Marifet, tanıma, bilme demektir. Marifetullah, Allah’ı Kur’anın bildirdiği gibi tanıma, sıfatlarını, isimlerini ve bunların sonsuz kemalde olduğunu bilme, İlâhî hakikatlere vakıf olma, şeklinde özetlenebilir.
Allah’a inanan insanın kalbi imanla nurlanmıştır. Bu, kör gözün açılmasından, işitmeyen kulağın duymaya başlamasından çok ileri bir inkişafla ruhun, Rabbine kavuşması, Ona inanması ve kendini Onun mahlûku bilmesidir. Şimdi sıra, Onu tanıma vadisinde mesafeler almaya gelmiştir.
Kur’an-ı Kerim, mümine daima marifet dersleri verir. Allah’ın adıyla başlar ve hemen Allah’ın Rahman ve Rahim olduğunu bildirir. Bu bir marifettir, yâni Rahman ve Rahim olarak Allah’ı tanımaktır.
“Yaratan Rabbinin ismiyle oku!” emriyle Allah Resulü’ne (asm.) ve O’nun şahsında da bütün ümmetine marifet sahasında mesafeler kat etme emri verilmiştir. Biz bu emirdeki Rab isminden dersimizi alarak, öncelikle kendimizde tecelli eden ilâhî terbiyeyi okuruz. Yüzümüzü gözümüzü; kalbimizi ruhumuzu, kanimizi, hücremizi okuruz. Hepsini en güzel ve en faydalı biçimde terbiye eden Rabbimizin rahmetini, keremini okuruz. Okudukça O’nun terbiye ediciliğine ve O’nun rahmetine olan marifetimiz artar. İhsanını daha güzel, daha net, daha açık seyreder oluruz.
Ayetin devamına geçer, nutfeden yaratıldığımızı ibretle düşünürüz. Bizi her şeyimizle o küçücük şifrede yerleştiren ve onu açıp her organımızı yerli yerine koyan Rabbimizin lütfuna, rahmetine hayran kalırız.
Rab ismi üzerindeki bu düşüncelerimiz, bizi Fatiha Suresine götürür. Rabbimizi, “Rabb-ül-âlemin” olarak tanırız. O, bizim Rabbimiz olduğu gibi, bütün hayvanlar ve bitkiler âleminin de Rabbidir. Sema, arz, Melek ve cin âlemlerinin, Arşın, kürsinin, cennet ve cehennemin de Rabbidir. Bunları düşündükçe, O’nun marifetinde daha da terakki ederiz. Rab ismi İlâhî isimlerden sadece birisi. Diğer isimleri ve tecellilerini de aynı şekilde tefekkür ederiz. Allah’ı Rab olarak tanıdığımız gibi, Rezzak, Muhyi (hayat verici), Kerim ve Kadir olarak da tanırız. Böylece marifetimiz daha da artar. Sonra, bütün bu isimlerin İlâhî sıfatlardan geldiğini düşünürüz. Marifetimiz sıfatlar aleminde derinleşir ve genişlenir. Ve sonunda, bütün bu sıfatların bir tek zata ait olduğunu bilmekle tevhit sahasına girer, Allah’ı hiçbir mahlukuna benzemeyen, bütün sıfatları gibi zatıyla da eşi ve benzeri olmayan tek zat olarak biliriz.
Allah’ın yarattığı eşya üzerinde bilim adamlarının dünya yaratıldığından beri kafa yormaları ve her gün yeni keşiflerde bulanmaları, varlık alemini her geçen gün biraz daha tanımaları gösteriyor ki bu eserlerin tümünü yaratan Allah’ı tanımanın, O’nun marifetinde ilerlemenin sonu yoktur. Peygamber Efendimiz (asm) miraç mucizesinin son durağında, “Ben seni hakkıyla tanıyamadım.” buyurmakla, hem bu sahanın sonsuzluğunu, hem de marifetimizi kesinlikle yeterli görmeyip ömrümüzün sonuna kadar bu yolda ilerlememiz gerektiğini bize ders vermektedir.
MARİFETULLAH İLMİ
VE MARİFETULLAH EHLİ
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Her şeyden haberdar olan Allah gibi sana hiç kimse haber veremez.” (Fâtır: 14)
Sana hakikatı bildirecek olan, herşeyden kemaliyle haberdar olan zât-ı kibriyâ’dır, diğer haber verenler değil.
Allah-u Teâlâ veli kullarını bize tarif ediyor ve Hadis-i kudsî’de buyuruyor ki:
“Kulun benimle meşgul olması, en fazla önem verdiği şey olursa, onun arzu ve lezzetini zikrimde kılarım. Arzu ve lezzetini zikrimde kılarsam da o bana âşık olur, ben de ona âşık olurum. O bana, ben ona âşık olunca da, onunla aramdaki perdeyi kaldırırım. Bu hâli onun umumî hâli kılarım. İnsanlar yanıldığı zaman o yanılmaz. Böylelerinin sözleri peygamberlerin sözleri gibidir. Gerçek kahramanlar onlardır.
Onlar öyle kimselerdir ki yer ehline bir cezâ ve azab vermek istediğim zaman onları hatırlarım da azabdan vazgeçerim.” (Ebû Nuaym, Hilye)
Bu mevzuyu güzel takip edebilmeniz için üç Hadis-i şerif’i birleştireceğiz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
“Ümmetimin âlimleri benî İsrail’in Peygamberleri gibidir.”
“Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüz yıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir.” (Ebu Dâvud)
Bunlar yüz senede bir, vazifeli olarak gönderilmiş olanlardır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif’inde buyururlar ki:
“Âlimler peygamberlerin varisleridir.” (Buharî)
Hadis-i kudsî’de geçen “Böylelerinin sözleri peygamberlerin sözleri gibidir, gerçek kahramanlar onlardır.” beyanını bu üç Hadis-i şerif ile izah etmiş olduk.
