olarak,namazda Kuran-ı Kerim in tercümesinin okunmasının caiz olduğunu ileri sürmek için Đmam-ı Azam Ebu Hanife nin fetvasına ,st,nat ettiklerini söyleyen yazarları ele alalım. Bu yazarlar niçin hakikati tam olarak ifadeden kaçınıyorlar? Đmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri baslangıçta bu kanaatte olmasına rağmen ,zamanla fikrini değistirmistir -Hidaye ve Dürul Muhtar bu hususu açıkça kaydediyorlar- ve normal hallerde sadece Arapça metin okunmasına cevaz veren umumi kanaate istirak etmistir. Bediüzzaman

Said Nursi nin görüsleri bu yöndedir. Madem hersey Kuranda olduğuna göre,mezhep imamlarına ve diğer İslam alimlerine ne ihtiyacımız var?

Bizler ,Allah ın su kainat kitabında kudret kalemiyle yazdığı eserlerinden kendi aklımızla çok az seyler anlayabildiğimiz gibi,Kuran-ı Kerim okumakla veya ayetlerinin muhtasar manalarına nazar etmekle de çok az sey anlayabiliyoruz. Kainat kitabını muhtelif yönleriyle ders veren fen alimleri ve kasifler olduğu gibi,elbette ki,Kuran-ı Kerim i de bizlere ders verecek alimler ve müçtehidler olacaktır. Ami bir insan günesi bir elma kadar zannederken,bir astronomi alimi o günesin bu dünyadan bir milyon defadan ziyade büyük olduğunu görebilmektedir. Yine okuma yazma bilmeyen bir adam kanı kırmızı bir su olarak görürken bir doktor o kan içindeki milyonlarca akyuvar ve alyuvara nazar edebilmektedir. Bir insan bir nehre baktığında sudan baska

bir sey görmezken,bir elektirk mühendisi o nehrin arkasında elektrik cereyanını görebilmektedir. Botanik ilminden habersiz olan bir kimse bir bitkinin yüzüne dısardan bakarken ,o fende terakki etmis bir zat bitkilerden gizli olan birçok hazineleri ortaya çıkarmakta ve eczacı ise onlardan ilaç yapmaktadır. Simdi bir adam eczaneden ilaç almayıp madem ki bütün ilaçlar çesitli bitkilerden yapılıyor o halde bu ilaçları bir

eczacıya basvurup almak yerine bunların kaynağından istifade edeceğim diye dağlara çıkıp ot toplasa ve onları ilaç diye yese ne derece divanelik etmis olur. İste Kuran-ı Kerimin her bir ayetinde ne derece büyük nurlar,ne gibieczalar ve nasıl ince manalar bulunduğunu ve her bir ayetin ne kadar azim ve büyük olduğunu anlayabilme- miz için elbette ki onun mütehassısı,eczacısı ve mühendisi olan zatların ilimlerinden faydalanmamız gerekiyor. Aksi haldeine kadar sathi nazarla bakacağımız ve ne derece cahil olacağımız yukardaki misallerden anlasıl-maktadır.Bir toplumun düzelmesi insanın yetismesine ve düzelmesine bağlıysa ,bu çok uzun bir yol olmaz mı?

