Allah insanı nasıl korur?

Zünnu-i Mısri'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir :Bir gün elbiselerimi yıkamak için Nil nehrinin kenarına gitmiştim. Nehrin kenarında dururken, bir de baktım ki, görülmemiş şekilde büyük bir akrep bana doğru geliyor.

Bu sudan İçmek Müslümana Haram

Vaktiyle Bursa’ da bir Müslüman, eski adı “Yahudilik Yolağzı,” bugünkü adı Arap Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş: - “Her kula helâl, Müslüman’a haram!”

Hiçbirinin haccı kabul edilmedi!

Ali bin Muvaffak hazretleri, Şam’da yaşamış olan evliyânın büyüklerindendir. Zünnûn-ı Mısrî ve Abdullah bin Mübarek ile görüştü. 878 (H.265) senesi vefât etti... Abdullah bin Mübarek bir hac mevsiminde Mekke’de hac vazifelerini ifa ettikten sonra, Harem’de uyuyakalır

Kuran Sırları

Bilindiği gibi DNA terimi, canlılardaki genetik malzemenin kısaltılmış ifadesidir. Genetik biliminin başlangıç tarihi ise, Mendel isimli bilim adamının 1865 yılında hazırlamış olduğu genetik yasalarına dayanır. Bilim tarihi için bir dönüm noktası oluşturan bu tarihe, Kuran’da 18:65 numaralı Kehf Suresi’nin 65. ayetinde işaret edilmektedir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Nefsin Mertebeleri

BİRİNCİ DAİRE: Nefs-i Emmare: Allah`ın emirlerine uymayan, yasaklarını çekinmeden yapan ve zevkine tabi olan nefistir. Nefs-i emmâre denilen bedbaht nefis zenginleştikçe şımarır. Bilgisi arttıkça kibri, gururu da artar. Hele bir de makam sahibi olursa artık onun yanına varmak, sokulmak ne mümkün!

YAHUDİLERİN MAYMUN OLMASI

Onlar, Davud Aleyhisselâm’ın zamanında "Eyle" denilen bir şehirde yaşıyorlardı. Eyle Medine ile Şam arasında bir yerde ve Kızıldenizin sahilinde bir yerdeydi. Allah onlara cumartesi günü balık avlamayı yasak etti. Cumartesi günü olduğu zaman, denizde balık kalmaz, hepsi sahile gelirdi.

ARAPÇA ÖĞRENİYORUM

Öncelikle Hafıza tekniği konusunda size olağan üstü bir ip ucu.Sureler kolaydan zora doğru sıralanır. Bir sayfa alınarak 3′e bölünür. Önce ilk 5 satır, daha sonra diğer satırlar 5′er 5′er ezberlenir ve sonrasında birleştirilerek tekrar yapılır.

Günahın Reçetesi

Büyük Mutasavvıf Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri bir gün tımarhanenin önünden geçiyordu. Tımarhane hizmetçisinin tokmakla birşeyler dövdüğünü görüp

Ahir Zaman Bu Zaman Mı?

Ahir zamanın kendini hissettirdiği şu günlerde, Rabbimizin ikazlarını neden duymamazlıktan geliyoruz acaba? Nereye gidiyorsunuz? Nerede Muhammed ümmeti?

Şeytan İşi

Günlerden birgün şeytanın yolu bir köye düşmüş.Keyfi yerinde olan şeytan sırtını bir ağaca dayamış ve buzağısı kazığa bağlı olan ineğini sağan genç bir kadını uzaktan izlemiş.

Artan pilav

Yahya baba, II. Bâyezîd Hân zamanında, Edirne Bâyezid Külliyesi'nin aşçılarından biridir.. Arkadaşları hoşaf, kebap sebze, bakliyat pişirir. Ama onun ihtisası pilavdır. Mübârek işe girişti mi, ibadet ettiğini sanırsınız.

Olgun İmana Kavuşma

MESCİD-İ Saadet'te Ashab-ı Kiram toplanmışlar, derin bir vecd ve huşu içinde Allah'ın Resûlünü dinlemekteydiler. Hazret-i Fahr-i Kâinat Efendimiz ise, Al-i İmrân sûresinden şu mealdeki Âyet-i Kerimeyi okuyordu:

Gönül Örtüsü Hayâ

Gönlün titremesidir hayâ. Gönül ki kurtulmuştur da ağırlıklarından, bir yaprak kadar incelmiştir. İşte o nazenin yapraktır müminin gönlü. Titrer bir günah, bir yanlış, bir aykırı hal gördüğünde.

KÂLU BELÂ

Ve kıyâmet günü, gerçekten biz bundan gâfildik (gâfilleriz) dersiniz diye (dememeniz için), senin Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından onların zürriyetlerini aldığı zaman onları, nefsleri üzerine şahit tuttu. (Allahû Tealâ şöyle buyurdu): “Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?” Dediler ki: “Evet, (Sen, bizim Rabbimizsin), biz şahit olduk.”

AY'IN RESÛLULLAH (S.A.V)'A SELAM VERMESİ

Ebû Kubeys dağının altında duruyorduk.Ay doğu tarafından göründü.Yükselerek yukarı çıktı. Nûru bütün âlemi doldurmaya başladı.Göğün ortasında kâmil bir dolunay haline geldi...

7 Ağustos 2012 Salı

Risale i Nurlar bu asrın fehmine (anlayışına) Kuran ı Kerim'in bir dersidir



Hayat dedikleri şey, dünya hayatımızdan başkası değildir ölürüz, diriliriz ve bizi ancak zaman helâk etmektedir.

Cevap Kuran'da
Kur'an-ı Kerîm'de: "Dediler ki: o (hayat dedikleri) şey, dünya hayatımızdan başkası değildir; ölürüz, diriliriz, Ve bizi ancak dehr (zaman) helâk etmektedir.' Halbuki onların bu sözlerinde hiçbir ilimleri yoktur. Onlar ancak zanda bulunuyorlar." (Casiye, 45/24)

her şeyin icad edicisi ve yaratıcısı sebeplerdir.Felsefede bu fikre determinizm felsefesi deniyor.
her şey tesadüfen kendi kendine oluşuyor
her şeyin yaratıcısı ve icad edeni tabiattır


Cevap Risale-i Nurdan

  Bir çiçeğin tesadüfen veya kendiliğinden oluşması ebedi ve ezeli olarak imkansızdır. Zira çiçek üstünde fail ve sanatkarına işaret eden sayısız nakış ve işlemeler vardır. Bütün bu nakış ve işlemeler kendiliğinden tesadüfen ortaya çıkmıştır demek, bir uçağın mühendis ve usta olmadan kendiliğinden oluşmuştur denmesi ile aynıdır.
  Basit bir fiil bile failsiz olmadığına göre, çiçek ya da ona benzer harika ve mükemmelsanatların kendiliğinden,failsiz bir şekilde vücut bulması mümkün değildir.

  Domates var, biber var, soğan var, bıçak var, ocak var ama aşçı yok. Böyle bir durumda hiçbir zaman ortaya yemek çıkmaz. Bu malzemeler, aşçı olmadığı halde, kendiliğinden yemek oldu demek nasıl makul değil, bir hezeyan ise, aynı şekilde elma, armut, üzüm, karpuz gibi daha mükemmel ve daha harika yemeklere, kendiliğinden, tesadüfen oluştu demek aynı derecede ve belki daha aşağı bir hurafe ve hezeyandır.Yine arkeologların kazı yaparken, iki taşın üst üste olmasını bile tesadüfe veremeyip, "burada bir medeniyet yaşamış" demeleri gibi, şu kainat medeniyetinde ve şehrinde harika gezegen ve yıldızların hassas bir ölçü ve ahenk ile dönüp dolaşmalarını tesadüfe vermek akıl karı değildir. Birinci fikre göre fail sebeplerdir. Tesadüf fikrinde ise fail rastlantıdır. Yani bir sanat rastlantıneticesinde o vaziyeti almış diyorlar. Halbuki bu fikre göre sanatın sanatkarısebeplerdir.
  
  Mesela, elmayı icat eden ağaç, balı yapan arı, sütü veren inektir. Sebepler burada İlahlaştırılıyor. Tesadüffikrinde ise elma, ağaç sayesinde değil, rastlantısonucu oluşmuştur; sütü, inek değil, tesadüf o kıvama getirmiştir, iddiası hakimdir. Arı amaçsız uçarken, bala rastlamıştır ve hakeza. Birinde sanatı yapan sebepler iken, diğerinde ise tesadüf ve rastlantıdır.


  Bir eczahanede, gayet muhtelif maddelerle dolu, yüzer kavanoz şişeler bulunuyor. O ilaçlar, insanlar için bir macun istenildi. Hem hayattar, harika bir macun, onlardan yapılmak icap etti. Geldik, o eczahanede, o zîhayat macunun ve hayattar macunun çoklukla efradını gördük. O macunlardan herbirisini tetkik ettik.

   Görüyoruz ki, o kavanoz şişelerden herbirisinden, bir mizan-ı mahsusla, bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem ötekinden, altı yedi dirhem başkasından, ve hâkezâ, muhtelif miktarlarda eczalar alınmış. Eğer birinden, bir dirhem ya noksan veya fazla alınsa, o macun zîhayat olamaz, hâsiyetini gösteremez. Hem o hayattar mcunuda da tetkik ettik. Herbir kavanozdan bir mizan-ı mahsusla bir madde alınmış ki, zerre miktarı noksan veya ziyade olsa, macun hassasını kaybeder. O kavanozlar elliden ziyade iken, herbirisinden ayrı bir mizanla alınmış gibi, ayrı ayrı miktarda eczaları alınmış.
Acaba hiçbir cihette imkân ve ihtimal var mı ki, o şişelerden alınan muhtelif miktarlar, şişelerin garip bir tesadüf veya fırtınalı bir havanın çarpmasıyla devrilmesinden, herbirisinden alınan miktar kadar, yalnız o miktar aksın, beraber gitsinler ve toplanıp o macunu teşkil etsinler? Acaba bundan daha hurafe, muhal, bâtıl bir şey var mı? Eşek muzaaf bir eşekliğe girse, sonra insan olsa, "Bu fikri kabul etmem" diye kaçacaktır.