Nübüvvetin üstünde hiç bir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.
Hiç bir peygamberin ümmeti vâris-i enbiyâ mertebesine nâil olamamıştır. Bu vazife ancak Ümmet-i Muhammed’e tevdi ve ihsan buyurulmuştur.
Bunlar öyle kimseler ki bütün işleri Allah içindir. Hiç bir kimseden hiç bir ücret, hiç bir menfaat beklemezler. Her şeyleri liveçhillahtır, Hazret-i Allah’a dayanır.
•
Vâris-i enbiyâ kimdir?
Allah-u Teâlâ kimi sevip seçmişse, kimi kendisine çekmişse, emanetini kime vermişse, Resulullah Aleyhisselâm’ın nûrunu kime takmışsa, işte onlar Peygamber vârisidirler.
Onların muallimi bizzat Hazret-i Allah’tır.
Âyet-i kerime’de:
“Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur” buyuruluyor. (Bakara: 282)
Muallimleri Hazret-i Allah olduğu için ilimleri kesbî değildir, yani herhangi bir hocadan medreseden tahsil etmezler. Onların ilimleri vehbîdir, doğrudan doğruya Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’dan gelir. Yani halka muhtaç değildirler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu ilmi tarif ediyor ve Hadis-i şerif’lerinde buyuruyor ki:
“Öyle ilimler vardır ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak Ârif billâh olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah’tan gafil olan kimseler anlamazlar.
Binâenaleyh Allah-u Teâlâ’nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri sakın tahkir edip küçük görmeyin. Çünkü Azîz ve Celîl olan Allah onlara o ilmi verirken tahkir etmemişti.” (Erbaîn)
Kur’an-ı kerim’de beyan buyurulduğuna göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz için de müşrikler böyle söylediler. “Peygamberlik filân filân kimselere verilseydi?” dediler. (Bakınız, Zuhruf: 31)
Yani Allah-u Teâlâ’nın takdir ve taksimine rızâ göstermediler. Neden? Çünkü nefis putu “Ben!” diyor, başka kimseyi dinlemiyor, o bir puttur.
•
Onların vâris-i nebi oldukları nasıl bilinir?
Hiç kimseden hiç bir tahsil görmediği halde en doğrusunu bilirler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Eğer bilmiyorsanız dini müşküllerinizi ehl-i zikirden sual ediniz.” (Nahl: 43)
Ehl-i zikirden murad evliyaullah hazeratıdır.
Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
“İnsana bilmediklerini O talim eyledi.” (Alâk: 5)
Hiç kimseden çekinmeden hakikatı söyler. Neden? Vazifedar olduğu için. Mühim olan emr-i ilâhîdir, mahlûkun hiç hükmü yoktur.
Âyet-i kerime’de:
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız, O size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir marifet bir nûr verir.” buyuruluyor. (Enfâl: 29)
Kendilerine ihsan ve ikram edilen o lütuf ve o nur sebebiyledir ki, Allah-u Teâlâ’nın bildirdiği kadar bütün hakikatları bilirler, hiç kimseden çekinmeden hakikatı söylerler.
Ve Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde onları şöyle tarif eder:
“Hiç bir kınayıcının kınamasından korkmazlar.” (Mâide: 54)
•
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir.” (Ebu Dâvud)
Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu kullarından birini gönderir, o ifsadı kaldırır.
Hele bu zamanda, her gün bir bölücü, her gün bir fitne türüyor.
Bu gönderilme hususunu size şöyle arzedelim. İsâ Aleyhisselâm Antakya halkını Tevhid’e davet etmek için Havari’lerinden iki kişiyi göndermişti. Oranın halkı karşı çıkınca arkalarından bir Havarî daha gönderdi.
Hazret-i Allah bu hadiseyi Kuran-ı kerim’inde şöyle haber veriyor:
“O zaman kendilerine iki elçi göndermiştik de onları yalanlamışlardı.”
“Biz de bir üçüncü ile onları takviye edip desteklemiştik.”
“Gerçekten biz size gönderildik demişlerdi.” (Yâsin: 14)
Dikkat edilirse onları görünüşte İsâ Aleyhisselâm gönderdi, fakat Hazret-i Allah “Biz gönderdik.” buyuruyor. “Biz gönderdik.” buyurulması, İsâ Aleyhisselâm tarafından gönderilmeleri de Allah-u Teâlâ’nın emriyle olduğundan dolayı olmuş oluyor.
Binaenaleyh bu gönderilenler Hazret-i Allah’ın emrini tebliğ ediyorsa, halkın onlara itaat etmesi gerekiyor. Gönderilmiş olduğu için.
Onlara isyan eden, gönderene isyan etti demektir. Ahirette de bundan ötürü muhasebeye çekileceği şüphesizdir. “Ey kulum! Benim ahkâmım sana duyurulmadı mı? Benim ahkâmıma mı iman ettin, yoksa imamına mı iman ettin?”
İmama iman edenler, iman ettikleri imamın orada peşinde olup cehennemi boylayacaklar. Çünkü Allah-u Teâlâ’nın hükmünü hiçe saydılar.
Âyet-i kerime’de:
“İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla beraber çağıracağız.” buyuruluyor. (İsrâ: 71)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Bedir’de Cebrail Aleyhisselâm’ın tavsiyesi üzerine yerden bir avuç kum alarak müşriklerin üzerine attı. Bu atış onların hezimetine vesile oldu.
Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ buyuruyor ki:
“Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Resulüm! Sen atmadın Allah attı.” (Enfâl: 17)
Görünüşte Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz attı, fakat Hazret-i Allah “Ben attım” buyuruyor.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“De ki: Ey mülkün sahibi Allah! Sen mülkü kime dilersen ona verirsin. Kimden dilersen ondan alırsın. Kime dilersen ona izzet verirsin, yükseltirsin. Kime dilersen ona zillet verirsin, alçaltırsın. Hayır senin elindedir. Sen her şeye kadirsin.” (Âl-i imran: 26)
Fâil-i mutlak olan Hazret-i Allah fiillerini icra eder, sahnede başkası görünür.
•
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin “Sehm-i nübüvvet” ve “Sehm-i velâyet”inden nasip alanlar Hakk iledirler ve Hakk’tan bahsederler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde onları şöyle tarif ediyor:
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” (Araf: 181)
Onların ilmi vehbîdir, Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’dan gelir. Nasibdar olanlara nasiplerini vererek; şeriat, tarikat, hakikat ve marifet yolları ile Hazret-i Allah ve Resulü’ne ulaştırmaya çalışırlar.
Kendilerinin değersiz olduklarını bilirler, zira bütün değerler Allah-u Teâlâ’ya aittir.
Hükümsüz olduklarını görürler, zira hüküm de Allah-u Teâlâ’ya aittir.
Bunu onlardan başka kimse bilmez. Herkes varlık satmaya çalışır. Fakat O Hazret-i Allah’ta fâni olduğu için, Hazret-i Allah’ı görür, kendisinde hiç bir şey görmez.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O’nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez.” (En’am: 59)
Hazret-i Allah öyle bir Allah’tır ki bütün mahlûkat bir araya gelse bir tek yaprağı yaratamazlar.
Eğer Hazret-i Allah’ı bulamıyorsan, iyice düşün, burada bul! Zira bütün kâinat bir tek yaprağın karşısında âciz kalıyor. O ise öyle bir Allah! Hazret-i Allah’ı güzel düşünürseniz, varlığını her zerrede hissedebilirsiniz.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah’ın izni olmadan hiç bir kimsenin iman etmesi mümkün değildir.” (Yunus: 100)
Hazret-i Allah dilemezse hiç kimsenin kalbine imanı düşürmez. O, hidayeti bulan kimseleri hidayete erdirmekte, dalâlete düşürdüğü kimseleri de dalâlette bırakmakta âdil olandır.
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmıştır.” (Mücadele: 22)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurduğu üzere kimin kalbine imanı yazarsa, o iman sebebiyle, o nûr sayesinde hakikatı onlara bildirmiş oluyor.
“Allah size imanı sevdirdi ve onu kalbinizde süsledi. Küfrü, fâsıklığı ve isyanı ise çirkin gösterdi. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.” (Hucurat: 7)
Âyet-i kerime’si mucibince kime imanı sevdirir ve o imanı kalbinde süslerse onu tutuyor demektir. Bu böyledir, esas budur. Kurtulan böyle kurtuluyor, kurtardığı için kurtuluyor. Biz buna “Hıfz-u himaye, tasarruf-u ilâhiye.” diyoruz.
Onlar Hakk’ı bilir, kendisini bilmez. Hakk’ı görür kendisini görmez.
Bir sivrisinek kanadı kadar varlığı olsa, yahut kendisinde varlık görse, Allah-u Teâlâ’ya karşı o da bir varlıktır.
Bu mahviyet onlara mahsustur. Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sana gelen her iyilik Allah’tandır, bütün kötülükler de kendi nefsindendir.” (Nisâ: 79)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde:
“Kendinde varlık görmen, diğer günahlarla kıyaslanmayacak kadar büyük bir günahtır.”
Çünkü var olan ancak Hazret-i Allah’tır. Vücud O, mevcud O...
•
Hakikat ehlinde Hakk’tan gayrı hiç bir şey bulunmaz. Varlığını ata ata Var’a ulaşırlar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“ -Müferridler yarışı kazandılar;
–Müferridler kimlerdir yâ Resulellah?
–Onlar o kimselerdir ki, Allah-u Teâlâ’nın zikrine bütün benlikleriyle dalmışlardır, başka şeylerle uğraşmazlar.
Bu zikir onlardan yüklerini indirmiştir, kıyamete hafif olarak gelirler.” (Müslim)
Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruluyor:
“Kulum beni zikrettiği zaman ben onunla beraberim.” (Buharî)
Âlem-i billâh olanlarda Allah-u Teâlâ nasıl tecelli etmişse öyledir.
O Rabbül-âlemindir. Kuluna tecelli edince O’nun tecelliyâtı ile âlem olur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)
Dikkat ederseniz Hazret-i Allah ruh ile bizi ayakta tutuyor, ruhu çektiği zaman bir şey olmuyor. Ruhu halkeden Hazret-i Allah, ruhâniyeti de halketmiştir. Bu bilinmeyen bir ilimdir. Allah-u Teâlâ dilediği kulunu bu ruhâniyetle destekler, bu ruhâniyetten lâtifeler husule gelir. Allah-u Teâlâ bu lâtifeleri dilediği şekilde çalıştırır. Bir kişi olur, on kişi olur, kırk kişi olur, bu sizin ilminizin dahilinde değildir.
Herkeste bir ruh var, onlarda iki tane var. Gayemiz size yavaş yavaş marifetullah ehlini ve ilmini bu şekilde duyurmaya çalışmak.
Bu kudsî ruh, onlardan başka kimsede bulunmaz.
Ayrıca onlar Resulullah Aleyhisselâm tarafından “Fırka-i Nâciye” yani “Kurtulmuş Fırka” lâkabıyla müşerref kılınmışlardır. Bu kalpleri diri hakikat erleri Resulullah Aleyhisselâm’ın yolundan, Ashab-ı kiram’ın, selef-i salihinin yolundan yürümüşler, sırat-ı müstakimden bir an bile ayrılmamışlardır. Bu güne kadar da bu âli himmetleriyle Hakk yolunun sâliklerini bidatçıların, ehl-i dalâletin iğva ve saptırmalarından korumuşlardır.
