Allah insanı nasıl korur?

Zünnu-i Mısri'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir :Bir gün elbiselerimi yıkamak için Nil nehrinin kenarına gitmiştim. Nehrin kenarında dururken, bir de baktım ki, görülmemiş şekilde büyük bir akrep bana doğru geliyor.

Bu sudan İçmek Müslümana Haram

Vaktiyle Bursa’ da bir Müslüman, eski adı “Yahudilik Yolağzı,” bugünkü adı Arap Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş: - “Her kula helâl, Müslüman’a haram!”

Hiçbirinin haccı kabul edilmedi!

Ali bin Muvaffak hazretleri, Şam’da yaşamış olan evliyânın büyüklerindendir. Zünnûn-ı Mısrî ve Abdullah bin Mübarek ile görüştü. 878 (H.265) senesi vefât etti... Abdullah bin Mübarek bir hac mevsiminde Mekke’de hac vazifelerini ifa ettikten sonra, Harem’de uyuyakalır

Kuran Sırları

Bilindiği gibi DNA terimi, canlılardaki genetik malzemenin kısaltılmış ifadesidir. Genetik biliminin başlangıç tarihi ise, Mendel isimli bilim adamının 1865 yılında hazırlamış olduğu genetik yasalarına dayanır. Bilim tarihi için bir dönüm noktası oluşturan bu tarihe, Kuran’da 18:65 numaralı Kehf Suresi’nin 65. ayetinde işaret edilmektedir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Nefsin Mertebeleri

BİRİNCİ DAİRE: Nefs-i Emmare: Allah`ın emirlerine uymayan, yasaklarını çekinmeden yapan ve zevkine tabi olan nefistir. Nefs-i emmâre denilen bedbaht nefis zenginleştikçe şımarır. Bilgisi arttıkça kibri, gururu da artar. Hele bir de makam sahibi olursa artık onun yanına varmak, sokulmak ne mümkün!

YAHUDİLERİN MAYMUN OLMASI

Onlar, Davud Aleyhisselâm’ın zamanında "Eyle" denilen bir şehirde yaşıyorlardı. Eyle Medine ile Şam arasında bir yerde ve Kızıldenizin sahilinde bir yerdeydi. Allah onlara cumartesi günü balık avlamayı yasak etti. Cumartesi günü olduğu zaman, denizde balık kalmaz, hepsi sahile gelirdi.

ARAPÇA ÖĞRENİYORUM

Öncelikle Hafıza tekniği konusunda size olağan üstü bir ip ucu.Sureler kolaydan zora doğru sıralanır. Bir sayfa alınarak 3′e bölünür. Önce ilk 5 satır, daha sonra diğer satırlar 5′er 5′er ezberlenir ve sonrasında birleştirilerek tekrar yapılır.

Günahın Reçetesi

Büyük Mutasavvıf Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri bir gün tımarhanenin önünden geçiyordu. Tımarhane hizmetçisinin tokmakla birşeyler dövdüğünü görüp

Ahir Zaman Bu Zaman Mı?

Ahir zamanın kendini hissettirdiği şu günlerde, Rabbimizin ikazlarını neden duymamazlıktan geliyoruz acaba? Nereye gidiyorsunuz? Nerede Muhammed ümmeti?

Şeytan İşi

Günlerden birgün şeytanın yolu bir köye düşmüş.Keyfi yerinde olan şeytan sırtını bir ağaca dayamış ve buzağısı kazığa bağlı olan ineğini sağan genç bir kadını uzaktan izlemiş.

Artan pilav

Yahya baba, II. Bâyezîd Hân zamanında, Edirne Bâyezid Külliyesi'nin aşçılarından biridir.. Arkadaşları hoşaf, kebap sebze, bakliyat pişirir. Ama onun ihtisası pilavdır. Mübârek işe girişti mi, ibadet ettiğini sanırsınız.

Olgun İmana Kavuşma

MESCİD-İ Saadet'te Ashab-ı Kiram toplanmışlar, derin bir vecd ve huşu içinde Allah'ın Resûlünü dinlemekteydiler. Hazret-i Fahr-i Kâinat Efendimiz ise, Al-i İmrân sûresinden şu mealdeki Âyet-i Kerimeyi okuyordu:

Gönül Örtüsü Hayâ

Gönlün titremesidir hayâ. Gönül ki kurtulmuştur da ağırlıklarından, bir yaprak kadar incelmiştir. İşte o nazenin yapraktır müminin gönlü. Titrer bir günah, bir yanlış, bir aykırı hal gördüğünde.

KÂLU BELÂ

Ve kıyâmet günü, gerçekten biz bundan gâfildik (gâfilleriz) dersiniz diye (dememeniz için), senin Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından onların zürriyetlerini aldığı zaman onları, nefsleri üzerine şahit tuttu. (Allahû Tealâ şöyle buyurdu): “Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?” Dediler ki: “Evet, (Sen, bizim Rabbimizsin), biz şahit olduk.”

AY'IN RESÛLULLAH (S.A.V)'A SELAM VERMESİ

Ebû Kubeys dağının altında duruyorduk.Ay doğu tarafından göründü.Yükselerek yukarı çıktı. Nûru bütün âlemi doldurmaya başladı.Göğün ortasında kâmil bir dolunay haline geldi...

8 Kasım 2010 Pazartesi

RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI'NDA MEHDİ

Her Yüzyıl Başında Bir Müceddid Gönderilmesi

Müceddid: Yenileyen, yenileyici. Hadislerle bildirilen ve her yüzyıl başında dini hakikatleri devrin ihtiyaçlarına göre açıklamak üzere gönderilen büyük alim ve Peygamberimiz'in (s.a.v.) varisi olan zat.

Ashab-ı Kütüb-i Sitteden İmam-ı Hakim, "Müstedrek"inde ve Ebu Davud "Kitab-ı Sünen'inde; Beyhaki, "Şuab-ı İman"da tahriç buyurdular: "Her yüz senede Cenab-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor." Hadisi şerifine mazhar ve masadak ve müzhir-i tam olan Mevlana eşşehir kutbü'l-arifin, gavsü'l vasilin, varis-i Muhammedi, kamilü't-tarikatü'l-aliyye ve-l müceddidiyye Halid-i Zülcenaheyn Kuddise sırruhu ... (Barla Lahikası, s. 119)


Her yüzyıl başında bir müceddid (dini canlandıran, yenileyen) gönderileceğini Hz. Muhammed hadisleriyle biz inananlara müjdelemektedir. İnkarın, fuhuşun, sapkınlığın ve her türlü yozlaşmanın had safhaya ulaştığı hicri 1400 senesinde (1979-1980) yani hicri 14. asrın başında da hadisin haber verdiği gibi bir müceddidin, bir kurtarıcının gönderilmesi gerekmektedir. Bu da hadislerin ve din alimlerinin yorumlarına göre, İslam aleminin 1400 senedir beklediği Mehdi'dir.