   İşte bu misal gibi, herbir zîhayat, elbette zîhayat bir macundur. Ve herbir nebat, hayattar bir macun gibidir ki, çok müteaddit eczalardan, çok muhtelif maddelerden, gayet hassas bir ölçüyle alınan maddelerden terkip edilmiştir. Eğer sebebe, unsura isnad edilse ve "Sebep icad etti" denilse, aynen eczahanedeki macunun, şişelerin devrilmesinden vücut bulması gibi, yüz derece akıldan uzak, muhal ve bâtıldır.
   Elhasıl, şu eczahane-i kübrâ-yı âlemde, Hakîm-i Ezelînin mizan-ı kazâ ve kaderiyle alınan Hayata lüzumu bulunan maddeler, hadsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilim ve herşeye şâmil bir irade ile vücut bulabilir. "Kör, sağır, hudutsuz, sel gibi akan bütün unsurlar ve yaratılışlar ve sebebin işidir" diyen talihsiz, "O macunu acip, kendi kendine, şişelerin devrilmesinden çıkıp olmuştur" diyen divane bir hezeyancı, sarhoş bulunan bir ahmaktan daha ziyade ahmaktır. Evet, o küfür ahmakane, sarhoşâne, divanece bir hezeyandır.

   Acaba bir saatçi, saatin çarklarını yapsın, sonra saati çarklarla tertip edip tanzim etsin, daha mı kolaydır? Yoksa harika bir makineyi o çarklar içinde yapsın, sonra saatin yapılmasını o makinenin câmid ellerine versin, tâ saati yapsın, daha mı kolaydır? Acaba imkân haricinde değil midir? Haydi, o insafsız aklınla sen söyle, sen hâkim ol.
Veyahut bir kâtip mürekkep, kalem, kâğıdı getirdi. Onunla kendi bizzat o kitabı yazsa daha mı kolaydır? Yoksa o kâğıt, mürekkep, kalem içinde, o kitaptan daha san'atlı, daha zahmetli, yalnız o tek kitaba mahsus olarak bir yazı makinesi (matbaa)(printer) icad etsin, sonra o şuursuz makineye "Haydi, sen yaz" desin de kendi karışmasın, daha mı kolaydır? Acaba yüz defa yazıdan daha müşkül değil midir?
Eğer desen: Evet, bir kitabı yazan makinenin icadı o kitaptan yüz defa daha müşküldür. Fakat o makine, aynı kitabın birçok nüshalarını yazmasına vasıta olmak cihetiyle, belki bir kolaylık var.
Haydi, farz-ı muhal olarak, tabiata bir matbaa nazarıyla baktık. Fakat bir matbaaya ait olan tanzim ve basmak, yani, muayyen intizamını kalıba sokmaktan başka, o tanzimin icadından, icadları yüz derece daha müşkül bir zîhayatın cismindeki maddeleri aktâr-ı âlemden mizan-ı mahsusla ve has bir intizamla icad etmek ve getirmek ve matbaa eline vermek için, yine o matbaayı icad eden Kadîr-i Mutlakın kudret ve iradesine muhtaçtır. Demek bu matbaalık ihtimali ve farzı, bütün bütün mânâsız bir hurafedir.

   Acaba gayet derecede mâkul ve hadsiz bürhanların neticesi olan bu hakikatin kabulü mü daha kolaydır? Acaba vücub derecesinde lâzım değil midir? Yoksa cansız, şuursuz, mahlûk, yapmacık, basit olan o sebep ve tabiat dediğiniz maddelere, herbir şeyin vücuduna lâzım sebepsiz canlı hayat ve aletler verip hükmederek, görerek işleri kendi kendilerine yaptırmak mı daha kolaydır? Acaba imtinâ derecesinde imkân haricinde değil midir? Senin o insafsız aklının insafına havale ediyoruz.
  Münkir ve tabiatperest diyor ki: "Madem beni insafa davet ediyorsun. Ben de diyorum ki: Şimdiye kadar yanlış gittiğimiz yol hem yüz derece muhal, hem gayet zararlı ve nihayet derecede çirkin bir meslek olduğunu itiraf ediyorum. Sabık tahkikatınızdan, zerre miktar şuuru bulunan anlayacak ki, esbaba, tabiata icad vermek mümtenidir, muhaldir. Ve herşeyi doğrudan doğruya Vâcibü'l-Vücuda vermek vâciptir, zarurîdir. Elhamdü lillâhi ale'l-îmân deyip İmân ediyorum.

Kainat her an milyarlarca faaliyete sahne olmakta. Bu haliyle dev bir laboratuara, yahut muazzam bir sahneye benziyor. Müthiş manevraların yapıldığı bir ordugaha, akıllara durgunluk verecek büyüklükte bir fuara veya milyarlarca yaratığın istifade ettiği geniş bir sofraya da benzetebiliriz.

İşte dünyamız! Güneşin etrafında büyük bir hızla dönüyor. Fakat uzaya fırlamıyor. Üstünde taşıdığı yolcuları, yani insanları, hayvanları, bitkileri, cansızları hiç incitmeden binlerce yıldır taşıyor.Tabiatın yaratıcı olduğunu iddia edenlere şunu da sormak gerek: "Kainatı ve tabiat kanunlarını kim yarattı?" Bu suale, mecburen "tabiat" diye cevap verecektir. "Tabiat nelerden ibarettir?" diye ikinci bir soru sorulursa, "Kainattan ve tabiat kanunlarından ibarettir," cevabını verecektir. Çünkü, gerçek de budur. Bu cevabı aldıktan sonra son darbeyi indirmek gerekir: "Tabiatçı efendi! Sen bu sözlerinle, kainatın kendi kendini yarattığını iddia etmek gibi gülünç bir duruma düştüğünün, farkında mısın?" Bu durum gerçekten gülünçtür. Çünkü, "Yazıyı yazan yazıdır", "Sehpayı yapan sehpadır" demekten farkı yoktur bunun.



Öldükten sonra dirilmeyi gericilik olarak görmek benim atomlarım başka maddelerde hayatına devam edecek








Yaradan Bunca sene yediriyor içiriyor kaldırıp çukura atıyor bununla neyi amaçlıyor ?(Çantacı Necmi abi sohbetinden)

BAK ALTAN BEY SİZ BENİ EVİNİZE MİSAFİR ETSENİZ
7 KATLI DAİRENİZDE HER GÜN BİR KATINDA BENİ YEDİRDİN İÇİRDİN SONUDA 7 KATA GELDİĞİMİZDE YETER YEDİĞİN DEDİN BENİ YETER GÖZÜM GÖRMESİN DEDİN
AŞAĞI ATARMISIN OLURMU ÖYLE ŞEY.SEN YAPMAZSINDA RABBİMİZ YAPARMI.ŞU UÇAĞIN GİDİŞATINDAN PİLOTUN VARLIĞI BİLİYORUZ BU KAİNATINDA GİDİŞATINDA
RABBİMİZİN VARLIĞINI BİLİYORUZ.BU CESEDİMİZ BİZE ÖBÜR TARAFTA YAKIŞMADIĞI İÇİN RABBİMİZ BU CESEDİ BİZDEN ALIP DAHA GÜZELİNİ ORDA VERECEK

Benim annem ve babam da namaz kılıyor. Ama ben böyle seylere inanmıyorum. 

  Benim için tek geçerli yol,kuralsız,açık ve engelsiz bir yasam biçimidir. Dilediğim gibi özgürce ve gerektiğinde kuralları kendim koyarak..

   Çünkü,dinler insanların tam zevk ve keyif almalarını engelliyorlar.İnsanın tam zevk ve keyif alması ve dilediği biçimde bir hayat olusturması için,dinden ve dinin kurallarından kurtulması lazımdır. Hatta bu konuyu hiç düsünmemesi lazımdır.Yasadığım hayatta bir tek kural bile olsa huzurumu bozuyor yasam zevkimi engelliyor.Ben hesap kitap isine inanmam.Đnsan ,çesitli evrimler sonucu bu hale gelmis bir canlıdır. Bu hale gelmesi için de herhangi bir yönlendirmeye ihtiyaç yoktur. Mekanizması kendi kendini yenileyecek durumdadır. “insan,ayakta kalabilmek ve kendini koruyabilmek için bazı kanunlar gelistirmistir. 


   Toplumsal yasamda ortak değerlerin olusmasıyla da bugünkü hale gelmistir. “insanın bu hale gelmesinde ve yasamını sürdürmesinden kimseye karsı bir borcu yoktur. O hayatını en iyi sekilde yasayıp,çekip gidecektir. O insan için de her sey orda bitecektir. “insan mutlu olması için ,yalnızca kendi hayatını düsünmeli ve hiçbir yaptırımın
ve kuralın esiri olmamalıdır.”Cevap Risale-i Nurdan Her insan hak fıtratı üzerine doğar. (ileri sürülen fikirler temelinde materyalizmin marksizmin ,darwivizmin ve ateizmin görüsleri yatmaktadır.Bu gibi düşünceler o fikirlere sahip kitapları okuyarak elde edilir)


    Hakkı ararken bazen eline batıl geçer,hak zenneder ,koynunda saklar. En büyük yanlısı doğru telakki ederek,kendisine hayat felsefesi yapar.Alexis carrel “insan önce kendini tanımalı ve kendisini bir kitap gibi okumalıdır. Kendisini okuyamayan insan,kainatın en ince sırlarını bilse de yine de cahil kalır.”Bediüzzaman Said Nursi nin “Ey kendini insan zanneden insan,kendini oku..”Hiç kendinize,ben kimim? Neyim? Nereden geldim? Ne için geldim? Amacım nedir?Nereye gidiyorum? Kime borçluyum? Ne gibi nasıl hesap vereceğim? Diye soruyormusunuz? Eğer bu ve buna benzer sorular soruyorsanız,tabii ki cevabını da merak ediyorsunuzdur? Cevabını merak eden olduysa bir araştırma yaptı mı?önemli isler basarmak,büyük hedeflere kosmak,birçok kesif ve sırlara ulasmak için çırpınan insan ;kendisini ne kadar tanımakta ,tasıdığı değerlerin,sırların ve emanetin ne kadar farkına varmaktadır?Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Gayem nedir? Beni gönderen kimdir? Diye sormustur?