Allah-u Teâlâ onların doğruluğunu bizzat kendisi rahmetiyle müminlere göstermiş, müminler de bu büyüklerden istifade etmişler feyz almışlardır.
•
Ve bu kullar Allah-u Teâlâ’ya nasıl yaklaştılar?
Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruluyor:
“Bana bir karış yaklaşan kimseye ben bir arşın yaklaşırım. Bana bir arşın yaklaşan kimseye ben bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelene ben de koşarak gelirim.” (Buharî ve Müslim)
Allah-u Teâlâ bu kulları kendisi için seçmiştir. Allah-u Teâlâ’ya yaklaşan bu kullar sevgi ile yaklaşmışlardır. Allah-u Teâlâ bunlara âşık olmuş; onları sevdiği gibi, bu kullar da Allah-u Teâlâ’ya âşıktır. Allah’tan başka hiç bir arzuları yaşamaz.
“Allah kimi dilerse onu rahmetiyle mümtaz kılar.” (Bakara: 105)
İşte Allah-u Teâlâ bu sevgili kullarını bu lütfa mazhar etmiştir.
“Biz rahmetimizi kime dilersek ona isabet ettiririz.” (Yusuf: 56)
Gerçekten bu sevgili kullarını daire-i saadetine almış, merkez-i selâmetine çıkarmış, huzuruna kadar almış ve en büyük saâdetine eriştirmiştir.
“Onlar sıdk makamında kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın huzurundadırlar.” (Kamer: 55)
Bir düşünün! Allah-u Teâlâ onları huzuruna aldı. O kehribarın tozu olduğu için sıddıkiyet makamına kadar çıkardı.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Rahman olan Allah’ın cezbelerinden bir cezbe insanların ve cinlerin amellerine denktir.” (K. Hafâ)
Bir insanın bin sene ömrü olsa, Allah-u Teâlâ’ya yaklaşmak istese, Allah-u Teâlâ kendisine çekmek istediği kulunu bir anda çeker. Kişinin kendi çalışması ile bin senede ulaşamadığı mesafeye, Allah-u Teâlâ dilerse bir anda ulaştırır. Neden? O çekti, O’nun kuvveti O’nun kudreti çekti. Bu Hadis-i şerif’in mânâsı budur, bu da açılmış oldu.
İşte Hazret-i Allah bunları sevdi, seçti, huzuruna aldı.
“Biz Allah içiniz ve yine O’na döneceğiz.” (Bakara: 156)
İşte bunlar Allah için olan ve Hazret-i Allah’a dönenlerdir.
Bu iltifat-ı ilâhî’ye mazhar olanlar bunlardır.
Gerçekten bunlar Allah-u Teâlâ’nın kullarıdır, bunlar Allah-u Teâlâ’ya teslim olmuşlardır, iradelerini Hakk’ın iradesine bırakmışlardır. Onlarda arzu yaşamaz. Onlar için mühim olan “Hükm-ü ilâhî”dir. Çıkacak hükm-ü ilâhî’ye bakarlar. Onlar Hakk’ın kudret elindedir. Nereye koyarsa orada bulunurlar. Onlar için hayat-vefat değişmez. Dünyâda olmakla kabirde olmak arasında hiç fark yoktur. Gerçek kahraman işte onlardır, burası “Kulluk Makamı”dır.
Şimdi hepimiz bu hakikat aynasında kendimize bakalım; Hazret-i Allah için miyiz, şeytan için miyiz, nefis için miyiz, dünyâ için miyiz?
•
Allah-u Teâlâ’nın “Vedüd” İsm-i şerifi vardır. Yani itaatkâr kullarını çok seven, sevilmeye en çok lâyık olan demektir.
Allah-u Teâlâ’nın bir İsm-i şerifi de “Lâtif” dir, yani en ince işleri yapan, bütün işlerin inceliklerini bilen, sonsuz lûtufkâr O’dur.
Diğer bir İsm-i şerif’i de “Veli” dir. Yani salih kullarının dostu olan demektir. Tasavvur buyurun bir kulun dostu Hazret-i Allah olursa...
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Ölen kişi Allah’a yaklaştırılanlardan ise; ona rahatlık, güzel rızık ve Naim cenneti var.” (Vâkıa: 88-89)
Bu gibi kimselerin cennette yerini görmeyince, cennet çiçeklerinden bir dal gelip onun kokusunu koklamayınca ruhunun kabzolunmayacağına dair muhtelif Hadis-i şerif’ler vardır.
O kişiye Âyet-i kerime’deki bu müjde verildiğinde Allah-u Teâlâ’ya ulaşmak ister. Allah-u Teâlâ ise onun kendisine ulaşmak istemesinden çok daha sevinç duyar.
“Eğer sağcılardan ise; ‘Ey sağcı! Sana sağcılardan selâm!’ denir.” (Vâkıa: 90-91)
Can boğaza gelmiş durumdaki mümin o selâmı kemal-i meserretle alır ve rahatlar, dostluğun ünsiyetini hisseder.
“Amma yalanlayıcı sapıklardan ise; işte ona da kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılma vardır. Kesin gerçek budur işte!” (Vâkıa: 92-95)
Ben bu kaynar suyu gördüm. Bir kişi için merak etmiştim, kaynar suya nasıl atılır diye, sonra gösterdiler. Kaynar suya atıldı, çıktıktan sonra baktım ki, bütün kemikleri soyulmuş, elbiseyi ipe asar gibi astılar. Artık o acı binlerce sene olsa unutulmaz. Ondan sonra bir de cehenneme atılma var.