Her yüz sene başında bu ümmetin uleması arasından bir müceddid gelecek ve şeriatı ihya edecektir. Bilhassa, aradan bin sene geçtikten sonra… Zira, böyle aradan bin senenin geçtiği vakit, geçen ümmetlerde ulül'azm bir peygamberin geldiği vakittir. (Mektubat-ı Rabbani, 1/520)


Ebu Hüreyre'nin rivayetine göre; Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuş: Gerçekten Aziz ve Celil olan Allah her yüz sene başında şu ümmetin dinini bidatten ayıracak, yenileyecek (ilim sahibi) bir zatı gönderir. (Sünen-i Ebu Davud, 5/100)


Mehdi Hicri 14. Asırda Gelecektir

Ta ahir zamanda, hayatın geniş dairesinde asıl sahibleri, yani Mehdi ve şakirtleri, Cenab-ı Hakk'ın izniyle gelir, o daireyi genişlendirir ve o tohumlar sünbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip Allah'a şükrederiz. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 138-Kastamonu Lahikası, s. 72)

Çok zaman evvel bir ehl-i velayetten işittim ki; o zat, eski velilerin gaybi işaretlerinden istihrac etmiş ve kanaatı gelmiş ki; "Şark tarafından bir nur zuhur edecek, bid'atlar zulümatını dağıtacak." Ben, böyle bir nurun zuhuruna umutla bekledim ve bekliyorum. Fakat çiçekler baharda gelir. Öyle kudsi çiçeklere zemin hazır etmek lazım gelir. Ve anladık ki, bu hizmetimizle o nurani zatlara zemin izhar ediyoruz... (Sikke-i Tasdik-i Gaybi s. 189 Mektubat s. 345)

O ileride gelecek acib şahsın bir hizmetkarı ve ona yer hazır edecek bir dümdarı ve o büyük kumandının pişdar bir neferi olduğunu zannediyorum. (Barla Lahikası, s. 162)

Bediüzzaman yukarıdaki açıklamalarında; yaptığı çalışmalarla Mehdi'ye uygun ortam hazırladığını ve Mehdi geldiğinde kendisinin vefat etmiş olacağını, Mehdi'nin hizmetlerini kendi kabrinden seyredeceğini ifade etmektedir.

Risale-i Nur Külliyat'ında, Mehdi'nin mücadele ve hakimiyet devreleri ile ilgili verilen ebcedler şu şekildedir:

Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah, kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor. (Tevbe Suresi, 32)

Yukarıdaki ayette geçen "Allah, kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor" cümlesi hakkında Bediüzzaman hazretleri şöyle demektedir.

Şimdi hatıra geldi ki, eğer şeddeli (Arapçada bir harfin iki kez okunması) "lamlar" ve "mimler" ikişer sayılsa bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zatlar ise, Hazret-i Mehdi'nin Şakirdleri olabilir. (Şualar, s. 605)

Bu ayetin ebced değeri ile (1424-Miladi: 2004) Mehdi önderliğinde İslamın Dünya hakimiyeti devrelerine dikkat çekilmektedir.

"... inkar edenlerin velileri ise tağut'tur..." (Bakara Suresi, 257)

ayetindeki "tağut" (küfrün fikir sistemi ) kelimesinin kendi içinde çöküş ve yıkılış tarihini de Bediüzzaman (ebced değerini) 1417 (miladi 1995) olarak vermektedir.

Bu zamanda öyle fevkalade hakim cereyanlar var ki, herşey'i kendi hesabına aldığı için, faraza hakiki beklenilen ve bir asır sonra gelecek o zat dahi bu zamanda gelse, harekatını o cereyanlara değiştirecek diye tahmin ediyorum. (Kastamonu Lahikası, s. 57)

Bediüzzaman Said Nursi, "hakiki beklenilen ve bir asır sonra gelecek o zat" diyerek Mehdi'nin henüz gelmediğini, Müslümanlar tarafından beklendiğini ve kendi yaşadığı devirden bir asır sonra geleceğini bildirmektedir. Bediüzzaman hicri 13. asırda yaşamıştır. Kendisinden sonra gelecek asır Hicri 14. asırdır. Bu asır Mehdi'nin çıkış zamanıdır.

"İşte bu hakikatı bilmeyen insafsız derler ki: "Ahiretin tafsilatını ders alan müteyakkız (uyanmış, tetikte) kalbli, keskin nazarlı olan sahabelerin fikirleri niçin bin sene hakikattan uzak olarak fikirleri düşmüş gibi, istikbal-i dünyevide bin dörtyüz sene sonra gelecek bir hakikatı asırlarında karib (yakın) zannetmişler?" (Sözler, s. 318)

"1400 sene sonra gelecek bir hakikatı"

Burada ne 1373, ne 1378, ne de 1398 denmemiş, tam 1400 denmiştir. Yani Hicri 14. yüzyıl. Hicri 1400 yılı İslam toplumlarının başsız kaldığı, fuhuşun, azgınlığın, inkarın son safhaya ulaştığı, Müslümanların maddi ve manevi büyük kayıplara uğradığı bir yüzyıl başlangıcıdır. Madem her yüzyıl başında bir müceddid (dini yenileyen, dini bidatlerden, sapmalardan önleyen bir kişi) gönderilmiş, demek ki bu ümmetin fesadı zamanında da bunu dağıtacak, küfrü yok edecek, Müslümanların birleşmesine sebep olacak bir müceddidin gelmesi gerekmektedir. Bu da Müslümanların 1400 senedir beklediği Hz. Mehdi'dir.

Bediüzzaman Said Nursi'nin Şam Hutbesi

Bediüzzaman Hicri 1327'de Şam'da Emevi Camii'nde onbin kişilik bir cemaate verdiği hutbesinde, 1371'den sonraki İslam aleminin geleceğine yönelik izahlar yapmakta, ahir zamandan çeşitli tarihler vererek, beklenen Mehdi'nin mücadele zamanlarına ve sonunda onları yeneceği tarihe dikkat çekmektedir:

Ta 1371 senesinden sonraki alem-i İslamın mukadderatına nazar eden Hutbe-i Şamiyedeki hakikatlar...

Evet şimdi olmasa da otuz-kırk sene sonra fen ve hakiki marifet ve medeniyetin güzelliklerini o üç kuvveti tam techiz edip, cihazatını verip o dokuz manileri mağlup edip dağıtmak için gerçekleri araştırma isteğini ve insaf ve muhabbet-i insaniyeyi o dokuz düşman taifesinin cephesine göndermiş, inşaallah yarım asır (elli yıl) sonra onları darmadağın edecek. Hutbe-i Şamiye, s. 25


Yetmiş birde fecr-i sadık başladı veya başlayacak. Eğer bu, fecr-i kazib de olsa, otuz-kırk sene sonra fecr-i sadık çıkacak. (Hutbe-i Şamiye, s. 23)

1371 + 30 = 1401 (Miladi 1981)

1371 + 40 = 1411 (Miladi 1991)

1371 + 50 = 1421 (Miladi 2001)

Bediüzzaman Hicri 1400 yılı başlarında Mehdinin inkarcılarla mücadele zamanına 1401-1411 = 1981 -1991 yılları arası - fen, hüner, sanat ve medeniyetin iyiliklerini birleştirip bunları yeneceği, darmadağın edeceği tarihe (1421=2001) dikkat çekiyor.