Basla gövde arasındaki münasebet,idareci kadro ile idare edilen zümre arasında da mevcuttur. Basta bir bozukluk varsa onuntedavisi de tedricen yani doğal sartları içinde basamak basamak olacaktır.Bu asırda iman eksikliğinden dolayı,kainattaki mutlak hikmeti anlayamamak,kader ve cüzi ihtiyari münasebetlerini bilmemek gibi sebeplerden dolayı insanlarda birçok itikat hastalıkları doğmusbulunmaktadır. Bir kimsede bu hastalıklarla ilgili isaretler görüldüğünde yapılacak sey,acelecilik edip,insana ve onun davranıslarına hücum etmek yerine, hastalığın kaynağını kesfedip ,onu tedavi edici hususlar üzerinde durmak lazımdır. Đtikadı sarsılmıs,imanı bozulmus,davranıslarında kendisine ve topluma karsı zararlar olusmus bir kimseye ,hücum edip,onudöverek, hapse atarak ve hatta öldürerek bu zararları ortadan kaldırmak mümkün değildir. O insanı ,uzun bir yol da olsa,sabırla ıslah etmek gerekecektir. İnsanlar ıslah edilince ,toplum da devlet de ve onu yönetenler de ıslah edilmis olacaklardır. Bu uzun yolu ,sabırla takip etmek lazımdır. Vurarak,yıkarak,darbeyle veya siyasi entrikalarla insan vetoplum düzelmez. Daha çok karısır. Her seyin bası insanı ve insan dünyasındaki olumsuz ve zararlı düsüncelerden kurtarmak,ona kim ve neci olduğunu,nereden gelip nereye gittiğini ve gayesini hatırlatmaktır. Bu da Allah a ve ahirete imanla mümkün olur. Buraya kadar anlatılanlardan sonra hayatınızın ya sonu ya da baslangıcı olur.Anlatılanlar sizi tatmin etmedimi?Hayatınızda çok isteyip de konusmaya sormaya korktuğum konular açıldı bu sohbette. Allah ın büyüklüğünü ve rahmetini kul olmanın faziletini,imanın hazzını,ahireti ve hesap gününü düsünün. Sen önceleri ölümden cenazeden mezardan saladan ve ölümü hatırlatacak herseyden çok korkardın. Ölümden korktuğun için,Allah,Peygamber Kuran ve ahiret gibi hususları(hasa) inkar ederek kurtulmak isterdin. Sanki inanmamakla,ölümün ve ahirete dair sorumluluğun

yakamı bırakacağını zannederdin. Gece yatınca en çok rahatsız olduğun sey,karanlıktı. Karanlık sana ölümü ve mezarı hatırlatırdı. Hayata bosvermekle,düzensiz,kuralsız,yasamakla ve inanmamakla ,sanki kendinin

dünyadaki varlığını da inkar edip, unutulmak ve bu ölüm hesabına dahil olmamak istedin. Bu bir anlamda ,kulluktan kaçıstı. Yani Allah a ve ahirete inanmamak ölmeye maniymis gibi geliyordu. Halbuki inanmamanın ölmeye değil,Cennete girmeye mani olduğunu sonra anladın. Artık ölmeden önce,ölümü sevmeye asla.Ölüm, ecel,mezar ve ahiret ;dostlarıma,sevdiklerime ve ebedi rahata ,huzura kavusmak için birmenzil,bir vesile bir bilettir.İnsanın en sevdiği dostuna kavusturacak ölümden kaçılır mı? Ölüm seni Allah a,Peygambere ve nice muhterem insanlara kavusturacak. Bunu için ölümü çok sev ve asla korkma. Ey biçareler,mezaristana göçtü-ğünüz zaman,eyvah! Malımız harap olup,çalısmamız heba oldu,su güzel ve genis dünyada gidip,dar bir toprağa

girdik demeyiniz.,feryat edip meyus olmayıız. Çünkü sizin herseyiniz muhafaza ediliyor. Her ameliniz yazılmıstır. Her hizmetiniz kaydedilmistir. Hizmetinizin mükafatını verecek ve hayır elinde ve her hayrı yapabilcek bir

Zat-ı Zülcelal sizi celp edip yer altında geçici olarak durdurur. Sonra huzuruna aldırır. Ne mutlu sizlere ki, hizmetinizi ve vazifenizi bitirdiniz. Zahmetiniz bitti,rahata ve rahmete gidiyorsunuz. Hizmet mesakkat bitti, ücret almaya gidiyorsunuz.(Mektubat) Ey insan! Yaptığın hizmet,ettiğin kulluk bosuna gitmez.. senin su fani dünyaya bedel,baki bir cennet bekler. Đbadet ettiğin ve tanıdığın Halik-i Zülcelal in vadine iman ve itimat et.(Mektubat) Ey insan! Ölünce fenaya ademe hiçliğe zulümata (sonsuz karanlığa) ,nisyana,çürümeye,dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip,düsünmeyiniz. Sizi fani olmaya değil,bekaya gidiyorsunuz. Yok olmaya değil,daimi varlığa sevk oluyorsunuz. Karanlığa değil,nur alemine gidiyorsunuz. Ayrılığa değil,kavusmaya yönelmissiniz.(Mektubat) . Ölüm idam değil,ayrılık değil,ebedi hayat mukaddimesi baslangıcıdır. Ve vazife-i