    Fen bilimleri açısından insan,canlıların enmükemmelidir. Hayret verici bir düzen uyum ve planlama içindedir. “insanbir tek hücreden yaratılmıstır. Zigot denilen gözle görülmeyen ancak yüzlerce defa büyültülerek görülen bu hücre kendinden binlerce vetrilyonlarca büyük bir konuma gelerek hayat için gerekli olan her türlücihazla donatılıp dünyaya bir insan olarak gönderilmektedir.“insan çokzaman kıymetini takdir edemediği harika bir vücudu,essiz bir sanat eserini ve antika bir sahaser tasımaktadır. Öyle ki, bir tek hücreyi bile yapmaktan
aciz olan insan,akılların hayrette bırakan sayısız hücrelerin mükemmel isbirliği ve uyumu ile hayatını sürdür-mektedir. “Bu hücrenin ,yani ceninin zamanla insan vücuduna dönüsmesi her hücrenin belirlenen hedefe ulasması ve hiçbir hücrenin görevini aksatmadan yüzbinlerce görevi bir anda yapması insan aklını tam anlamıyla sasırtmaktadırlar. “Đnsanın iç ve dıs organları,birbirini koruyan ,kollayan,yardımcı olan ve harika bir alısveris sistemi üzerine kurulmustur. Đnsan vücuduna baktığımızda hiçbir organın fazlalığı görülmediği gibi,eksik bir organa da rastlanmaz. Öyle ki insan ; en seri en çabuk ve en verimli sonuç olacak bir planlamaya göre düzenlenmistir. 


    Dısarıdan alınan besinlerin yenilmesi,sindirilmesi emilmesi ve artıkların dısarı atılması harika bir çalısmayla yürütülür ve sonuçlanır. Bu konuyu gözleyen bilim adamları sasırmaktan kendini alamamıslardır. Đnsan beyninde 10 milyar karar merkezi vardır. Bu merkezlerin her birinde sayıları 2000 e varan sinapslar mevcuttur ve sinapslardan her an yüzlerce olay cereyan eder. Ayrıca her bir sinaps,diğer milyonlarca sinapstan haberdar olarak ve birbirini karsılıklı kontrol ederek çalısır. Đste beynimiz,sinirlerimiz böylesine göz kamastırıcı bir harikalar ülkesidir. Gözünüzü nereye çevirseniz Ulu Yaradanın muhtesem sanatını görürsünüz.Bildiğiniz gibi insan;daima doğruyu güzelliği ve hakkı arama özlemi içindedir. Evrenin bir bütün olarak gerçek durumunu ,insanın ne olduğunu ve ne olması gerektiğini bilmek istemektedir. Đnsan aklı vasıtası ile dünyayı ve evreni aydınlatmaya çalısır. Đnsan aklı kuvvetli inanç ve ahlak sistemleri ile desteklenmezse doğruyu arıyorum diye daha da yanlıslara sapabilir. Bunu felsefe dünyasında çok çarpıcı örnekleri vardır. Bunların bir kısmı,ya herseyi inkar eden bir ateist olmuslardır ya da herseyi maddede arayan bir materyalist olmuslardır. Đnsan toplumsal bir varlıktır. Birlikte yasama,birlikte paylasma ,yardımlasma ve dayanısmaya muhtaçtır.insandaki bu duyguların pekismesi lazımdır.“Allah korusun senin akli muhakemen yerinde olmasa da ,bir hekime gitsen,seni sıhhate kavustursa,o hekime karsı nasıl bir borç altına girdiğini düsünürsün?Çünkü hekim bir hayat sunmus oluyor.”

   “Peki,gözlerin olmasa ve dünyayı hiç görmesen . birisi gelip sana göz taksa ve görmeye baslasan ,gözünü açan kisiye karsı nasıl bir minnet altına gireceğini varsayarsın?” “Yani,ona da bir ömür verilir. Çünkü fiyatı çok fazla olmalıdır.” “Konuyu uzatırsak,dil,ağız,burun,kulak ve özet olarak bütün organların için aynı seyi üsünürsek ,insanın borcu ne kadar olur?”iki göz,bir akıl ,bir dil veya herhangi bir uzuv için ,karsıılığında köle gibi çalısmak göze alınır ve bu aklın gereği ise;su mükemmel vücut sarayını vesu muhtesem biyolojik ve psikolojik alemi bizlere sunan ,kainatı milyarlarca nimetlerle doldurup ,bize veren kudret sahibine ,ne gibi ve nasıl bir borcumuzun olduğunu hiç düsünmez miyiz?” “Bütün alemi emrimizeveren ve pesimizde kosturan zatı merak edip,bilmek ve tanımak istemezmiyiz? Bizden ne istediğini sormak aklımıza gelmez mi?BİNLERCE NİMETİ SUNAN ZAT,BUNLARI BEDAVA VERİR Mİ? “Hayatımıza binlerce nimetleri sunan Zat,bunları hiç bedava verirmi? Bunların bir hesabı olmaz mı?Bizi bu dünyaya gönderen bizlere nimetler sunan Zat bir gaye için göndermis olmalı ve alıp götürdüğü zaman da hesaba çekmelidir. 


    Çünkü,her alıs verisin bir karsılığı ve bir hesabı vardır.” “Bak bu konuyla ilgili değerli bir alim sunları ifade ediyor: “Đnsan bu dünyaya keyif sürmek ve lezzet almak için gelmediğine ,mütemadiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlasması ve mütemadiyen zeval ve firakta yuvarlanması sahittir....demek insan dünyaya yalnız güzel yasamak için ve rahatla ve sefa ile ömür geçirmek için gelmemistir. Belki azim bir sermaye elinde bulunan insan,burada ticaret ile ebedi,daimi bir hayatın saadetine çalısmak için gelmistir. (S.Nursi)

“Allah ve dini inkar etmekle,bütünkuralları çiğnemekle,her türlü yasayıs seklini pervasızca yasamakla,nasıl istisna bir huzur ve mutluluk buldun? Bunu için vicdanen ve aklen rahat mısın?”Allahvardır,kainatı o yaratmıstır. Kainatın bir baslangıcı vardır. Bir de sonu olacaktır . Kainat ne kendi kendine olmustur,ne sebepler yapmıstır,ne de tabiat yapmıstır.Önce kainat yaratılmıs mı? Yaratılmamıs mı? Yani madde ezeli mi yoksa bir baslangıcıvar mı?Son yıllardaki arastırmalar,kainatın hızla genislediğini,galaksilerin birbirinden uzaklastığını göstermektedir. Bu genisleme olayı tersine çevrilse,bir büzülme görülecek ve bütün kainat bir madde haline gelecektir. Bu arastırmalar ,kainatın bir sıfır noktasında basladığını göstermektedir. Kuran ı Kerimde göklerin ve yerin altı günde ,dünyamızın ise ii günde yaratıldığı ifade edilmektedir. Tabii burdaki gün tabiri,Allah ın bildirdiği devir ve safha manasındadır. Kuran da bizim günümüzle bin hatta elli bin seneye denk olan günlerden bahsedilmektedir.Yani Kuran daki bu ifadeler,yaratılıs safhalarına isarettir. Cenab-ı Hak ilkönce su gibi akıcı olan ve kainatın kainatın her tarafını kusatmıs bulunan esir maddesini yaratmıs,gökleri ve yerleri bu esir maddesinden insa etmistir.Hud Suresinin 7.

  Ayeti ile isaret ederek söyle demistir:Cenab-ı Hak kın arsı ,su hükmünde olan esir maddesi imis. Esir maddesi yaratıldıktan sonra,Sani in ilk icatlarının tecellisine merkez olmustur. Yani,esiri halk ettikten sonra cevher-i ferde(atomlara) kalbetmistir. Bediüzzaman,esirin mahiyetinden bahsederken,akıcı bir su gibi,mevcudatın aralarına nüfuz etmis bir maddedir görüsünü ileri sürmektedir. Ayrıca, elektrik,ısık,sıcaklık ve çekim kuvveti gibi latif ve akıskan madelerin esirden yapıldığına ve böylece kainatın hertarafına yayıldığına isaret etmektedir. Esir maddesi,hiçlikten yaratıldıktan sonra Cenab-ı Hak kın ilk icalarına temel olmus ve atomlar bu maddelerden yaratılarak gaz ,sıvı, ve katı hallerde hizmete kosturulmustur. İlk olarak katılasıp,hizmete hazırlanan gezegen ise dünyamızdır.Gökyüzündeki yıldız ve gezegenler,uzun müddet önce gaz,sonra sıvı halinde bir ates kütlesi olarak kaldığı halde,yer yüzü hepsinden evvel katılasıp kabuk bağlamıs ve hayata zemin teskil etmistir. Bu itibarla dünyamızın yaratılısı ve olusumu ,göklerden ve diğer gezegenlerden öncedir. Arz ve semavat birbirine yapısık idiler. Sonra biz onları birbirinden ayırdık.Mealindeki ayetin ifadesinde ,baslangıçta dünyamızın ve semavatının birbirine yapısık oldukları ve sonra birbirlerinden ayrıldıkları anlasılmaktadır. Bu ifade modern ilmin izahına da çok uygun düsmektedir.Enbiya suresinin 30.ayetinde “Her seyi sudan yarattık “ seklindeki ifadeyi birçok alim,bu su esir maddesine isarettir demistir.çünkü esir maddesi su kadar akıskan,ince latif bir maddedir.Cenab-ı Hakkın iki tarzda icadı vardır. 


   Birisi ‘ibda’ yani hiçten yoktan yaratmak icat etmektir. Diğeri ise ‘insa’ yani yaratılmıs unsurları bir araya getirmek suretiyle yeni bir varlık ortaya çıkarmak,yaratmaktır. “ Bütün maddenin özünü meydana getiren ve kainatın ilk cevheri durumunda bulunan ‘esir’ maddesi yoktan yaratılmıstır. Bu madde ,ilahi hikmetle patlatılmıs,atom,enerji ve diğer temel parçacıklar vücuda getirilmistir. Bu ilk yaratma isi,bir defaya mahsus olmak üzere yapılmıs ve insa dediğimiz,esyanın mevcut elementlerden yaratılması kapısı açılmıstır. “Artık suan ,zerrelerin yoktan yaratılması söz konusu değildir. İlk yaratılısta,madde lazım olduğu kadarıyla bir defaya mahsus olarak yaratılmıstır.