Fecir: Tan yerinin ağarması, güneş doğmadan önceki kızıllık, sabah vakti

Fecr-i Kazib: Sabaha karşı doğu ufkunda yayılmaya başlayan birinci kızıllık.

Fecr-i Sadık: Fecr-i Kazib'ten sonra yayılmaya başlayan ikinci aydınlanma,

1371 + 30 = 1401 = 1981

1371 + 40 = 1411 = 1991

Bediüzzaman İslam'ın dünyaya tekrar hakim olmasını güneşin doğuşuna benzetmektedir. Güneşin battıktan sonra ertesi gün yeniden doğması gibi, İslam'ın da dünya üzerinde tekrar doğup parlayacağına bu benzetmeyle işaret ediyor olabilir. Fecr-i Kazib ve Fecr-i Sadık ifadeleriyle bu doğuşun başlangıç yıllarına dikkat çekilmiştir. Buna göre zulmün, karanlığın dağıtılmaya başlaması 1981-1991 yıllarında, tam anlamıyla susturulup dağıtılması ise 2001 yılında tamamlanacaktır.

Mehdi Liderliğinde İslam Ahlakı Dünyaya Hakim Olacaktır

El cevap: Cenab-ı Hakk; kemal-i rahmetinden, şeriat-ı İslamiyetin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddid veya bir halife-i zişan veya bir kutb-u a'zam veya bir mürşid'i ekmel veyahut bir nevi Mehdi hükmünde mübarek zatları göndermiş; fesadı izale edip, milleti ıslah etmiş; Din-i Ahmediye (A.S.M)'yi muhafaza etmiş. Madem adeti öyle cereyan ediyor, ahir zamanın en büyük fesadı zamanında, elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hakim, hem mehdi, hem mürşid, hem kutb-u azam olarak bir zat-ı nuraniyi gönderecek ve o zat da, ehl-i beyt-i Nebeviden olacaktır. Cenab-ı Hakk, bir dakika zarfında beyn-es-sema vel-arz alemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eder ve bahar içinde bir saatte yazmevsiminin numunesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını icad eden Kadir-i Zülcelal; Mehdi ile de, alem-i İslam'ın zulümatını dağıtabilir.

Ve va'detmiştir, va'dini elbette yapacaktır. Kudret-i İlahiye noktasında bakılsa, gayet kolaydır. Eğer daire-i esbab ve hikmet-i Rabbaniye noktasında düşünülse, yine o kadar makul ve vukua layıktır ki; 'Eğer muhbir-i Sadık'tan rivayet olmazsa dahi, herhalde öyle olmak lazım gelir. Ve olacaktır' diye ehl-i tefekkür hükmeder. (Mektubat, s. 411-412)


Ahir zamanın EN BÜYÜK FESADI Karışıklık, zulüm.
En büyük bir müçtehid İhtiyaç hasıl olduğunda ayet ve hadislerden hüküm çıkaran büyük İslam alimi ve önderi.
Hem en büyük bir müceddid Dini hakikatleri devrin ihtiyaçlarına göre izah etmek üzere gönderilen büyük alim ve Hz. Muhammedin varisi olan zat.
Hem Hakim Haklı ve haksızı ayırıp, adalet üzere hükmeden devleti idare eden.
Hem Mehdi Hidayete vesile olan.
Hem Mürşid Doğru yolu gösteren, gafletten uyandıran
Hem Kutb-u azam olan Birçok Müslümanın kendisine bağlandığı, zamanın en büyük yol göstericisi
BİR ZAT-I NURANİ gönderecek O ZAT ehl-i Beyt-i Nebevi'den olacaktır. Peygamberimiz'in (s.a.v.) soyundan olacaktır

Bediüzzaman, ahir zamanın EN BÜYÜK FESADI zamanında Peygamberimiz'in soyundan bu fesadı dağıtacak TEK BİR ŞAHSIN, BİR ZAT-I NURANİNİN (Nurani bir şahsın) İslam alemindeki bu karanlığı dağıtacağını bildirmiş ve bunun kıştan sonra baharın gelmesi gibi Allah'ın kanununa uygun olduğunu, bunun da Allah'ın gücü dahilinde olduğunu belirtmiştir.

Rivayetlerde, ahir zamanın alametlerinden olan ve al-i beyt-i nebeviden (Peygamberimiz'in ailesinden) Hazret-i Mehdi'nin hakkında ayrı ayrı haberler var. Hatta bir kısım ehl-i ilim ve ehl-i velayet, eskide onun çıkmasına hükmetmişler.

Allahu a'lem bissavab, bu ayrı ayrı rivayetlerin bir te'vili şudur ki: Büyük Mehdi'nin çok vazifeleri var. Ve siyaset aleminde, diyanet aleminde, saltanat aleminde, cihad alemindeki çok dairelerde icraatları olduğu gibi, her bir asır me'yusiyet vaktinde, kuvve-i maneviyesini te'yid edecek bir nevi Mehdi'ye veyahut Mehdi'nin onların imdadına o vakitte gelmek ihtimaline muhtaç olduğundan; rahmet-i ilahiyye ile her devirde belki her asırda bir nevi Mehdi al-i beyt-ten çıkmış, ceddinin şeriatını muhafaza ve sünnetini ihya etmiş. Mesela: Nakşibend ve aktab-ı erbaa ve oniki imam gibi büyük Mehdi'nin bir kısım vazifelerini icra eden zatlar dahi, Mehdi hakkında gelen rivayetlerde, medar-ı nazar Muhammed Aleyhissalatü Vesselam olduğundan - rivayetler ihtilaf ederek, bir kısım ehl-i hakikat demiş: "Eskide çıkmış." Her ne ise...

Evet yüzer kudsi kahramanları yetiştiren ve binler manevi kumandanları ümmetin başına geçiren ve hakikat-ı Kur'aniyenin mayası ile ve imanın nuriyle ve İslamiyetin şerefiyle beslenen, tekemmül eden a-li beyt, elbette ahir zamanda şeriat-ı Muhammediyeyi ve hakikat-ı Furkaniyeyi (Kuran'ı Kerim'in esası) ve sünnet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) ihya (yeniden canlandırma) ile, ilan ve icra ile, başkumandanları olan "Büyük Mehdi"nin kemal-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya göstermeleri gayet makul olmakla beraber, gayet lazım ve zaruri ve hayat-ı içtimaiye-i insaniyedeki düsturların muktezasıdır (gerekliliğidir)..." (Şualar, s. 456 )

Bediüzzaman, Müslümanların ümitsizlik içine düştükleri her asırda, manevi kuvvetlerini desteklemek, şevklerini-mücahede güçlerini artırmak için bir nevi Mehdi manasında (müceddid) gönderildiğini ve bu şahısların, ahir zamanda gelmesi beklenen Büyük Mehdi'nin vazifelerinden sadece bir kısmını yaptıklarını söylemiştir.