•
Dünyânın garip hali.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Her insan ölümü tadacaktır.” buyuruyor. (Âl-i imran: 185)
Allah-u Teâlâ’nın bütün yarattıklarının misali; farz-ı muhal bir denize bir ağ atılmış, balıkların hepsi tutulmuş ve fakat tutulduğunu da bilmiyor, sağa sola saldırıyorlar. Sahibi ağı yavaş yavaş çekiyor, hiç birinin umurunda bile değil. Biraz sonra karaya çıkacaklar, çok çırpınacaklar, hiç de bu çırpınmanın faydası olmayacak. Hepsi ölüme mahkûm.
Ve fakat Allah-u Teâlâ’nın feyz ve rahmet deryası vardır, o derya uçsuz bucaksızdır ve sonsuzdur. O deryâdan da Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in deryasına gelir. Bu derya, feyz ve hayat suyudur. O deryâdan da zamanın Mürşidinin deryasına gelir.
Allah-u Teâlâ o ağın içinden alıp, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin hayat suyu olan feyiz deryâsına kimi koyarsa, onun için ölüm yoktur.
Hadis-i şerif’te buyurulur ki:
“Müminler ölmezler, ancak bir evden bir eve naklolunurlar.”
Mürşid-i kâmil’in deryâsına gelince; diğer bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Her asırda benim ümmetimden Sâbikûn vardır. Ki bunlara Bûdelâ ve Sıddikûn itlak olunur. Haklarındaki inâyet ve merhamet-i ilâhiye o kadar mebzüldür ki, sizler de o sâyede yer ve içersiniz. Ehl-i arz için vukuu tasavvur edilen belâ ve musibetler onlarla kaldırılır.” (N. Usûl)
İşte bu deryâya koyduklarını da dilerse hayat suyu ile yaşatır. Bunlar helâl lokma üzerinde çok dururlar, ihlâslı ubudiyet ve taatla meşgul olurlar. Diğer taraftan dinimize ve vatanımıza sahip çıkmak için cihad ederler.
•
“Sadıklar” Kimlerdir?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Sadıklarla beraber olunuz.” buyurmaktadır. (Tevbe: 119)
Sâdıklar, Allah-u Teâlâ’nın veli kulu olan mürşid-i kâmillerdir.
Bu Âyet-i kerime de şimdiye kadar açılmış değil.
Bu sâdıklar üç merhaleden geçer. Birincisi dünyâya gelir, fakat inanın ki dünyaya gönderilmeden evvel o sâdıklardandır, sâdık olarak gelir. İkincisi bir rehber-i sâdık ile geldiği makamlara tekrar çıkar, Hakk’a ulaşır. Allah-u Teâlâ onu vazifelendirmeyi murad etmişse onu o makamdan aşağıya indirir ve vazifedar yapar.
Allah-u Teâlâ onlarla olmayı emir buyuruyor. Çünkü o kulunun varlığını boşaltmış, kendi lütfu ile doldurmuştur. Ona kendini bildirmiş, mahlûka ait hiç bir şey olmadığını, her şeyin O’nun ve O’ndan olduğunu ona duyurmuştur. Sonra onu irşad için vazifelendirmiştir. “Ben seni gönderiyorum, bildirdiklerimi bildir diye.” Bunların muallimi Hazret-i Allah’tır, bu Âyet-i kerime çok geçecek.
Ancak onlar Hakk’a götürürler. Diğerleri ise kendi yoluna davet eder, kendi dinine çeker, kendi kitabına göre icraat yapar.
Ancak vazifedar ettiği kullar müstesnâdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde veli kullarını bize beyan eder:
“İyi bilin ki, Allah’ın veli kulları için hiç bir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar.” (Yunus: 62)
Allah korkusu her korkuyu alıp götürdüğü için başka korku kalmamıştır. İlerisi daha güzel olduğu için de, geçmişle ilgili hüzünleri yoktur.
“Onlar iman edip takvâya ermiş olanlardır.” (Yunus: 63)
Kemal-i iman ile iman ettikleri gibi, bütün ilâhî emirleri ve hükümleri kabul ve tasdik ederler. İfâsı ve icrası için azami gayret gösterirler. Her türlü haram ve şüpheli şeylerden sakınırlar.
“Dünyâ hayatında da âhirette de onlar için müjdeler vardır.” (Yunus: 64)
Bu, Allah-u Teâlâ’nın kendilerine olan teveccühü ve ikramıdır. Dünyada da müjdelenmişlerdir, ahirette de müjdelenmişlerdir.
“Allah’ın verdiği sözlerde aslâ değişme yoktur.” (Yunus: 64)
Bu müjdeli sözlerini değiştirecek, verilmiş hükmünü kaldıracak hiç bir kuvvet yoktur, olması ihtimali de mevcut değildir. Verdiği söz mutlaka yerine gelir.
“Bu en büyük saâdetin tâ kendisidir.” (Yunus: 64)
Evliyaullah’ın dünyada ve âhirette müjdelenmiş olmaları öyle bir ihsan-ı ilâhîdir ki, bunun fevkinde bir nimet tasavvur edilemez.
“Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah’a inanırsınız.” (Âl-i imran: 110)
İşte yüz senede bir gelen bunlardır. Bunlar ümmet-i Muhammed’in öncüleridir.
“Allah dilediği kimseyi nuruna kavuşturur.” (Nur: 35)
Allah-u Teâlâ bir kulunu da nuruna kavuşturunca, artık onun bütün iş ve icraatı ona göre olur. Bunlar Allah-u Teâlâ’nın has kullarıdır, başkasına şâmil değil.