   Ancak her baharda yeniden vücut bularak canlanan milyonlarca bitki ve ağaç;sekil ,renk,model,koku ve ağaç,bir bahar öncesinin durumuyla tıpa tıp aynısı değildir. Bunlar her bahar yoktan yaratılır. “Fakat ol emriyle ,yoktan yaratılıs hususunun mahiyetini iyi bilmek lazımdır. Bir kere bize göre yok olan bir sey,maddi bir vücut sahibi olmasa da,Allah tarafından bilinmektedir. Çünkü,Cenab-ı Hakkın ilim sıfatı muhittir,yani herseyi içine alır. Dolayısıyla, ilahi ilim dairsenin dısına hiçbir sey çıkamaz. Bu ilim dairesinden maddi vücut dairesine çıkan bir sey,bize göre yoktan var edilmistir. Ama bunu hiçbir zaman mutlak yokluk seklinde tasavvur edemeyiz.Bir seyin modeli yani örneği,misli ve emsali hiç yokken yaratıldığını düşünelim. Bu hadise bize göre yoktan ,hiçlikten yaratılmaktadır. Ancak bize göre modeli ve emsali olmayan bir şey,alhi ilim dairesinde mevcuttur. Bu varlık, maddi bir vücut giyip,madde alemine çıkmayınca,biz onu bilemiyoruz. Çıkınca da,hiçlikten yaratıldı diyoruz. Fakat bu bizim akıl kapasitemizin tespitidir. Ve bize göre yokluktan yaratılmıştır. İlahi ilim dairesine göre değildir.Çünkü,onun dairesinde o mevcuttur. Yalnızca vücut giymemiştir.


   “Allah ,mevcut bir maddeyi nasıl yok eder? Yok ediyorsa örnek gösterelim. Edemiyorsa(hasa) bir şeyi yok edemeyen,nasıl yaratıcı olur? sorusu aklımıza gelebilir.Her baharda yeniden yaratılan milyonlarca bitki ve ağacın dal,yaprak ve meyvelerinin tipi,kokusu ,sekli,model, ve kendilerine has hususi tarzları,kıs mevsimiyle birlikte yok olmaktadır. Sobaya bir odun atalım ve yakalım. Odunun kül olduğunu görürüz. Bu esnada odunun ebadı ,ağırlığı ,kokusu,rengi ve tipi yok olmuştur. Belki külünü,çıkardığı enerjiyi ve dumanı toplasak tekrar odunun ağırlığını bulabiliriz,ama onun renk,desen ve koku gibi diğer vasıflarını geri getiremeyiz. Çünkü onlar yok olmuşlardır.Astronomi alimlerince son yıllarda yapılan bir takım araştırmalar,dünyamızdan çok daha büyük olan yıldızların kara delik adı verilen ve mahiyeti bilinmeyen bir yere girerek kaybolduklarını ve madde aleminden çıktıklarını göstermektedirler. Bu kara deliğin çekim gücünün sonsuza yakın olduğu ifade edilmektedir. Kara delikler,sıcaklığı ,ışığı,sesi ve her türlü radyasyonu bir anda yutarak yok etmekte ve dev yıldızların içine düşüp yok olduğu dipsiz bir kuyuyu andırmaktadır. Bu açıdan kara delikler,ebedi bir aleme geçişe misal olarak değerlendirilebilmektedir.Bu yere geldiğimizde şu sorularda aklımıza takılabilir 

    Basit maddeler,basit oluşumlar daha düzenli sistemleri meydana getirip,sonuçta bu hale gelmiş olamaz mı?Yani kendi kendine oluşum.Maddeyi tanımak için,maddenin en küçük parçası olan atomdan başlamamız gerekir. Bu konudaki kitaplar karıştırıldığında atomlardan kainatın yapı tasları olarak bahsedildiği görülür. Atomların değişik oranlarda bir araya gelmesiyle elementler ortaya çıkmıştır. Elementlerin de muhtelif şekillerde birleşmesiyle moleküller meydana gelir. Etrafımızdaki alem, içindeki canlı cansız sayılmayacak kadar çok ve değişik varlıklar ,bu moleküllerden inşa edilmiştir. Atomu ,gerek kendi içinde dengeli hareket ettirmek ,gerekse komşularıyla çok hesaplı iliskiler kurmasını sağlamak için,dört kuvvetten oluşan çok hassas bir kanun konmustur. Son derece hesaplı ve dengeli olan bu kanunun hüküm sürmesiyle kainatın ve bizlerin varlığı mümkün olabilmektedir.


    Öyle ki,bu kanunu meydana getiren dört kuvvetten biri olan nükleer kuvvet olmazsa ,atom çekirdeği teşekkül etmez. Zayıf kuvvet adıverilen kuvvet bulunmazsa ,elektronlar meydana gelmez. Elektromanyetik kuvvet olmazsa ,atom da oluşmaz. Ve çekim kuvveti yok olsa dünya olmaz,güneş olmaz biz olmazdık. Kısacası bu kuvvetlerden birinineksikliği,kainatın sonu demektir. Hatta onların birindeki zaaf veya hesap hatası dahi,aynı neticeyi meydana getirir. Tabii,burada atomların küçüklüğünü de dikkate almak lazımdır.

   Bir santimetre küp havada bes milyonkere bes milyon atom olduğu düsünülecek olursa ,atomların ve atomlardan teşekkül eden kainatın aratılısındaki esrar daha iyi anlasılır. Atomun Bir sınıfta öğretmen olduğumuzu farz edelim. Kendi aralarında 15-20 öğrenci konusur ve hepsinin sesleri birbirine karısmadan süratle ve atomlar vasıtasıyla bize ulasır. Aynı atomlar, günesin ısığını,ısısını ve yedi rengini de sınıfa getirir. Sobamızdan çıkan sıcaklık da atomlar eliyle etrafa yayılır. Aynı anda uzaklardaki bir radyo sesi,gök gürültüsü veya bir zil sesi de duymus olabiliriz. Bu is de aynı atomların vazifesidir. Sınıfımızın etrafını yüz bin insan sarsa ve hepsi de bize değisik tonlarda ,değisik sivelerde ve değisik dillerde seslenseler,aynı atomlar bu sesleri birbirlerine karıstırmadan aynı süratle naklederler. Canlı,akıllı ve suurlu bir insanın bir anda bes altı is yaptığını,meselabirisiyle konusurken baska birini dinlediğini,bu arada yazı yazıp kafasında çesitli hesaplar çözdüğünü duysak,gazetelerde manset yapar,dünya rekortmeni ilan ederiz.

   Cansız,akılsız,gözsüz ve suursuz küçücük bir atomun bir anda binlerce isi eksiksiz ,karıstırmadan ve aynı mükemmellikte yapması,akılları durduran bir hal değilmidir? Küçük bir atomdan ,muhtesem galaksilere kadar hükmeden bu kuvvetleri ince hassas hesaplarla koyup isleten ,kainattaki nizamı ve dengeyi sonsuz bir ilim ve kudretle idare eden kuvvet kime aittir? Bu akıl almaz hesabı hangi tesadüf ve hangi tabiat yapabilir? Sunu demek istiyorum: bir yığın kum ,tas,çimento ve demir bulunduğunu kabul edelim. Ortada bir usta ,bir plan,ve proje olmadan ,bu maddelerin bir araya gelerek bir saray insa etmesi düsünülebilir mi? Böylesine mükemmel bir sarayın kendiliğinden tesekkül etmesi mümkün müdür? Galiba bizler,kainatın muhtesem sistemini,nizamını ve harikuladeliğini kanunlarla izah ettiğimizi zannedip isin içinden kolayca çıkıveriyoruz. Kanunları kesfetmekte is bitiyor mu? O kanunu koyan kudret sahibini neden akla getirmiyoruz? İnsanda bir merak vardır. Bu merakla kesfettiğimiz bir seyin ustasına karsı hayranlığımız daha çok artmalı ve onun kim olduğunu anlamaya çalıs-malıyız.Küçücük bir incir çekirdeğinden koca bir incir ağacını ve onun binlercemeyvesini çıkaran,maddesi bir olan atom parçacıklarından kainatı ve içindeki canlı cansız mahlukatı yaratan,dört ana kuvvetle varlıkları   dengede tutan bir kudret sahibine karsı insan nasıl alakasız kalabilir? Bu muhtesem sırları kesfettikten sonra kainat sahibini nasıl görmezlikten gelebiliriz?Tabiat ;su,toprak,hava ve günestir. Isısı ve ısığıyla birlikte tabii ki. Baska bir ifadeyle de,yüz yedi elementtir. Simdi,yaratıcı olarak sık sık adından söz edilen tabiata  sorsak: “Đnsanları yapabilirmisin? “Hayır 


     Bitki ve hayvaları icad edebilirmisin? Hayır Günes sistemimizi dizebilirmisin? Hayır Milyarlarca yıldızları,galaksizleri düzenleyebilirmisin? Hayır Kainata harika bir intizam ve muhtesem bir sistem vermek için kanunlar koyup,isletebilirmisin? Hayır. Zaten tabiat denilen sey de kainatın kendisi değil mi? Öyleyse,kainatın da kendi kendini yapamayacağını gördük.Peki bu tabiat denilen güç,kuvvet nedir? Eğer tabiata hükmeden bir kuvvet ve güç varsa,o zaten kainatın kendisi olamaz. Tek yol, kainat cinsindenolmayan bir kudret olmasıdır ki,o da Cenab-ı Haktır. Alemde olup biten harikulade isleri,tabiat yaptı deyip,içinden çıkmak mümkün değil. Çünkü her is büyük bir nizam ve intizam içinde yapılıyor. Her faaliyette bir fayda ve bir hikmet gözetiliyor. Hersey suurlu bir ölçüyle yaratılıyor. Hiçbir sey basıbos değil;hiçbir mahluk kendi haline bırakılmamıs. Bütün bu mükemmel isleri,akılsız ve suursuz olan tabiata havale etmek ve tabiat yaptı demek mümkün değildir. Đlim,irade ve kudret sahibi olmayan aciz bir tabiat,elbette Halık olamaz.Sen burada misafirsin ve buradan da diğer bir yere gideceksin.Misafir olan kimse, beraberce getirmediği seyekalbini bağlayamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu sehirden de çıkacaksın. Ve keza, bu fani dünyadan da çıkacaksın... öyle ise aziz olarakçıkmaya çalıs”(Mesnevi-i Nuriye)


Allah kainatı niçin yaratmıs olabilir?