Ahir zamanda beklenen Büyük Mehdi'nin de çıktığı zaman Peygamber Efendimiz'in gösterdiği yola uyacağını, Kuran'ı Kerim'in, iman delillerini anlatarak insanların imanını güçlendireceğini, bunları açıkça bütün dünyaya göstereceğini ve herkese duyuracağını haber vermiştir.

Peygamber Efendimiz'in hadislerinde işaret edilen alametlerin büyük çoğunluğunun gerçekleşmiş olması, birçok İslam aliminin ve Bediüzzamanın izahlarında da belirtilmiş olması tek bir gerçeği göstermektedir: İnşallah hicri 14. asırda, yani içinde bulunduğumuz asırda Hz. Mehdi'nin liderliğinde İslam ahlakı dünyaya hakim olacak ve bütün dünya bunu tastik edecektir. (En iyisini Allah bilir.)

Mehdi'nin Üç Büyük Vazifesi

Birincisi: Çok def'a mektuplarımda işaret ettiğim gibi, "Mehdi Al-i Resulün temsil ettiği kudsi cemaatinin şahs-ı manevisinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cem'iyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i ilahiyyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak:

Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutiyle ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu, beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır. Ehl-i imanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşey'i bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdinin, o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zat, o taifenin uzun tasdikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak. Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevi ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar. (Emirdağ Lahikası, s. 259)

Bediüzzaman, Mehdi'nin üç vazifesi olacağını bildirmiştir.

…Fen ve felsefenin tasallutiyle (tesiriyle) ve maddiyyun (maddecilik) ve tabiiyyun (Tabiatçılık inancının) beşer içinde intişar etmesiyle (yayılmasıyla) herşeyden evvel felsefeyi ve maddiyyun fikrini (maddeci düşünceyi) tam susturacak.

Bediüzzaman burada Mehdi'nin birinci ve en önemli vazifesinin, Allahın varlığını inkar eden materyalist felsefeyi tam anlamıyla ortadan kaldırmak olduğunu söylemektedir.

...Mehdi'nin o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife (grup) bir cihette (bir yönüyle) görecek. O zat (Mehdi) o grubun uzun tasdikatı (araştırmaları) ile yazdıkları eserleri kendine hazır bir program yapacak. Onun ile o birinci vazifesini tam yapmış olacak.

Bediüzzaman burada Mehdi'nin en önemli vazifesi olan materyalist felsefeyi sustururken vaktinin olmayacağını, talebelerinin geniş araştırmalar sonucu hazırlamış olduğu eserleri kendisine program olarak seçeceğini, onlardan faydalanacağını bildirmektedir.

Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevi ordusu, yalnız ihlas, sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakirdleridir (talebeleridir). Ne kadar da az olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.

Bediüzzaman Hz. Mehdi'ye birinci vazifesinde yardımcı olan talebelerinin; ihlas, sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olduklarını, sayılarının çok az olmasına rağmen, yaptıkları çalışmalarından dolayı bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli olduklarını haber vermektedir.

İkinci Vazifesi: Hilafet-i Muhammediye (A.S.M) ünvanı ile şeair-i İslamiyeyi ihya etmektir. Alem-i İslamın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddi ve manevi tehlikelerden ve gabad-ı İlahiden kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-ı istinadı ve hadimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lazımdır. (Emirdağ Lahikası, s. 259)

Hz. Mehdi (a.r)'in ikinci vazifesi ise,

Hilafet-i Muhammediyye (Peygamberimiz'in yerine halife) ünvanı ile şeair-i İslamiyeyi (islamın adetlerini) ihya etmek yani yeniden canlandırmaktır.

Hz. Mehdi şu anda çeşitli gruplar halinde dağınık olan Müslümanları birleştirip, lider olarak başlarına geçecek, İslamın emirlerini canlandıracak, dine sonradan sokulan yanlış uygulamaları kaldıracaktır.

Üçüncü Vazifesi: İnkilabat-ı zamaniye ile çok ahkam-ı Kur'aniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M) kanunları bir derece ta'tile uğramasıyla O zat, bütün ehl-i imanın manevi yardımlarıyla ve ittihad-ı İslamın muavenetiyle ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa Al-i Beytin neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakar seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmaya çalışır. (Emirdağ Lahikası, s. 260)

Hz. Mehdi'nin üçüncü vazifesinin zamanın değişip, inkarın hakim olmasıyla zedelenen birçok Kuran hükmünü ve belirli bir süre ertelenen Kuran ahlakını, Müslümanların ve Peygamberimiz'in soyundan gelen seyitler cemaatinin yardımıyla yeniden canlandırmak ve uygulamak olduğunu bildirmektedir.

Birincisi: Ahirdeki iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller, fakat hilafet-i Muhammediye (A.S.M) ve ittihad-ı İslam ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı islamiyeyi sürmek cihetinde herkesde, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkarında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor; ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset manasını ihsas eder, belki de hodfüruşluk manasını hatıra getirir; belki bir şan, şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskiden beri ve şimdi de çok safdil ve makamperest zatlar Mehdi olacağım diye dava ederler. Gerçi her asırda hidayet edici, bir nevi Mehdi ve müceddid geliyor ve gelmiş, fakat herbiri üç vazifelerden birisini bir cihette yapması itibarıyle, ahir zamanın Büyük Mehdi ünvanını almamışlar. (Emirdağ Lahikası, s. 260)

Bediüzzaman geçmiş asırlarda gelen müceddidlerin yukarıda sayılan üç vazifeden yalnızca birisini yaptıklarını ve bu sebeple ahir zamanın büyük Mehdi'si ünvanını almadıklarını bildirmiştir.

Fakat ahir zamanda gelecek olan Büyük Mehdinin bu üç vazifenin tamamını eksiksiz yapacağı için bu ünvanı alacağını haber vermiştir. Sonuç olarak ahir zamanda gelecek olan Mehdi insanların imanının kurtulmasına vesile olacak, materyalist felsefeyi tamamen çürütecek, mevcut devletin talebi ile lider olarak başa geçip, Kuran ahlakını tüm insanlara tebliğ edecektir.

Ümmetin beklediği, ahir zamanda gelecek zatın üç vazifesinden en mühimmi ve en büyüğü ve en kıymetdarı olan iman-ı tahkikiyi neşr ve ehl-i imanı dalaletten kurtarmak.

O zatın ikinci vazifesi, Şeriatı icra ve tatbik etmektedir. Birinci vazife, maddi kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad ve ihlas ve sadakatle olduğu halde bu ikinci vazife gayet büyük maddi bir kuvvet bir hakimiyet lazım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin.