“Kur’an kendilerine ilim verilen insanların kalplerinde parıldayan apaşikâr âyetlerdir.” (Ankebut: 49)
Hazret-i Kuran’ın verdiği ilimle, kalplerinde parlayan apaşikar nur sayesinde Allah-u Teâlâ dilediği kadar bunlara esrar-ı ilâhîyi bildirir ve gösterir. Onun içindir ki bunların bildiğini başkaları bilemez. Zâhir ulemâ bunları bilmez, anlamaz, görmez. Bu çizgiyi ayırdık. Çünkü bu sadır ilmi, zâhir ulemânın ilmi satır ilmidir.
“Allah bir kimsenin kalbini müslümanlık için açarsa, o Rabbinden verilen bir nur üzerindedir.” (Zümer: 22)
İşte Rabbinden verilen bu nur sayesinde ancak bu esrar-ı ilâhî bilinir. Bildirildiğinden ötürü bu hakikatlara vakıftırlar.
Bunun içindir ki:
“Allah göklerin ve yerin nûrudur.” (Nur: 35)
Âyet-i kerime’sinin sırrına bu surette mazhar oluyorlar. Hem görüyorlar, hem biliyorlar, hem söylüyorlar. Bütün ilim sahipleri bu Âyet-i kerime’nin karşısında durur. Evet Âyet-i kerime olduğu için itiraz etmiyor amma, içi kabul etmiyor. Fakat hakikat erleri bunu bilir, gözü ile de görür. Allah-u Teâlâ göstermedikçe, ilimle bilinmez.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Allah o kimselerle beraberdir ki, onlar takvâ sahibidirler ve onlar öyle kimselerdir ki muhsinler vasfını almışlardır.” (Nahl: 128)
Bu gibi kimselerin gerçek velisi Hazret-i Allah’tır. Bu hususi bir beraberliğin ifadesidir.
“Allah dilediği kulunu zatına seçer.” (Şûrâ: 13)
Dikkat edin, bunları Hazret-i Allah tarif ediyor. İşte bu sevdiği ve seçtiği kullara dilediği şekilde tecelli eder ve onları vazifedar kılar. Her birisi ayrı ayrı vazifelerle gönderilmiştir. İşte bu tarif edilen taife hakiki mutasavvıflardır.
•
“Mümin müminin aynasıdır.”
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Mümin müminin aynasıdır.” (Ebu Dâvud)
Çok mühim bir Hadis-i şerif... İki türlü tefsir edilecek.
Birinci müminden murad mümin kulun kalbi, ikinci müminden ise bizzat Allah-u Teâlâ murad edilmektedir.
Yani Allah-u Teâlâ kendisine atfettiği İsm-i şerif’i sevdiği mümin kuluna da atfediyor.
Hazret-i Allah tecelli ettiği zaman, kendisini o mümin kulunun kalbinde görür. Bu yalnız onlara mahsustur.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Üstün ve çok merhametli Allah’ın indirdiği Kur’an yolu üzerindesin.” (Yâsin: 5)
Bu Allah-u Teâlâ’nın Habib-i Ekrem’inin vekili olduğu için.
•
Veli Kulların Hazret-i Allah Katında Değeri:
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî’de veli kullarını bize beyan ediyor:
“Muhakkak ki Ebrar’ın benimle mülâki olmaya iştiyakları çoğalmıştır. Halbuki benim onlarla mülâki olmaya iştiyakım daha kuvvetlidir.”
Tasavvur buyurun Allah-u Teâlâ’nın onların üzerinde ne kadar sevgisi var, onlara kavuşmak için ne kadar arzusu var? Onlar Allah-u Teâlâ’dan bir an ayrı değildir. Fakat bizim anlamamız için Allah-u Teâlâ bunu bize buyuruyor ve duyuruyor.
Şimdi bir Hadis-i kudsî arzedeceğiz. Hakk Celle ve Alâ Hazretleri buyurur ki:
“Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilân ederim. Kulumu bana en çok yaklaştıran şey, farz kıldığım ibâdetleri yapmasıdır. Nâfile ibadetlerle de bana o kadar yaklaşır ki, nihayet ben o kulumu severim. Sevince de artık onun duyan kulağı olurum, o benimle işitir. Gören gözü olurum, o benimle görür. Eli olurum, o benimle dokunur. Ayağı olurum, o benimle yürür, (Kalbi olurum, o benimle anlar. Söyleyen dili olurum, o benimle konuşur.) Ne dilerse onu yerine getiririm. Herhangi bir şeyden bana sığınırsa ben onu muhafaza ederim.” (Buharî. Tecrid-i sarih: 2042)
Bu Hadis-i kudsî şimdiye kadar hiç açılmadı ve bunu size Âyet-i kerime’lerle açacağız.
Allah-u Teâlâ buyurur ki:
“Biz kimi dilersek onu derece derece yükseltiriz.” (En’am: 83)
İşte bunlar bu derecelere yükselttiği kullardır. Gerçek bahtiyar insan bunlardır.
Şimdi bu Kudsî Hadis-i şerif’i açmaya çalışacağız.
Allah-u Teâlâ “Ben onun duyan kulağı, gören gözü, dokunan eli, yürüyen ayağı, anlayan kalbi, söyleyen dili olurum” buyuruyor.
Burada havsala durdu değil mi? Amma biz size daha evvel demiştik ki; Allah-u Teâlâ’nın bu sevgili kulları kendisinin bir maskeden ibaret olduğunu görür ve bilir. Kendisinin bir elbise olduğunu görür ve bilir. Kendisinin bir elbise olduğunu gözü ile görür. Çünkü bunlar Hazret-i Allah ile bakıyorlar. Gerçek mürşid’in Hazret-i Allah olduğunu biliyorlar. İşte bu sırrı açıyorum size.
Bu Kudsî Hadis-i şerif’i daha iyi anlayabilmemiz için bir mevzuyu arzedeceğiz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Biz insana şah damarından daha yakınız.” buyuruyor. (Kaf: 16)
O hepsini atmış, Allah-u Teâlâ’nın lütuf tecelliyatına mazhar olmuş, içinde olduğunu, ona ondan yakın olduğunu gözü ile görüyor. Niçin? Allah-u Teâlâ ile baktığı için.