   Kainatı yaratmak Allah ın bir tercihidir. Bu tercihin nedenlerini sorgulamak,yaratılmıs bir insan olarak bizlere düsmez.Zengin bir adam,gönlünden kopan bir merhametle,muhtaç insanları giydirse,yedirse ,onlara harçlık verse,sevindirse,içlerinden birisi de çıkıp, bütün bunları niçin yaptın,yapmasan olmazmıydı? Diye sorgulamaya  kalksa,ne kadar nezaketsizlik yapmıs olur. Allah ın da kainatı niçin yarattığı konusunu sorgulamaya kalkmak, öncelikle bir nezaketsizliktir.Zaten bu konuya kendi akıl ölçülerimizle açıklama getirmeye kalksak da,bir sonuç alamayız. Çünkü yaratan ne için yarattığını kendisi açıklamadan yaratılan olan bizler bunu hiç açıklayamaz. Açıklasak da yine eksik ve noksan kalır. Önce yaratmanın bir ihtiyaçtan ileri gelmediğini ve tamamen Cenab-ı Hakkın,kendi bileceği bir tercih konusu olduğunu ifade etmek lazımdır. Bu kainatın yaratılmasındaki en önemli sebep,Allahü Teala nın kendi manevi güzelliğini ve mükemmelliğini ,yarattığı mahlukatta görmek istemesidir. Yani ilmin sonuçlarını,kudretin harikalarını,güzelliğin yansımalarını,zenginliğin genisliğini,merhamet ve sefkatin görüntülerini varlık aynalarında bizzat seyretmek istemesidir. Yani ressamın,kendi yaptığı resmi seyretmesi gibi mi? Öyle de denebilir.Bilindiği gibi meshur bir kaide vardır; her cemal ve kemal sahibi,kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek ister. Bu arzuyu,senin de dediğin gibi,maharetli sanatkarlarda görmek mümkündür. Mesela;usta bir ressam,çesitli resimler yapar. Eserlerini önce kendi seyreder,onda sanatın güzelliğini görür. Tarifsiz bir lezzet alır. Sonra sergiler açar,seyircilere gösterir. Onların takdir ve tebriklerinden memnun olur.

    Öte yandan değerli bilgilere sahip olan bir alim; faydalı kitaplar yazar. İlminden baskasının da faydalanmasını ister. Okuyucuların bundan istifadeettiğini görüp,tesekürlerini de isittikçe,bu faaliyetinden dolayı sonsuz zevk alır. Allah ın kainatı niçin yarattığı konusuna ,bu misaller açısından bir derece bakılabilir. Bu konuda bilinmesi gereken diğer bir konu da sudur: Mahlukatı halk ettim. Ta ki,fayda,menfaat,lütuf ve keremler onlara ola. Yoksa bana değil. Yani onlar benden fayda göreler,ben onlardan değil. Hadis-i Kudsisinin beyanı ile, yaratı-lanlar,Cenab-ı Hakkın inayet ve ikramına ,lütuf ve keremine ,ihsan ve merhametine muhtaçtırlar. Đste bütün ,mahlukatı yoktan yaratıp,onlara en büyük ikramları sunan ve bütün ihtiyaçlarını yerine getiren,bir de onlara ebedi bir hayat vaadeden Cenab-ı Hakka niçin bu kainatı yarattın denilebilir mi?

Madem Allah var neden görülmüyor?

   İnsan gözü,kainatta varlığı olan herseyi görmeye müsait değildir. Gözün görme kapasitesi,son derece sınırlıdır. Uzak mesafelerdeki esyayı görmediği gibi,iç içe olduğumuz bazı canlıları,mikropları,bakterileri,mor ötesi ısınları ve elektiriği de göremeyiz. Ama inanırız. Aslında görmek ve inanmak kavramlarını birbirine karıstırmamak lazımdır. inanmak aklın ve zihnin isidir. Görmek de gözün görevidir. Herseyi göz görmez,bazı seyler zihinle,kulakla ve dille görülür. Sesler alemini kulaklar ile görürüz. Tatlaralemini de dille görürüz. Kokular alemini burun ile görürüz. Radyoya bak,haberlerde ne var,denilen kisi,radyoyu gözü ile değil kulağı ile dinler ve haber verir. 


   Çorbaya bak tadı nasıl denilen kisi de çorbaya gözü ile değil dili ile bakar. Su güle bak kokusu nasıl denilen kisi ise gülünkokusunu burnu ile bakmaya çalısacaktır. Yoksa göz ile,ne haberler,ne çorbanın tadı,ne gülün kokusu görülür. Peki bunları inkar mı edelim? Aklımız,dünyanın günes etrafında dönüsünü tanzim eden çekim kanunu gördüğü halde bunu gözümüzle görmüyoruz diye inkar edemeyiz. Sefkatli merhametli ve çok iyiniyetli öğretmen diye anlattığımız kisinin bu meziyetlerini gözle görmediğimiz halde inkar edemeyiz. Çünkü manevi kuvvetler gözle değil,akıl ile,kalp ile hissedilir,anlasılır,görülür. Bir mimarıdaki muhtesem yapıyı görüp su sanata bak dediğimiz zaman,o sanata göz ile değil akıl ile bakarız. Çünkü göz sanatı değil tası görür. Sanatı gören akıldır. Gözümün görmediğine inanmam diyenler,dilin ,kulağın ,burnun ve aklın vazifesini göze yüklemek-tedirler. Bu yanlıstan dolayı da görmediğine inanmam diye önemli bir yanlısa daha düsmektedirler.,insan aklının bellisınırları vardır. Sınırlı olan akıl ile sınırsız olan bu hususu anlamanın imkanı yoktur. Bu tıpkı bir kilo ağırlıkla sınırsız bir ağırlığı tartmaya kalkmak gibidir. Kainatı ve insanları yaratan Cenab-ı Hak ,yarattığı mahlukatın cinsinden olmadığı için,bir kıyas yapmak da mümkün olmamaktadır.Bir tabloya baktığımız zaman,o tablonun bir sanatkarın elinden çıktığına ,kendi kendine çizilmediğine mantıken karar veririz. Fakat tabloyu çizen sanat-karın da ,boyalar,çerçeveler,bezler ve fırçalar cinsinden olmadığınıve onlara asla benzemediğini de biliriz Tabloyu yapan sanatkar,etiyle kemiğiyle kanıyla aklıyla iradesiyle bambaska bir varlıktır. Yaptığı tablonun cinsinden değil ve asla da benzemez. iste kainatın yaratıcısı Cenab-ı Hak da,kainat cinsinden olmadığı için, yarattıklarınıa asla benzemez. 

    Onun tarafından yaratılmıs olan bizler de,yaratıcımızı anlamak için onu neye benzetmeye çalısırsak çalısalım yine de isabet edemeyiz.Aklımıza gelen her sey ,Allah tarafından yaratılandır. O hiçbir seye benzemez. Dolayısıyla,kime benziyor ve nasıldır gibi sorulara, O yaratandır, Yaratanı ,yaratılan anlayamaz Cenab-ı Hakkın varolduğu konusunda insan aklının bir açıklama yapması mümkün değildir. Çünkü insan ve onun aklı mahluktur,yani yaratılmıstır. Yaratılan bir seyin yaratınını anlaması ve çözmesi mümkünolmaz. 

    Çünkü ünlü bir kaide gereğince,Mahluk Halikını ihata edemez. Yanianlayamaz kavrayamaz. Akıl da bir mahluktur öyle ise o da Halikını ihata edemez. Mesela;bir soba suurlu olsa ve kendi ölçüleriyle ustasını tanımaya çalıssa ,ustasını kendisine ve çevresindekilere kıyasedip,tanımaya çalısacaktır. Ustasının da kendisi gibi kömür veya dun yediğini sonra da kül ve duman çıkardığını elinin yüzünün siyah olduğunu üç veya dört ayağının bulunduğunu tahmin edecektir. Ve tabii ki her tahminde de hata edip,ustasını tanımayacaktır. Đnsan da Halikını tanımak ve Onunla ilgili bir tahminde bulunmak için bildiği ve hayal ettiği seylerle Onu kıyaslaya-caktır. Bu da isabetsiz ve hakikatten uzak olacaktır.Cenab-ı Hakkın nasıl var olduğu hususuyla ilgili su iki misal konuya açıklık getirecektir. Birincisi: çokçavagonları olan bir tren düsününüz. Bu vagonlardan her birisini bir önceki vagonun çektiğini biliriz. Ancak lokomotifi kim çekiyor diye bir soru sorulmaz. Çünkü bütün vagonları çekip kendisi de çekilmeyen bir lokomotif olmazsa düzenli hareket olusamaz. Đkincisi: askerlik sisteminde bir onbası emri çavustan alır. Çavus da bir üstünden . o üstü de ,diğer bir üstten emir alır. Nihayet is genel kurmay baskanına ve eski ifadeyle padisaha kadar dayanır. Peki padisah emri kimden alıyor diye bir soru sorulamaz.

   Eğer padisah da bir yerden emir alsa ,o zaten padisah olamaz. padisah olmanın özelliği emir veren ama emir almayandır. Bu misallerden anlasıldığı gibi kainatı ve bütün mahlukatı yaratan Cenab-ı Hakktır. Onu kim yaratmıstır, diye bir soru sorulamaz. Çünkü yaratan yaratılmaz. Onun var olma özelliği kendi zatına aittir. Ona, bizim akıl ölçülerimiz yetmez. 


ÇÜRÜMÜŞ KEMİKLER NASIL DİRİLECEK? 