hayat külfetinden bir paydostur,bir terhistir,bir tebdili mekandır. Berzah alemine göçmüs,ahbaplar kafilesine kavusmaktır.( Mektubat)

Peki din ve dini duygular insanı son derece olgunlastırıp,mükemmel bir insan haline getiriyorsa,din adına birçok

katliam yapıp,terör estiren İslamcı teröristlere ne demeli?


İslam ile terörün ,din ile katliamın ne ilgisi olabilirdi? Ortada son derece yanlıs anlatılan veya yanlıs anlasılan bir

husus var .Bunu ben iki açıdan ele almak isterim: Birincisi: Kuran ın bütün ayetleri ve Peygamberimizi(a.s.m) bütün hadisleri incelendiğinde ,insanı öldürmenin ve insana zarar vermenin en büyük günahlardan birisi olduğu görülecektir. Bir insan İslam ın emirlerini ne kadar okuyup uygularsa;o kadar dini bütün,olgun davranıslı

hak ve hukuka riayet eden ,insanların kötüsü bile olsa ona zarar vermeyip onu kurtarmaya çalısan bir anlayısa kavusur. O zaman gerçek bir müslüman asla terörist olmaz ve bir cana kıymaz. Bunun Allah indinde çok ağır bir suç olduğunu bilmektedir. Eğer bir insan din adına bir suç isleyip bir insan öldürüyorsa,ya onun gerçekten bir müslüman olmadığı veya İslam ın emirlerinden hiç etkilenmediği anlasılır. İkincisi: devlet ,yüzde yüze

yaklasan bir oranda müslüman olan vatandasının ,dini eğitimini düzenli ve sistemli olarak karsılamalıdır. Eğer devlet vatandasının dini eğitimini karsılamazsa veya göz ardı ederse,o bosluğu dolduran ehliyetsiz kisi veya

kisiler çıkacaktır. Veya devlete su veya bu sekilde zarar vermek isteyen kisi veya gruplar ,devletin dine olan soğukluk ve uzaklığını istismar etmeye baslayacaktır. Devlet buna fırsat vermemelidir. Düsünün ki,bu

memlekette tıp fakülteleri kapatılsa ve doktor devlet eliyle yetistirilmezse,bu bosluğu dolduran birçok ehliyetsiz insanlar çıkıp,insanların canını ve malını istismar edeceklerdir. Bunu çaresi ve bu istismarcı insanları ortadan kaldırmanın yolu ,tıp fakültelerini açıp ,doktoru bilimsel metotlarla yetistirmektir. Dini eğitim konusu da

böyledir. Vatandas dinini hem öğrenmek,hem de çocuğuna öğretmek isteyecektir. Bu istek okullar yoluyla düzenli ve sürekli sekilde yapılmazsa,ehliyetli kimselere bu yaptırılmazsa bu konuyla ilgili istekler karsılanmazsa bu bosluğu dolduran art niyetli insanlar kendini gösterecektir. Konuyu özetlersek,bir müslüman asla din adına bir adam öldürmez,eğer öldürüyorsa ben müslümanım diyemez. Devlet müslüman vatandasının dini eğitimini baskalarına bırakmamalı kendisi karsılamalıdır. O zaman bu tür istismarların önü büyük ölçüde alınacaktır. Bunu yaparken de,asrın hastalığını çok iyi teshis eden ve çok etkili çareler sunan Risale-i Nur kitaplarının sunduğu hakikatlere de dikkat etmelidir. Çünkü Risale-i Nur kitapları bu zamanın manevi problemlerine çözüm sunan bir Kuran tefsiridir.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...