Bu sırlar şimdiye kadar size açılmamıştı. Dikkat ederseniz hep Âyet-i kerime hep Hadis-i şerif’le mühürlüyoruz. Hiç bir kimse Cenâb-ı Hakk’ın izni ile bizim mevzumuza itiraz edemez.
Bir Âyet-i kerime’sinde de:
“Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz.” (Vâkıa: 85)
Buyurduğu halde nasıl ki anlamıyorsanız, marifetullah ilminden de marifetullah ehlinden de anlamanız mümkün değildir. Çünkü onların muallimi Hazret-i Allah’tır. Hazret-i Allah onlarda tecelli etmiş, ondan ona yakın olduğunu göstermiş... Artık bir kulun bunu anlamasına ilmi de yetmez, aklı da yetmez, idraki de yetmez.
Âyet-i kerime’sinde:
“İçinizde... Görmüyor musunuz?” (Zâriyat: 21)
Buyurduğu halde görebiliyor musunuz?
İşte gören yalnız bunlardır. Yalnız bunlar gördü, bildi, itiraf etti.
Kudsî Hadis-i şerif’i açıyoruz size... Üç Âyet-i kerime geçti.
Allah-u Teâlâ “İçinizdeyim... Görmüyor musunuz?” buyurduğu halde görmüyorsunuz değil mi? Neden? O hale gelinmediği için.
Farz-ı muhal ki bir adam hiç yok iken bir dükkan yapmış. İçini en güzel nimetlerle, ziynetlerle doldurmuş ve alış-veriş yapıyor. Sen ise dükkânı görüyorsun, içindeki nimetleri ziynetleri görüyorsun ve fakat o dükkanı yapanı, o nimetleri yerli yerine koyanı, o ziynetleri yerleştireni, o dükkân sahibini görmüyorsun. Gerçekten bu, büyük bir körlük değil midir?
O’nunla bakıyorsun, O’nunla tutuyorsun, O’nunla yürüyorsun, fakat O’nu görmüyorsun. Hâlâ tanıyamadın dükkân sahibini. O’nunla baktığın halde! Bütün yaratıklar da böyledir. O’nunla varsın, bütün mevcudat da böyledir.
Kudretiyle oluyorsun var; kudretini çekince ölüyorsun, oluyorsun bir hiç. Kâinat da böyledir. O’nun indinde bir insanla bir kâinat arasında hiç fark yoktur.
“Sensiz kuvvet olmaz,
Sensiz vücud olmaz,
Sensiz mevcut olmaz, Lâ mevcude illâllah.
Sen Sübhansın, sen Sultansın, sen Hâlık’sın, sen Râzık’sın, sen çok Lütufkâr, gani olan Allah’sın!”
Bu sır burada tecelli eder.
Eğer bu noktayı kavrarsanız, Allah-u Teâlâ’nın azametini kavramış olacaksınız, fakat kolay değil.
•
Mürşid-i Kâmil:
Mürşid-i kâmil; Mürşid-i hakiki olan Hazret-i Allah’ı bilendir, içinde O’nun olduğunu görendir, gerçekten kendisinin bir maske olduğunu bilendir.
Mürşid-i kâmil budur. Mürşid-i kâmil bir resimdir, Mürşid-i kâmil bir paçavradır, Mürşid-i kâmil bir maskedir.
Bunlar anlatılıyor, fakat gerçek mânâda anlaşılmıyor.
Âyet-i kerime’sinde:
“İçinizde... Görmüyor musunuz?” (Zâriyat: 21)
Buyuruyor Hazret-i Allah.
İçte gören yalnız bunlar oluyor.
Bir Âyet-i kerime’sinde de:
“Biz insana şah damarından daha yakınız.” buyuruyor. (Kaf: 16)
İçindeyim diyor, yüzün bir maske, vücudun bir elbisedir diyor. Senden sana yakınım diyor, sesleniyor. Fakat bunu hayatta hiç duymadık.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise:
“Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz.” buyuruyor. (Vakıa: 85)
Her zerrede Fail-i Mutlak’ın fiilleri vardır, yani her zerrede ulûhîyet sırları mevcuttur. Onun için her şeyden her şeye yakın, fakat insan görmez. Bu Âyet-i kerime buna şâmildir.
Bu üç Âyet-i kerime’nin tecelliyâtına mazhar olduğu için Hakk’ı içte olduğunu görüyor, biliyor. Bu Âyet-i kerime’lerin tecelliyatına mazhar olmadıkça mürşid-i kâmil olamaz.
Bunu nasıl bildi? Allah-u Teâlâ bildirdiği için bildi, gösterdiği için gördü.
Bir Hadis-i kudsî’de de Hakk Celle ve Âlâ Hazretleri şöyle buyurur:
“Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?”
Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu:
“Onlara ilk vereceğim şey nûru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler.” (Hâkim)
Açık bir ifade! Yani ben onlardan haber veriyorum amma, onlar da benden size haber veriyorlar.
İşte bu Hadis-i kudsî, Allah-u Teâlâ’nın onlara verdiğini kimsenin bilemeyeceğini, onlara ihsan ve ikram ettiğini, başkasına vermediğini ve Hazret-i Allah’ı yalnız bunların bildiğini bize bildiriyor.
Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
“Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiç bir bilgimiz yok.” (Bakara: 32)
•
Ağaçlar Kalem, Denizler Mürekkep Olsa:
Allah-u Teâlâ bütün kâinatı yaratan kudretin Zât-ı akdes’i olduğunu kâfirlerin de ikrar ve itirafa mecbur olduklarını Âyet-i kerime’sinde haber vermektedir:
“Andolsun ki onlara ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan, mutlaka ‘Allah!..’ derler.