Kainatı ,insanları yaratan  ve insanı bir imtihan için dünyaya gönderen zat,öldükten sonra insanı tekrar diriltemez mi?” “Ubeyy bin Halef adındaki bir müsrik,eline çürümüs bir kemik alarak Peygamberimizin (a.s.m) huzuruna girer. Kemiği elinde ufalayarak, Peygamberimize gösterir ve der ki; Cenab-ı Hak bu kemiği diriltecek,öyle mi?” “Peygamberimiz (a.s.m ) ise:”Evet” der. “Bu çürümüs kemiğe Cenab-ı Hak can verecektir. Bunun üzerine ,YasinSuresindeki 78 ve 79.ayetleri iner. Bu ayetler mealen söyledir.İnsan der;çürümüs kemikleri kim diriltecek? Sen de “Kim onları baslangıçta insa edip hayat vermis ise o diriltecek” “Ayette dikkat çeken nokta,,insanın dünyaya gelmesindeki,yan, ilk yaratılısındaki mükemmelliktir. Bütün insanlar,yokluktan bu varlık alemine çıktığına göre,öldükten sonra tekrar hayat bulmalarında da elbette bir zorluk yoktur. “Evet ,hasir adını verdiğimiz bu ikinci yaratılıs,belki de ilk yaratılıstan daha kolaydır. Bediüzzaman Hazretleri,öldükten sonraki yaratılısın kolay-lığına dikkat çekerken verdiği misalde ,bir ordunun ilk defa toplanması ile toplandıktan sonra dağılıp bir boru sesiyle tekrar bir araya gelmesini kıyaslamaktadır. İlk toplantıda birbiriyle tanısan ve bulunmaları gereken yerleri öğrenen askerler,daha sonra dağılsalar bile kolayca bir araya gelebilceklerdir. “Bu harika misaldeki ordunun erleri,insan vücudundaki zerrelere isarettir. Ve bu zerrelerin ölüm ile dağıldıktan sonra İsrafilin Sur u (hasirdeki zerrelere verilen toplanma emrine ait boru sesi) ile tekrar bir araya gelmeleri,elbette ilkinden daha zor değildir. 

Orijinal metin şöyle
Hem makam-ı ispatın îcazlı ve i'câzlı misallerinden, şu:
قَالَ مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ     قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِۤى اَنْشَأَهَۤا اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ     6
Yani, "İnsan der: Çürümüş kemikleri kim diriltecek? Sen de: Kim onları bidayeten  inşa edip hayat vermişse O diriltecek."Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatinin üçüncü temsilinde tasvir edildiği gibi, bir zat, göz önünde, bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde, biri dese, "Şu zat, efradı istirahat için dağılmış olan bir taburu bir boru ile toplar, tabur nizamı altına getirebilir." Sen, ey insan, desen, "İnanmam"; ne kadar divanece bir inkâr olduğunu bilirsin. Aynen onun gibi, hiçten, yeniden, ordu-misal bütün hayvânat ve sair zîhayatın tabur-misalcesetlerini kemâl-i intizamla ve mizan-ı hikmetle o bedenlerin zerrâtını ve letâifini emr-i كُنْ فَيَكُونُ 1 ile kaydedip yerleştiren ve her karnda, hattâ her bahardarû-yi zeminde yüz binler ordu-misal zevilhayat envâlarını, taifelerini icad eden birZât-ı Kadîr-i Alîmtabur-misal bir cesedin nizamı altına girmekle birbiriyle tanışmışzerrât-ı esasiye ve ecza-yı asliyeyi bir sayha ile, sûr-u İsrafil'in borusuyla nasıl toplayabilir, istib'âd suretinde denilir mi? Denilse, eblehçesine bir divaneliktir.

Makam-ı irşadda beyanat-ı Kur'âniye o derece müessir ve rakiktir ve o derecemûnis ve şefiktir ki, şevk ile ruhu, zevk ile kalbi, aklı merakla ve gözü yaşla doldurur. 
Dipnot-6
Yâsin Sûresi, 36:78-79.

Kaynak:
 http://www.erisale.com/#content.tr.1.512


İbrahim: "Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster" dediğinde, "İnanmıyor musun?" deyince de, "Hayır öyle değil, fakat kalbim iyice kansın" demişti. "Öyleyse dört çeşit kuş al, onları kendine alıştır, sonra onları parçalayıp her dağın üzerine bir parça koy, sonra onları çağır; koşarak sana gelirler. O halde Allah'ın güçlü ve Hakim olduğunu bil" demişti.Bakara Suresi 260


Burada Rabbim kendine alıştırdığı atom zerrelerini, aynı bir tabur askerin tek düdük hareketiyle yat kalk sürün yaptırdığı gibi toplayacağı benzetmesi yapılmakta veya ima edilmekte.

“Hasrin,yani öldükten sonraki dirilisin akıldan uzak görünmesi,genellikle ilk yaratılıstaki mükem-melliğin bilinmemesinden ve üzerinde fazla düsünmeyerek onun kolay ve sanatsız zannedilmesinden kaynaklanmaktadır. Oysa ki günümüzün bütün tıp otoriteleri,insanoğlunun anne karnındaki hayat bulma mucizesi karsısında saskınlığa düsmektedir. Dr Haluk Nurbaki,konuyla ilgili söyle demektedir:

  İnsanın maddi hayatının nasıl saklanacağı ve öldükten sonra nasıl iade edileceği konusu akıldan uzak görülebilir. Ancak,bir insanın maddi bütün özellikleri,bir toplu iğne basının on milyarda biri kadar olan küçük tohumkartlarına (DNA larına) yazılabilir. Bu ilmi gerçek,kesinlikle doğrulanmıstır. Böyle bir tohum kartının toprakta gelisme sansı olsa idi,yeryüzüne gelmis ve gelcek olan bütün tohum kartlarını bir bardağa doldurarak toprağa atmak ve hepsini birden diriltmek mümkün olabilcekti.“Toprak altında asırlarca bozulmayan ve bu arada hiçbir canlılık emaresi tasımayan virüsler, uygun bir ortamda tekrar hayat bulurken,vefat etmis insanoğlunun Cenab-ı Hakkın emriyle tekrar hayat bulmamasına imkan varmıdır? Kainatı bütün mahlukatıyla kusursuz olarak yaratan Rabbimiz,,o bir çay bardağı dolusu sifreyi arza döküp,”Ol” emriyle tek tek dirilterek ilahi sahnede toplayacak-tır.”

36 / YASİN - 78

Ve kendi yaratılışını unutup Bize misal getirdi: "Kemiklerimiz çürüyüp dağılmış haldeyken kim onlara can verecek?" dedi.
36 / YASİN - 79

De ki: "Onu ilk defa inşa eden (Yaratan), ona hayat verecek. Ve O, bütün yaratışları En İyi Bilen'dir."

ÖLDÜKDEN SONRA DİRİLMEYİ GERİCİLİK OLARAK GÖREN ŞİNASİYE CEVAP.
-BEN ÖLÜP GİDECEĞİM ÜZERİMDE OTLAR BİTECEK BİR KISMIMI KEÇİ YİYECEK BİR KISMIM KEÇİLEŞTİ İNEK YEDİ BİR KISMIM İNEKLEŞTİ.
-ŞİNASİ KAÇ YAŞINDASIN?
-25 YAŞINDAYIM
-ŞİNASİ 26 YIL ÖNCE NEREDEYDİN?
-YOKTUM
-VARDIN ŞİNASİ.
-NASIL OLUR?
-SEN BİR ISPANAKTIN SEN BİR İNEKTİN KEÇİYDİN BABAN OLACAK ADAM YOĞURTLU ISPANAĞI YEDİ İNEĞİN PASTIRMASINI KEÇİNİN KIZATMASINI YEDİ BABANIN DAMARINDA SİPERM OLDU BABANDAN ANNENE İNTİKAL ETTİN ANNE HOŞAP YEDİ PASTIRMA YEDİ ALMANYADAN GELEN ÇUKULATAYI YEDİ SEN ANNENİN KARNINDA ŞİNASİLEŞTİN SENİN HABERİN OLDUMU SENİN ATOM MOLEKÜL VE DNA LARIN NERELERDEN TOPLANDI GÜZEL BİR ŞİNASİ OLDUN. ALLAH YERİ GELDİĞİ ZAMAN DA İNEĞE MARULA ISPANAĞA GÖNDERİR YERİ GELDİĞİ ZAMANDA HUZURUNA ALIR İNŞAALLA CENNETİNE KOYAR.





Öldükten Sonra Dirilmeyi Gericilik olarak... ile eyyupk


ALLAH IN BİZİM İBADETLERİMİZE NE İHTİYACI

VAR Ki” İBADET EDİN” DİYE ISRAR EDİYOR?

Allah ın bizim ibadetlerimize ne ihtiyacı var ki,bizi ibadet etmeye zorluyor. Halbuki birçok insan ,ibadetin ağırlığından dolayı Allah tan kaçıyorlar. Bu ibadet olmasa olmazmıydı? Tabii ki Allah ınbizim ibadetlerimize ihtiyacı yoktur Esas ibadetlere ihtiyacı olan biziz. Bizim ihtiyacımız olduğu için,Cenab-ı Hak,ısrarla ibadetleri yerine getirmemizi istiyor. Bediüzzaman Said Nursi nin Lem alar isimli kitabında bu sorunun cevabıyla ilgili bir misal buldum ve okumaya basladım. “Cenab-ı Hak ,senin ibadetine belki hiçbirseye muhtaç değil. Fakat sen,ibadete muhtaçsın;manen hastasın.İbadet ise manevi yaralara ilaçlar hükmündedir... Acaba bir hasta , o hastalık hakkında ,sefkatli bir hekimin onu nafi(faydalı)ilaçları içirmek hususunda ettiğiısrara mukabil,hekime dese;senin ne ihtiyacın var,bana böyle ısrar ediyorsun? Ne kadar manasız olduğunu anlarsın”(Lem alar)

Allahü Teala bu kainatı lütfuyla bize hizmetkar yaptığı gibi taat ve ibadeti de yine lutfuyla bizlere emrediyor. Ta ki onlarla ebedi saadete mazhar olalım. Çünkü Cenab-ı Hakk ın insanın ibadetine hiçbir ihtiyacı olmadığı gibi,onun isyanından da bir zarar görmemektedir. Her iki halde de ,sadece insanın fayda ve zararı söz konusudur. “iste,ibadetlerin emredilmesinin insan hakkında binlerce faydası vardır. Đbadetlerini düzenli

sürdüren bir insan ,düzenli bir hayata kavusur,dünyada rahat eder. Kainatın ve kendisinin yaratılıs gayesini anlar,amaçlı ve ebedi hayatı kazanır. Đbadetleri yapmak kadar insan için daha iyi bir sermaye var mıdır?