O zatın üçüncü vazifesi, Hilafet-i İslamiyeyi İttihad-ı İslama bina ederek, İsevi ruhanileriyle ittifak edip din-i İslama hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakarlarla tatbik edilebilir. Birinci vazife, o iki vazifeden üç-dört derece daha ziyade kıymetdardır, fakat o ikinci, üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şa'şaalı bir tarzda olduğundan umumun ve avamın nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9)

Bediüzzaman burada da, ahir zamanda gelecek olan Mehdinin üç büyük vazifesinin olacağını söylemiştir. Bunlardan en önemlisinin imana ait bütün meseleleri ihlasla, sadakatle yaygınlaştırmak, ehl-i imanı sapmalardan, uzaklaşmalardan kurtarmak, ikinci vazifesinin Kuranı uygulamak, üçüncü vazifesinin de bütün İslami güçleri birleştirip, tüm dünyayı kötülüklerden, inkardan temizlemek olduğunu bildirmiştir.

Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-ı imaniyyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor. Rivayat-ı hadisiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanı hakaikdeki tecdid itibariyledir. Fakat, efkar-ı ammede, hayat-perest insanların nazarında zahiren geniş ve hakimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslamiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile, o nokta-i nazardan bakıyorlar, mana veriyorlar. Hem bu üç vezaifin birden bir şahısda, yahut cemaatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerhetmemesi pek uzak, adeta kabil görülmüyor. Ahir zamanda, Al-i Beyt-i Nebevi'nin (A.S.M.) cemaat-i nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdi'de ve cemaatindeki şahs-ı manevide ancak içtima edebilir. (Kastamonu Lahikası, s. 139) (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 156)

Bediüzzaman kendi yaşadığı devirde bütün bu vazifenin icrasının BİR ŞAHISTA veya bir cemaatte bulunmasının imkansız olduğunu ve bunların tamamını ancak ahir zamanda gelecek Mehdi ve onun cemaatinin yapacağını da haber vermiştir.

Bu zamanda öyle fevkalade hakim cereyanlar var ki, herşeyi kendi hesabına aldığı için, faraza hakiki beklenilen o zat dahi bu zamanda gelse, harekatını o cerayanlara kaptırmamak için siyaset alemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek, diye tahmin ediyorum.

Hem üç mes'ele var: Biri hayat, biri şeriat, biri imandır. Hakikat noktasında en mühimmi ve en azamı, iman mes'elesidir. Fakat şimdi umumun nazarında ve hal-i alem ilcaatında en mühim mes'ele, hayat ve şeriat göründüğünden, o zat şimdi olsa da, üç mes'eleyi birden umum rüy-i zeminde vaziyetlerini değiştirmek nev'i beşerdeki cari olan adetullaha muvafık gelmediğinden, herhalde en azim mes'eleyi esas yapıp, ötesi mes'eleleri esas yapmıyacak, ta ki iman hizmeti, safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında o hizmet başka maksadlara alet olmadığı tahakkuk etsin. Kastamonu Lahikası, 57 Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 43

"faraza hakiki BEKLENEN O ZAT" dahi bu zamanda gelse;

Bediüzzaman hazretleri, burada Mehdi'nin henüz gelmediğini ifade ederek, kendi yaşadığı devirde Müslümanların imani meselelerinin henüz halledilmediğini, Mehdi'nin gelmesi için ortamın uygun olmadığını ve beklenen zatın o zaman da gelse imani meselelerin halledilmesi için çalışacağını, kendisinin bu meseleler üzerine çalışarak Mehdi'ye ortam hazırladığını belirtmiştir.

Bediüzzaman Said Nursi'nin daha evvelki izahlarında da belirttiği gibi, Hz. Mehdi önce, en azim ve en büyük mesele olan iman konusunu halledip, insanların imanının kurtulmasına vesile olacaktır. Birinci mesele hallolduktan sonra diğer iki vazifesini de yapıp, bu üç önemli vazifeyi tamamlamış olacaktır.

Dünyanın Evveli


İnsanlığın yaratılmasından evvel dünyada imtihana tabi tutulan veya tutulmayan başka mahkukat var mıydı? Dünyanın yaşı ve insanlığın yaşı arasındaki fark ne kadardır?


İnsan yaratılmadan önce dünya çoktan yaratılmış ve insanın yaşayışına uygun bir şekilde hazırlanmıştı. Önce bitkiler yeri doldurmuş, sonra hayvanlar yaratılmış ve en sonunda da insanlar yaratılmıştır.

İslamî kaynakların bildirdiğine göre, insanlardan önce imtihana tabi olmak üzere önce cinler yaratılmış, sonra insanlık yaratılmıştı.

Kâinat ve insanlığın ömrü hakkında, Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Kur’an ayetlerinin sayısı olan 6666 adedine dayanarak, önce kâinatın ömrünü 126 milyar sene olarak hesaplar.

Sonra dünyada canlıların yaratılmasından sonra geçen süreyi 200 bin sene olarak hesaplar.

Daha sonra, hadis-i şeriflere dayanarak insanlığın ömrünün 7000 sene olduğunu söyler. Bir hadis-i şerife göre, peygamberimizin zamanına kadar, “dünyadan 5600 yıl geçmiştir.” (el- Müttaki) Buna göre şu an 7000 senenin sonlarına yaklaşılmış olduğu, ahirzamanda olduğumuz ve kıyametin yakın olduğu anlaşılıyor. Çünkü Peygamberimizden bu güne yaklaşık 1400 sene geçmiştir. 5600+1400 = 7000

Şu hadis-i şerif de bunu destekliyor:

"Benim ümmetimin ömrü 1500 seneyi pek geçmeyecek." (Suyuti)

Bütün bunların neticesinde insanlığın dünyadaki ömrünün 7000 sene civarında olacağı anlaşılıyor.

Açık kalan tek nokta ise, dünyanın yaratılışından canlılar ortaya çıkıncaya kadar kaç sene geçtiğidir. Bu noktada herhangi bir açıklama görülmüyor. Dolayısıyla dünyanın yaratılışı ile insanlığın yaratılışı arasında geçen süre belirsizdir.

Alt alta sıralayacak olursak;

-126 milyar sene önce kâinat yaratılmaya başlandı.

-Bu zaman içinde belirsiz bir zamanda, önce Güneş, sonra ondan ayrılan bir parçanın zamanla kabuk bağlamasıyla Dünya yaratıldı.

-200 milyon sene önce dünyada ilk canlılar yaratıldı.

- 7000 sene önce de insanlık yaratıldı.

-Kıyametin vakti tam olarak bilinemez. Fakat rivayetlerden anlaşıldığına göre, bu son bir iki asır içinde de kıyamet kopacaktır. En doğrusunu Allah bilir.

Dünya’da önce Cinlerin yaratıldığını izah eden tefsir bilgileri şöyledir:

“Ben yeryüzünde kendime bir halife yaratacağım…” (Bakara, 30) ayetinin izahı olarak Abdullah İbni Ömer (r.a) şöyle rivayet etmiştir. “Cân oğulları diye anılan cinler, Âdem (a.s)’ın yaratılmasından iki bin yıl evvel yeryüzünde idiler. Yeryüzünde fitne ve fesad çıkardıkları için, Allah onlara karşı meleklerden bir ordu gönderdi. Melekler tarafından iyice hırpalanan bu fesatçılar denizlerdeki adalara sığınmak suretiyle canlarını kurtarabildiler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak meleklere: “Muhakkak ben yeryüzünde bir halife yaratacağım…” dedi.(Safvettüt-Tefasir)

Bu izahlardan, cinlerin insanlardan önce yeryüzünde imtihana tabi oldukları anlaşılıyor.