De ki: Hamd Allah’a mahsustur.
Hayır, onların çoğu bilmezler.” (Lokman: 25)
İnsanlar kendi fıtratlarına döndüğü, kendi vicdanlarına danıştıkları zaman bu apaçık gerçeği görebilirler. Buna rağmen Allah-u Teâlâ’ya başkalarını ortak koşmaktadırlar. Fazlasıyla uyarıldıkları halde uyanamamaktadırlar. Çoğu kişiler düşünüp tefekkür etmezler. Bu hususa dikkatleri çekilecek olsa, gereken şekilde dikkat etmezler.
Gökler ve yer Allah-u Teâlâ’nın mahluku olunca göklerde ve yerde bulunanlar da şüphesiz ki O’nundur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Şüphesiz ki Allah ganidir ve övülmeye en çok lâyık olandır.” (Lokman: 26)
Bütün hamd ve övgüler O’na mahsustur. Her şey O’na muhtaçtır. Hiç kimse O’nu övmese dahi O, övenlerin övmelerinden, hamd edenlerin hamdinden müstağnîdir. Kâfirlerin küfrü, müşriklerin şirki sebebiyle O’na hiç bir eksiklik ve noksanlık ulaşmaz.
O’nun ilim ve kudretinde bitmez-tükenmez incelikler, uçsuz-bucaksız sırlar vardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa ve hatta buna yedi deniz daha eklense, yine de Allah’ın kelimeleri tükenmez.
Şüphe yok ki Allah Aziz’dir, hikmet sahibidir.” (Lokman: 27)
Hiç bir şey O’nun ezelî ilminden ve hikmetinden dışarı çıkamaz.
Allah-u Teâlâ burada azamet ve kibriyâsından, celâl ve kemâlinden, en güzel isimlerinden, ilâhî sıfatlarından, hiç bir beşerin künhüne ulaşamadığı tam ve mükemmel olan sözlerinden haber vermektedir.
Kelimât-ı ilâhiye’nin sonu yoktur. Çünkü O’nun ilmine ve hikmetine sınır konulamaz, iradesini dilediği şekilde kullanır. Kayıt ve hudut tanımaksızın hükmünü icrâ etmektedir.
Allah-u Teâlâ’nın kudretinin ve ezelî ilminin noksansız ve hudutsuz olduğunu gösteren bu Âyet-i kerime’ler, kâfirlerin ölüm sonrası dirilişi inkâr etmelerini boşa çıkarmaktadır.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Sizin yaratılmanız da yeniden diriltilmeniz de ancak bir tek kişinin yaratılması ve tekrar diriltilmesi gibidir.
Şüphesiz ki Allah işitendir, görendir.” (Lokman: 28)
Çünkü Allah-u Teâlâ bir şeyin olmasını dilediği zaman ona “Ol!” der, o da derhal oluverir.
Bir tek şeyin yaratılışıyla bir çok şeyin yaratılışı arasında fark yoktur. Bir tek kişinin diriltilmesiyle milyonlarca kişinin diriltilmesi arasında da hiç fark yoktur. Bütün bunlar O’na göre kolaydır ve hiç bir şey O’na zor gelmez.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Bizim emrimiz ancak bir göz açıp kapanana kadar bir tek andır.” (Kamer: 50)
Bir şeye ancak bir kere emreder. Az da, çok da O’nun kudreti açısından birdir.
Allah-u Teâlâ kudret ve azametini gösteren dış âlemdeki delillere işaret ederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Görmez misin ki Allah geceyi gündüze ve gündüzü de geceye katmaktadır. Güneşi ve ayı da buyruğu altına almıştır. Bunların her birisi belirli bir süreye kadar hareketine devam eder.
Ve şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan tamamen haberdardır.” (Lokman: 29)
Yaz günlerinde geceden alarak gündüze katar, gündüz uzayıp gece kısalır. Gündüzler iyice uzadıktan sonra kısalmaya başlar, daha sonra gece uzayıp gündüz kısalmaya başlar. Bu da kışın olur.
Geceyi gündüze, gündüzü de geceye katması; dünyanın hem iki hareketine, hem de dünyanın batıdan doğuya doğru döndüğüne işaret etmektedir.
Güneş ve ayın belirlenmiş bir vakte kadar hareketlerini sürdürmeleri takdir edilmiştir. Her ikisi de bu takdire bağlı bulunmaktadırlar. Hareket sürelerinde bir şaşma ve aksama olmaz.
Şu kadar var ki bu durumun devamlı olarak gözler önünde cereyan etmesi, bir çok kimselerin bu manzara karşısında basiretlerini kaybetmesine sebep olmaktadır. Şaşmayan ve aksamayan bu tertip ve düzeni görememektedirler.
Allah-u Teâlâ gösterilen bu kudret eserlerinin hakiki sebebini beyan etmek üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Çünkü Allah Hakk’ın ta kendisidir. O’ndan başka taptıkları ise hiç şüphesiz bâtıldır.
Doğrusu Allah çok yücedir, büyüktür.” (Lokman: 30)
Kendisinden daha yüce bulunmayan yücedir ve her şey O’nun azameti karşısında boyun eğmiştir:
“Görmez misin ki, gemiler denizde Allah’ın nimetiyle akıp gider. Böylece size âyetlerini (varlığının delillerini) gösterir.
Bunlarda pek sabırlı ve çok şükreden kimseler için âyetler (işaretler) vardır.” (Lokman: 31)
Allah-u Teâlâ suda gemileri kaldıracak bir güç yaratmamış olsaydı, hiç şüphesiz ki gemiler denizin kabaran dalgalarını yararak akıp gidemezlerdi.