Neden Allah,kaderle insanların hayatını sınırlıyor ve yönlendiriyor? Bu insanın iradesine ve yasam tercihine

müdehale değil mi?“Her eser bir planın sonucudur. Hersey bir ölçüye göre sekillenir. İnsan da öyledir. Gözün büyüklüğü,dilin uzunluğu,kafanın ağırlığı,belin inceliği ve diğer uzuvların biçimi,görünmezbir sınır çizgisine boyun eğiyor. Vücudumuzda görev alan atomları,belirli hudutlarda tutan bir kuvvet var. Bu is de bizim rolümüz yok. Hücreye genetik sifreyi biz koymadık.Genlerdeki bilgileri okuyup da o plana göre vücudumuzu insa etmedik. Bunlar sınırsız bir ilmin,iradenin ve kudretin sonucu. Peki bu sıfatlar kime ait? Tabii ki Allah’tan baskasını düsünmek mümkün mü? O zaman planlayan da yaratan da O dur. “Konuyu derinliğine ele almak istersek. Önce su üç kavrama açıklık getirmemiz lazımdır. bunlar kader kaza ve iradedir. Kader;Allah ın herseyi bilmesi ve buna göre de yazmasıdır. Bir baska ifadeyle,kainatın planı ve projesidir. Olmuslar,olanlar ve olacaklar Kader Defterinde mevcuttur. Kaza ise kaderdeki hükmün infazıdır. Yani,kaderde yazılanların basa gelmesidir.

Đrade de;insanlardaki seçme kuvvetidir. Baska bir ifadeyle,önündeki sıklardan veya yazılanlardan birisini tercih etme hakkıdır. Bizim nerede ne zaman ne yapacağımız yazılmıstır. Suanda sizinle birlikte sohbet

edeceğimiz kaderimize yazılmıs .Bu kaderdir. Sizinle sohbet etmemiz ise ,kaderdeki hükmün yerine getirilmesi-dir. Yani kazadır. Sizinle sohbet edip etmeme konusunda,sohbet etmeyi tercih etmemiz ve sohbete karar vermemiz ise iradedir.O zaman kader,bizim dısımızda,hayatımızı planlayan ve bizi bir yöne zorlayan bir planlamadır? Hayır,tam öyle değil,eksik yönleri var. Bunu aydınlatmak için kader konusunu biraz açalım. Kaderi ikiye ayırabiliriz. Birisi ızdırari,diğeri de ihtiyari kaderdir. Iztırari kaderde,bizim hiçbir tesirimiz yoktur.

Dünyaya geleceğimiz yer anne ve babamız,seklimiz,cinsiyetimiz ve kabiliyetimiz gibi seylerdir. Bunlara biz karar veremeyiz. Bunlar için bir mesuliyetimiz yoktur. Đhtiyari kader ise irademize bağlıdır. Biz neye karar vereceksek,neyi tercih edeceksek ve ne yapmak isteyeceksek,Allah ;ezeli ilmiyle bunları biliyor ve öyle de takdir edip yazıyor.


BİZ KADERİN MAHKUMU MUYUZ?


Bu bilgiler ,insanların sık sık kullandığı “kader mahkumu” konusunda da bir açıklama olur. Çünkü,”kader

mahkumu” deyimi ile(hasa) Allah ve kader sorgulanıyor. Adeta insanlar masummus da ,kader onlara zulmediyormus gibi görüs ifade edilmek isteniyor. Bu tamamen,kader konusunu bilmemekten ve insanların kendi iradeleriyle isledikleri suçu kadere yıkıp kurtulmak istemelerinden kaynaklanıyor.Buradaki anlasılmayan püf nokta sudur; Cenab-ı Hak,doğumumuzdan ölümümüze kadar neleri tercih edeceğimizi,neleri isteyeceğimizi ve nasıl yasama arzusu içinde olacağımızı ve irademizi nasıl kullanacağımızı,ezeli ilmiyle daha doğmadan önce biliyor ve bu isteklerimize göre Cenab-ı Hak kaderimizi önceden planlayıp olusturuyor. Bundan dolayı(hasa) Allah ve kaderi suçlama hakkımız yoktur. Ancak yanlıs kullandığımız irademize suç bulabiliriz.Demek insanın tercihini Allah önceden bildiği için yazıyor. Dolayısıyla insanı bir yöne mecburen yönlendirmiyor. Kader değisir mi?

Bir is yaparken aniden o isi bırakıp baska bir is yapmayabaslayarak “iste kaderimi değistirdim” diyenleri çok gördüm. Her defasında güldüm ve dedim ki: sen kaderi değil yaptığın isi değistiriyosun. Sen kader okyanusun-da yüzen bir gemi gibisin. Rotanı ne yana çevirirsen çevir,yine de okyanusun içindesin. Yazı yazan adam,türkü söylemeye baslarsa kaderdeğismez. Bununla sunu anlarız ki,onun kaderinde önce yazı yazmak ,sonra da

iste kaderimi değistiriyorum deyip türkü söylemek varmıs. Fiiller baskalasır ama kader değismez. Bir ağacı gösteren aynanın yeri değismekle ağacın da yeri değismez” Ben sizin kardeşiniz olarak hidayete ermenizi ne kadar çok istiyordum. Dualarımı,isteğimi, ruhumla ve bütün benliğimle Rabbime iltica ederek yalvarıyordum. Biliyordum ki,Cenab-ı Hak,samimane dilekleri geri çevirmeyecek kadar merhamet ve kerem sahibidir.Ruh denilen sey nedir? Kainatı ve kainatın içindeki muhtesem düzeni yaratan insanı da dünyaya gönderen Cenab-ı Hakk,her insan için de bir ruh yaratmıstır. Kainatta görülen mahluklar vardır,bir de görülmeyen mahluklar vardır. Görülmeyen mahluklardan birisi de insan ruhlarıdır. Ruh,zatında hayat ve suur sahibidir. Bedene inmeden önce ruhlar aleminde bekler. Ceset giydikten sonra her fiilini bedeniyle yapar. Dünyadaki ömrü boyunca bedene mahkumdur. Ölüm anında beden hapsinden kurtulur,fakat bütün bütün çıplak kalmaz.

Misali bir ceset veya latif bir kılıf giyer. Beden bir nevi onun evidir. Öldükten sonra hiçbir vasıtaya ihtiyaç duymaksızın,görür,isitir,anlar ,bilir ve hisseder. Kıyamete kadar berzah aleminde bekler. Bu bekleme

döneminde ya cennet saadetine benzer bir saadetle yasar ya da kabir azabı çeker. Berzah ya da kabir hadis-i serifin ifadesiyle “ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarında bir çukurdur. Kıyameti

mütakiben mahserde yeniden yaratılan bedenine döner ,dünyada yaptıkları için büyük o büyük mahkemede hesap verir.

Niçin her müslüman kendi dilinde değil de,Arapça ibadetediyor? Allah her dili isitir,her kulun yalvarısını anlıyorsa neden Arapdilinde ibadete zorlanıyoruz? Bu konuda terslik yok mu?


Malumdur ki,müslümanlar namazlarında Kuran-ı Kerim in bazı parçalarını okumakla mükelleftirler. Müslüman-ların ana dili ve vatanı ne olursa olsun,bu usul,Hz.Peygamber zamanından beri değismemistir. Đlk bakısta müminin kendi konustuğu ve anladığı bir dilde ibadet etmesi gayet doğal bir durum olması gerektiği akla geliyor. Ancak ,konu derinliğine incelendiğinde ,bilinmesi gereken önemli ayrıntıların olduğu da görülüyor. Herseyden önce dua ile namaz arasında açık bir ayrım yapmak icabeder. Namaz dısındaki duada müminin ihtiyaclarını ve dileklerini Rabbine istediği dilde bildirmesi yasak değildir. Bu sahsi bir meseledir ve kulun Halik i ile olan vasıtasızmünasebetleri ile ilgilidir. Buna mükabil namaz kollektif umumi bir ibadettir ve namaza istirak eden diğer müminlerin ihtiyaçları da dikkate alınmalıdır. Namaz prensip olarak ve tercihen cemaatla kılınır;tek basına ferdi olarak kılınan namaza müsaade vardır fakat asla tercih edilmez,tercih cemaatla kılınan namazdır. Sayet Đslamiyet herhangi bir bölgenin ,ırkın ,milletin dini olsaydı,süphesiz bu bölgenin ,bu ırkın veya bu milletin dili kullanılabilirdi. Fakat,bütün ırklardan ve dünyanın değisik noktalarında oturan ve herbiri diğerleri tarafından anlasılmayan yüzlerce dili konusan müminlere sahip,cihansümul bir dinin icapları baska olacaktır. Çince bilme- yen bir Türkün Çin e gittiğini ve sokaklarda çing çang çung a benzer sesler isittiğini farz edelim. Asikardır ki o hiçbir sey anlamayacaktır ve sayet bu sözler ezanın ,Allahü Ekber in tercümesi ise,hiçbir seyin farkına

varamayacak ve mesela Cuma namazını kaçıracaktır. (Çin deki camiler Türkiye deki minareleri ile kendini belli eden camilere hiç benzemez). Aynı sekilde türkiye den geçen bir Çinli müslümanın Türkiye deki müslümanlar kendi dilleriyle ibadet ettikleri takdirde,dindaslarıyla ortak hiçbir tarafı olmayacaktır. Su halde cihansümul bir dinin bazı müsterek esaslarıolmalıdır. Bu mevzuda ezan ve kıraat süphesiz iki esas unsuru teskil eder.