Taberî Tefsirinde şu malumat verilmiştir:

“Abdullah b. Abbas’tan nakledilen bir görüşe göre, Hz Âdem daha önce yeryüzünde yaşayan ve orada bozgunculuk çıkardıkları için yok edilen cinlerin yerine yeryüzünde Halife olarak yaratılmıştır. Dehhak, Abdullah b. Abbas'm şunları söylediğini rivayet etmiştir: Yeryüzünde ilk yaşayan Cinlerdi, onlar orada bozgunculuk çıkardılar, kan döktüler ve birbirlerini öldürdüler. Bunun üzerine Allah onlara, meleklerden meydana gelen bir ordusuyla birlikte İblisi gönderdi. İblis, beraberinde bulunanlarla birlikte cinlere karşı savaştı. Onları adalara ve dağların başlarına kaçmaya zorladı. Sonra Allah teala Âdemi yarattı. Onu yeryüzünde Cinlerin yerine getirdi.”

İnsanlığın dünyadaki ömrünün yedi bin sene olduğunu bildiren hadislerden ikisi şöyledir:

“Dünyanın ömrü, ahiret günleriyle yedi gündür.’ Allah-u Teala buyurdu ki: ‘Rabbin katında bir gün sizin saydıklarınızdan 1000 yıl gibidir.’ Kim bir din kardeşinin Allah yolunda bir ihtiyacını görürse, Allah Teala onun için gündüzlerini oruçla, gecelerini de ibadetle geçirmişcesine şu dünyanin 7000 yıllık ömrü müddetince sevap yazar.” (Ali el-Muttaki)

“Dünyanin ömrü ahiret günleriyle yedi gündür. Yüce Allah dedi ki: Gerçekten senin Rabbinin katında bir gün sizin saymakta olduğunuz 1000 yıl gibidir.”(Suyuti)



Üstad Bediüzaman Dünya’nın ömrünün 7000 sene oluşunu şu şekilde anlatır:



“Rivâyet-i meşhure ile zaman-ı Adem'den kıyamete kadar eyyam-ı şeriye (şer’i gün çeşitleri) ile tabir edilen 7000…
Şu halde nev’-i insanın ömrü yedi bin sene eyyam-ı ma'lume-i arzıye (dünyanın malum günleri) ile olsa, Küre-i arzın (dünyanın) hayata menşe' (kaynak) olduğu zamandan harabına (yıkılışına) kadar eyyam-ı şemsiye (güneş günleriyle) ile iki yüz bin seneden geçer ve şemsüşşümüse (en büyük yıldıza) tabi ve âlem-i bekadan ayrılıp küremize bakan dünyaların ömrü şemsüşşümüsün işarat-ı Kur'âniye ile her günü elli bin senelik olmasına binaen yedi bin sene o eyyam ile yüz yirmi altı milyar sene yaşarlar (kainatın ömrü)." (Osmanlıca Mektubat Fihrist Kısmı ve Rumuzat-ı Semaniye Risalesi)
İmam Şarani Hazretleri de yine Kur’an ayetlerinin sayısı olan 6666 adedine dayanarak, fakat farklı bir yoldan giderek Bediüzzaman Hazretleri’nin verdiği rakama yakın olarak hesaplamıştır.

Hiçbir şey yaratılmadan, insanlar ve cinler yaratılmadan önce, Allah'ın isimlerinin tecellisi nasıldı?
Kaynak: Sorularla İslamiyet
- Muhyiddin İbn Arabî’nin konuyla ilgili görüşü şöyledir: “Allah mahlukatı yaratmadan önce bir ‘ÂMÂ’da idi. Âmâ'nın altında da hava, üstünde de hava vardı.” (bk. El-Futuhatu’l-Mekkiye, I/148).

- İbn Arabî, bu konuyu bir hadis-i şerife dayanarak açıklamaktadır. Hadiste gelen rivayet şöyledir: Ashap’tan Ebu Rezîn anlatıyor: Ben: “Ey Allah’ın Resulü! Rabbimiz, mahlukatı yaratmadan önce neredeydi?” diye sordum. “Allah, mahlukatı yaratman önce bir ‘AMA’da idi. Amanın altında da hava, üstünde de hava vardı. Sonra Arşını su üzerinde yarattı.” diye cevap verdi.(Ahmed b. Hanbel; IV/11-12; Tirmizî, Tefsir, 12; İbn Mace, Mukaddime,13)

Alimlerin bildirdiğine göre, ‘Amâ’dan maksat, Allah ile birlikte hiçbir şey yoktu' demektir. (Tirmizî, a. g.y.) İbn Mace’nin rivayetinde yer alan “Onunla birlikte hiçbir yaratık yoktu” ilavesi de bu anlamı pekiştirmektedir.

İbn Esir, “en-Nihaye fi Garibi’i-Hadisi ve’l-Eser” adlı eserinde bu konuda şu bilgileri vermiştir: ‘Amâ’ kelimesi uzatmalı şekliyle bulut demektir. Bazı rivayetlerdeki ‘Amen’ kısaltmalı şekliyle de “Allah ile birlikte hiçbir şeyin olmadığını” ifade etmektedir.

Bunun ‘ince bulut’ anlamında olduğunu söyleyenler de vardır. Bazı âlimlere göre, ‘Amâ’ insan aklının kavrayamayacağı, insan idrak sınırının ötesinde olan bir kavramdır.

Ünlü Dil bilgini, el-Ezherî, “Biz buna iman ederiz, fakat herhangi bir şekilde onu nitelendiremeyiz.” diyerek görüşünü açıklamıştır. (bk. A.g.e, III/576 -el-Mektebe eş-şamile)

Bazı bilginler, mananın yanlış anlaşılmaması için, hadiste bir muzafın/tamlayan bir kelimenin/Arş kelimesi takdir edilmesinin lüzumuna işaret etmişler. Buna göre, “Ey Allah’ın Resulü! mahlukatı yaratmadan önce Rabbimiz neredeydi?” ifadesi “Rabbimizin Arşı neredeydi?” şeklindedir. Bu kelimenin takdir edilmesi, “Allah’ın Arşı su üzerindeydi.”(Hud, 11/7) mealindeki ayetin ifadesine de uygundur.

Nitekim alimler, “Onlar, ancak buluttan gölgeler içinde Allah’ın (emrinin) ve meleklerin gelmesini ve işin bitirilmesinden başka bir şey mi beklerler? Halbuki bütün işler sadece Allah’a döndürülür.”(Bakara, 2/210) mealindeki ayette de “Allah’ın gelmesi” ifadesinde emir kelimesini takdir etmişler ve “Allah’ın emrinin gelmesi..” şeklinde anlamışlardır(a.g.y).

İbn Arabî, ‘Amâ’nın Allah’ın nurunun tecelli ettiği ilk sahne olduğunu ifade etmiştir(Fütuhat, a.g.y).

Hadis-i şerifte geçen ‘Ama’ kelimesinin de yardımıyla bu konuyu -anladığımız kadarıyla- şöyle açıklayabiliriz:

Hadiste geçen ‘Amâ’ kavramı, anlamı ne olursa olsun, bir muammayı ifade etmektedir. Yani varlık yaratılmadan önce Allah’ın isim ve sıfatlarının nasıl olduğu bilinmez bir muamma idi.

Allah’ın varlığı, birliği, yaratıcılığı, ilmi, hikmeti, kudreti, bağışlaması, affı, gazabı, celal ve cemal ve kemal sıfatlarının olup olmadığı bilinmiyordu. Bu durum ‘Amâ’ olarak ifade edilmiş olabilir.

"Ben gizli bir hazine idim, kendimi tanıtmak istedim, mahlukatı yarattım ki, beni tanısınlar." (Aclunî, II/132). Bu hadis, hadis alimlerince, senet bakımından eleştirilmiş olmakla beraber, Aliyyu’l-Karî gibi bazı alimler, bunun manasının doğru ve “Cinleri ve insanları sırf bana kulluk etsinler diye yarattım."(Zariyat, 51/56) ayetine uygun olduğunu söylemiş ve İbn Abbas’ın bu ayette geçen ‘ibadet/kulluk’tan maksat Allah’ı tanımaktır, şeklindeki açıklamasını delil göstermişlerdir(bk. A.g.y; Aliyyu’l-Karî, el-Esraru’l-Merfua, s. 273).

Bu açıklama İbn Arabî’nin genel felsefesiyle de uyuşmaktadır. Nitekim, İbn Arabî, söz konusu hadisi şöyle açıklamıştır: “Mahlukatı yarattım ki, bana bir ayna olsun ve o aynada cemalimi göreyim.”(bk. İşaratu’l-İ’caz, s.17).

Demek ki, mahlukat yaratılmadan önce, güneşin bulut arkasında gizlendiği gibi, Şems-i Ezelî olan yüce Allah’ın isim ve sıfatları o mahiyeti bilinmez gizemde bir muamma idi. “Amânın altında hava, üstünde hava vardı”. Yani Onunla birlikte hiçbir varlık yoktu. Kimse onu tanımıyordu. Çünkü varlıktan eser yoktu. Sonra mahlukatı yarattı ve kendisini tanıttı.

"Her cemal ve kemal sahibi kendi cemal ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o sultan-ı zîşan dahi istedi ki, bir fuar açsın, içinde sergiler dizsin, ta insanlara ve diğer şuurlu varlıklara saltanatının haşmetini, servetinin şaşaasını, sanatının harikalarını, kendi maharetini göstersin. Ta ki, manevî cemal ve kemâlini iki yönden müşahede etsin: Birincisi, bizzat kendi kuşatıcı ilmiyle ve bakışıyla görsün. İkincisi ise, diğer şuurlu varlıkların nazarıyla baksın."(bk. Sözler/11. Söz, s.120). Bu safha Âyân-ı sabitenin teşahhus ettiği varlığın ilk sahnesidir.

Allah, kainatı yaratmadan önce ne yapıyordu?
Sorularla İslamiyet
Yazar: Mehmet Kırkıncı
Bu sorunun temelinde "zaman" ve "ezel" kavramlarının yanlış değerlendirilmesi yatmaktadır. İnsan, zaman ve mekân içerisinde yaşadığı için her hâdise ve hakikati zaman ölçüsüne göre değerlendirmekte ve ezel kavramını da zaman içinde düşünmekle yanlış bir kıyas yapmaktadır. Bu soru böyle yanlış bir kıyasın neticesidir.


"Zaman", mahlûkatın yaratılması ile başlayan ve içerisinde "olaylar zincirinin birbirini takip etmesi", "mahlûkatın birbiri ardınca akıp gitmesi" gibi hadiselerin cereyan ettiği mücerred bir kavramdır. Bütün mahluklar, bu zaman nehrinin içerisinde daima hareket etmekte ve akıp gitmektedirler. Mevcudatın yaratılması, değişimi, yaşlanması ve ölümü hep bu nehir içerisinde cereyan eder.


"Geçmiş, şu an ve gelecek" olmak üzere üçe ayrılan zaman, nisbî yani göreceli bir ifadedir. Yaşadığımız an, bir an öncesine göre gelecek idi, bir an sonrasında ise geçmiş olarak isimlendirilecektir. Bu ve benzeri bütün nisbetler ve izafetler mahlûkata göredir. Yâni, "asır, sene, gün, dün, bugün, yarın..." ancak mahlûkat için söz konusudur.


Ezel'e gelince, ezel zaman itibariyle bir sonsuzluk demek değildir.


Ezelde "geçmiş, şu an, gelecek, mekân ve mahlûk" yoktur. Zihin ezel hakkında bir zaman silsilesi tasavvur edemez. Zaman "devir, asır, yıl, ay, gün, saat, saniye, an..." gibi birimlere taksim edildiği halde, ezel için böyle bir taksimat yapılamaz. Ezel için bir başlangıç noktası da tasavvur edilemez.

Ezel, mutlak varlığın ancak mekân ve zamandan münezzeh olan Allah’a mahsus olmasından ibarettir. Bu gerçeği, Peygamber Efendimiz (asm.) "Allah vardı; beraberinde başka birşey yoktu."(1) hadîsi ile beyan buyurmuştur.


O halde Cenâb-ı Hakk'ın ezelî olması demek, O'nun kıdemi demektir. Yâni, “yegâne ve tek bir" olan O Vâcib-ül Vücud'un“evveliyetine bir başlangıç olmadığı” manasındadır.

Cenab-ı Hakk’ın ezeliyeti, devam ve bekası hâdiselerin zaman içerisinde akışı şeklinde düşünülemez. O’nun kıdem ve bekâsı hakkında zaman, boyut, silsile, geçmiş zaman, şu an ve gelecek söz konusu değildir. Öyleyse, zaman kavramı maziye doğru hayâlen ne kadar uzatılırsa uzatılsın Cenâb-ı Allah'ın ezeliyeti ile mukayese edilemez. Zamanın başlangıcından geriye doğru hayâlen gitsek ve şu kâinat gibi milyarlarca kâinat daha yaratıldığını düşünsek bu hayâli ve vehmî zaman yine Cenâb-ı Hakk'ın ezeliyeti ile beraber olamaz ve O'nunla kıyasa girmez. Zira, böyle bir mukayese, Kadîm'i (evveli olmayanı) hâdis (sonradan yaratılan) ile, mahlûku Hâlık ile, sonu olanı, sonsuzla mukayese etmek demektir.


Bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi; Cenâb-ı Hak Kadîm'dir, ezelîdir; zaman ise mevcudatın yaratılması ile başlamıştır. Mevcudat yaratılmadan önce zaman yoktu ki, Allah hakkında böyle bir soru sorulabilsin.


Bu soru ancak şöyle sorulabilir:

"Ezelde Allah vardı. O'nunla beraber hiçbir şey yoktu. O halde ezelde Allah ne yapıyordu?"

Bu soruya cevap vermeden önce şunu ifade edelim ki, ezelde bir şey yapmak Cenâb-ı Hakk'a -hâşâ- vâcib olmadığı gibi, birşey yapmamak da O'nun için bir noksanlık değildir. Zira O, mahlûkatı yaratmasa da sonsuz kemâldedir. Yâni, mevcudatı yaratmakla kemâlinde bir artış, yaratmamakla da bir noksanlık olmaz.


Bu kısa açıklamadan sonra, söz konusu soruyu iki maddede cevaplandıralım:


1) Cenâb-ı Hak ezelde, kendi Zâtını, ulûhiyyetine mahsus izzet ve azametini, cemâl ve kemâlini bizzat müşahede ediyordu. Kudsî Zâtını ulûhiyetinin şanına uygun bir surette hamd, tenzih ve takdis ediyordu.


Allah’ın zâtını kemâli ile bilmek ancak O'na mahsus olduğu gibi, kendisini kemâliyle takdis ve tahmid etmek de yine O'na mahsustur.


Marifetullah'ta en ileri mertebede olan Peygamber Efendimiz (asm.) mi'râc mucizesi ile Allahü Azîmüşşân'ı bizzat gördüğü halde O’nu hakkıyla bilmek ve lâyıkıyla takdis ve tahmid etmekteki aczini şöyle itiraf etmiştir:


"Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben seni lâyıkı vechi ile bilemedim. Sana hakkıyla şükredemedim. … "(2)


Diğer bir hâdis-i şeriflerinde ise "Sen kendini sena ettiğin gibisin." buyurmuştur.(3)


2) Cenâb-ı Hak mukaddes varlığına, kudsî sıfatlarına ve esmâ-i İlâhiyesine tecelligâh olacak eşyanın hakikatlarını, mahiyetlerini, plân ve programlarını, manevî miktar ve suretlerini ezelde dâire-i ilminde takdir ve müşahade etmekteydi. (4)


O Zât-ı Zülcelâl, lütuf ve keremi ile dâire-i ilmindeki bu mahiyetlere harici vücud giydirmeyi irâde buyurdu. Ve "kün" emrini verip mevcudatı halk etti. Bu halk ve icad mahlûkat için bir ihsan, lütuf ve ikram idi. Yoksa, mahlûkatı yaratmakla O Zât-ı Akdesin kemâlinde bir artış olmamıştır.

Şu hususu önemle belirtelim ki, Cenâb-ı Allah'ın gerek kendi zâtını müşahede etmesi, gerekse ilmindeki eşyanın mahiyetlerini takdir ve tanzim etmesi zaman içinde değildir. Yâni bunlar bir zaman silsilesi içerisinde düşünülemez. Ezeldeki bu müşahede, bu takdir ve tanzimi insan aklı idrak edemez. Bunun hakikatine ne bir melek-i mukarrebin, ne bir nebiyy-i mürselin idrâk ve marifeti kavuşabilir. Bu hakikat, ancak Allah’ın malûmdur.



Dipnotlar:
---------------------------------------
(1) Buhârî, Megâzî, 67, 74, Bed'u'l-Halk 1, Tevhid 22; Tirmizî, Menâkıb, 3946.

(2) Elmalılı Hamdi Yazır, H.D.K.D., Cilt 2, S:405.

(3) Ebu Davud, Salat 340, (1427); Tirmizi, Da'avat 123, (3561); Nesai, Kıyamu'l-Leyl 51, (3, 248-249)

(*) Merhum Elmalılı Hamdi Efendi'nin ifadesiyle, Allahü Azîmüşşân ezelde "inayet-i ezeliyesini, yani âlem-i takdir, halk ve icad fiillerini isdar ediyordu. Diğer bir tabirle "kün" emrini veriyordu. Âlemin yaratılması bunu takip etti. Binaenaleyh halk ezelî, mahlûk zamanî oldu."



YARATILIŞ GAYESİ
İslam Ansiklopedisi
Allah, kâinattaki bütün eşyayı bir hikmet ve nizam ile yaratmıştır. Bu nizam bir gayeyi hedeflemekte olup yaratıcının bilinmesinin en önemli delilidir. Kâinattaki nizam ve gaye, düşünce tarihi ile birlikte düşünen insanların dikkatini çekmiştir. Sokrat ve Çiçeron kâinattaki nizam ve gayenin yaratıcının delili olduğunu belirtmişlerdir. Varlıkların hikmeti ve nizamlı yaratılışı İslâm düşünürlerinin de dikkatini çekmiş ve Allah'ın birliğine delil olarak kullanılmıştır. Bu delili "hikmet ve inâyet" diye isimlendirmişlerdir.

Filozof el-Kindî, tabiatta müşahede edilen ve yaratıcı hikmetin enginliğini, lütuf ve merhametinin sonsuzluğunu gösteren ahenk ve nizâmın, eşya arasında mevcut türlü tesir ve tepkilerin yüksek gayelerinin bulunduğunu söyler. Âlemin nizâm ve tertibe konulmasında, eşya ve hâdiselerin birbirine tesir icra etmesinde bir kısım varlıkların bir kısmının emri altına girmesinde, âlemin en uygun ve en yarayışlı tarzda yaratılmasında en sağlam tedbirin ve en yüce hikmetin yani Allah'ın delilleri vardır (B. Topaloğlu, Allah'ın Varlığı, 57, 58,143).

Bütün varlıkların yaratılış gayesi Allah'a kulluktur (Sâf, 61/1). İnsanın, küçük canlıların, nebatların, dağların, yeryüzünün ve semânın yaratılışı bir gayeye yöneliktir: "Onlar üzerindeki göğe bakmazlar mı onu nasıl yükseltip süsledik? Göğün hiç bir kusuru ve eksik yeri de yoktur. Yeri de döşedik ve sabit dağlar koyduk. Yerde göze hoş gelen her çiftten bitkiler bitirdik. Bütün bunları Rabbine yönelen bütün kullar ibretle incelesinler ve tefekkür etsinler diye yarattık" (ez-Zâriyât, 50/56).

Yaratılışın en yüce gayesi, Allah'a iman ve onu tanımaktır. Bütün noksan sıfatlardan yüce ve en üstün sıfatlarla muttasıf olan Allah'ı, tanımak ve ona kulluk borcunu yerine getirmek, gönül huzurunun kaynağıdır: "Onlar inanmışlardır. Allah'ı zikretmeleri sebebiyle kalbleri huzura kavuşmuştur. Uyanık olun, kalbler ancak Allah'ı zikretmekle huzura kavuşur" (er-Ra'd, 13/28).
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...