Misal olarak beynelmilel kongre ve toplantıları zikeredebiliriz. Mesela,birlesmis milletlerde herkes kendi lisanı değil ,fakat fransızca,ingilizce gibi müsaade edilne dilleri kullanır. Ummun menfaati için hususi menfaat feda edilir. Meselenin daha az mühim olmayan diğer bir cephesi vardır;hiçbir tercüme asla orjinalinin yerini tutamaz.Kuran-ı Kerim in yüzden fazla Türkçe tercümesi vardır ve her gün bunlara bir yenisi katılmaktadır. Bu da yeni alimlerin,eskilerin tercümelerini yetersiz bulduklarını gösterir. Bütün diller için ve bir dilden diğer dile tercüme edilen herhangi bir eser için bu durum sözkonusudur. Su halde kifayetsiz bir sey mi,yoksa hatasız orijinal mi kullanılmalıdır? Burada su noktayı bilhassa açığa kavusturalım ki,İslam dan baska hiç bir din, peygamberine gönderilen vahyin orjinaline sahip değildir. Bugün hristiyanların,yahudilerin,mecusilerin sahip olduğu dini kitaplar;tercümeler ,toplamalar,vs dir.Müslümanların vahyin orjinaline ,Kuran-ı Kerim e sahip bulunmaları,kendileri için ne büyük sansdır. Sunu da unutmayalım ki,namazda kullanılacak pek az kelime vardır. Önce ezan sonra kamet ,sonra Allahü Ekber ,Sübhane rabbiyel azim,Sübhane rabbiyel ala gibi ifadeler. Fatiha suresi ve iki kısa sure vardır. Hepsi bir sahifeyi dahi asmaz. Ve bu kelimelerin ekseriyeti herkesçe bilinir,bütün müslümanların dillerine geçmistir. O derece ki, çocuk veya yeni baslayan biri onların manasını zahmetsiz ve büyük bir gayret sarf etmeden öğrenir. Bu ifadelerin manası bir defa öğrenilince artık itiraza yer kalmaz. Son olarak,namazda Kuran-ı Kerim in tercümesinin okunmasının caiz olduğunu ileri sürmek için Đmam-ı Azam Ebu Hanife nin fetvasına ,st,nat ettiklerini söyleyen yazarları ele alalım. Bu yazarlar niçin hakikati tam olarak ifadeden kaçınıyorlar? Đmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri baslangıçta bu kanaatte olmasına rağmen ,zamanla fikrini değistirmistir -Hidaye ve Dürul Muhtar bu hususu açıkça kaydediyorlar- ve normal hallerde sadece Arapça metin okunmasına cevaz veren umumi kanaate istirak etmistir. Bediüzzaman

Said Nursi nin görüsleri bu yöndedir. Madem hersey Kuranda olduğuna göre,mezhep imamlarına ve diğer İslam alimlerine ne ihtiyacımız var?

Bizler ,Allah ın su kainat kitabında kudret kalemiyle yazdığı eserlerinden kendi aklımızla çok az seyler anlayabildiğimiz gibi,Kuran-ı Kerim okumakla veya ayetlerinin muhtasar manalarına nazar etmekle de çok az sey anlayabiliyoruz. Kainat kitabını muhtelif yönleriyle ders veren fen alimleri ve kasifler olduğu gibi,elbette ki,Kuran-ı Kerim i de bizlere ders verecek alimler ve müçtehidler olacaktır. Ami bir insan günesi bir elma kadar zannederken,bir astronomi alimi o günesin bu dünyadan bir milyon defadan ziyade büyük olduğunu görebilmektedir. Yine okuma yazma bilmeyen bir adam kanı kırmızı bir su olarak görürken bir doktor o kan içindeki milyonlarca akyuvar ve alyuvara nazar edebilmektedir. Bir insan bir nehre baktığında sudan baska

bir sey görmezken,bir elektirk mühendisi o nehrin arkasında elektrik cereyanını görebilmektedir. Botanik ilminden habersiz olan bir kimse bir bitkinin yüzüne dısardan bakarken ,o fende terakki etmis bir zat bitkilerden gizli olan birçok hazineleri ortaya çıkarmakta ve eczacı ise onlardan ilaç yapmaktadır. Simdi bir adam eczaneden ilaç almayıp madem ki bütün ilaçlar çesitli bitkilerden yapılıyor o halde bu ilaçları bir

eczacıya basvurup almak yerine bunların kaynağından istifade edeceğim diye dağlara çıkıp ot toplasa ve onları ilaç diye yese ne derece divanelik etmis olur. İste Kuran-ı Kerimin her bir ayetinde ne derece büyük nurlar,ne gibieczalar ve nasıl ince manalar bulunduğunu ve her bir ayetin ne kadar azim ve büyük olduğunu anlayabilme- miz için elbette ki onun mütehassısı,eczacısı ve mühendisi olan zatların ilimlerinden faydalanmamız gerekiyor. Aksi haldeine kadar sathi nazarla bakacağımız ve ne derece cahil olacağımız yukardaki misallerden anlasıl-maktadır.Bir toplumun düzelmesi insanın yetismesine ve düzelmesine bağlıysa ,bu çok uzun bir yol olmaz mı?

Basla gövde arasındaki münasebet,idareci kadro ile idare edilen zümre arasında da mevcuttur. Basta bir bozukluk varsa onuntedavisi de tedricen yani doğal sartları içinde basamak basamak olacaktır.Bu asırda iman eksikliğinden dolayı,kainattaki mutlak hikmeti anlayamamak,kader ve cüzi ihtiyari münasebetlerini bilmemek gibi sebeplerden dolayı insanlarda birçok itikat hastalıkları doğmusbulunmaktadır. Bir kimsede bu hastalıklarla ilgili isaretler görüldüğünde yapılacak sey,acelecilik edip,insana ve onun davranıslarına hücum etmek yerine, hastalığın kaynağını kesfedip ,onu tedavi edici hususlar üzerinde durmak lazımdır. Đtikadı sarsılmıs,imanı bozulmus,davranıslarında kendisine ve topluma karsı zararlar olusmus bir kimseye ,hücum edip,onudöverek, hapse atarak ve hatta öldürerek bu zararları ortadan kaldırmak mümkün değildir. O insanı ,uzun bir yol da olsa,sabırla ıslah etmek gerekecektir. İnsanlar ıslah edilince ,toplum da devlet de ve onu yönetenler de ıslah edilmis olacaklardır. Bu uzun yolu ,sabırla takip etmek lazımdır. Vurarak,yıkarak,darbeyle veya siyasi entrikalarla insan vetoplum düzelmez. Daha çok karısır. Her seyin bası insanı ve insan dünyasındaki olumsuz ve zararlı düsüncelerden kurtarmak,ona kim ve neci olduğunu,nereden gelip nereye gittiğini ve gayesini hatırlatmaktır. Bu da Allah a ve ahirete imanla mümkün olur. Buraya kadar anlatılanlardan sonra hayatınızın ya sonu ya da baslangıcı olur.Anlatılanlar sizi tatmin etmedimi?Hayatınızda çok isteyip de konusmaya sormaya korktuğum konular açıldı bu sohbette. Allah ın büyüklüğünü ve rahmetini kul olmanın faziletini,imanın hazzını,ahireti ve hesap gününü düsünün. Sen önceleri ölümden cenazeden mezardan saladan ve ölümü hatırlatacak herseyden çok korkardın. Ölümden korktuğun için,Allah,Peygamber Kuran ve ahiret gibi hususları(hasa) inkar ederek kurtulmak isterdin. Sanki inanmamakla,ölümün ve ahirete dair sorumluluğun

yakamı bırakacağını zannederdin. Gece yatınca en çok rahatsız olduğun sey,karanlıktı. Karanlık sana ölümü ve mezarı hatırlatırdı. Hayata bosvermekle,düzensiz,kuralsız,yasamakla ve inanmamakla ,sanki kendinin

dünyadaki varlığını da inkar edip, unutulmak ve bu ölüm hesabına dahil olmamak istedin. Bu bir anlamda ,kulluktan kaçıstı. Yani Allah a ve ahirete inanmamak ölmeye maniymis gibi geliyordu. Halbuki inanmamanın ölmeye değil,Cennete girmeye mani olduğunu sonra anladın. Artık ölmeden önce,ölümü sevmeye asla.Ölüm, ecel,mezar ve ahiret ;dostlarıma,sevdiklerime ve ebedi rahata ,huzura kavusmak için birmenzil,bir vesile bir bilettir.İnsanın en sevdiği dostuna kavusturacak ölümden kaçılır mı? Ölüm seni Allah a,Peygambere ve nice muhterem insanlara kavusturacak. Bunu için ölümü çok sev ve asla korkma. Ey biçareler,mezaristana göçtü-ğünüz zaman,eyvah! Malımız harap olup,çalısmamız heba oldu,su güzel ve genis dünyada gidip,dar bir toprağa

girdik demeyiniz.,feryat edip meyus olmayıız. Çünkü sizin herseyiniz muhafaza ediliyor. Her ameliniz yazılmıstır. Her hizmetiniz kaydedilmistir. Hizmetinizin mükafatını verecek ve hayır elinde ve her hayrı yapabilcek bir

Zat-ı Zülcelal sizi celp edip yer altında geçici olarak durdurur. Sonra huzuruna aldırır. Ne mutlu sizlere ki, hizmetinizi ve vazifenizi bitirdiniz. Zahmetiniz bitti,rahata ve rahmete gidiyorsunuz. Hizmet mesakkat bitti, ücret almaya gidiyorsunuz.(Mektubat) Ey insan! Yaptığın hizmet,ettiğin kulluk bosuna gitmez.. senin su fani dünyaya bedel,baki bir cennet bekler. Đbadet ettiğin ve tanıdığın Halik-i Zülcelal in vadine iman ve itimat et.(Mektubat) Ey insan! Ölünce fenaya ademe hiçliğe zulümata (sonsuz karanlığa) ,nisyana,çürümeye,dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip,düsünmeyiniz. Sizi fani olmaya değil,bekaya gidiyorsunuz. Yok olmaya değil,daimi varlığa sevk oluyorsunuz. Karanlığa değil,nur alemine gidiyorsunuz. Ayrılığa değil,kavusmaya yönelmissiniz.(Mektubat) . Ölüm idam değil,ayrılık değil,ebedi hayat mukaddimesi baslangıcıdır. Ve vazife-i

hayat külfetinden bir paydostur,bir terhistir,bir tebdili mekandır. Berzah alemine göçmüs,ahbaplar kafilesine kavusmaktır.( Mektubat)

Peki din ve dini duygular insanı son derece olgunlastırıp,mükemmel bir insan haline getiriyorsa,din adına birçok

katliam yapıp,terör estiren İslamcı teröristlere ne demeli?


İslam ile terörün ,din ile katliamın ne ilgisi olabilirdi? Ortada son derece yanlıs anlatılan veya yanlıs anlasılan bir

husus var .Bunu ben iki açıdan ele almak isterim: Birincisi: Kuran ın bütün ayetleri ve Peygamberimizi(a.s.m) bütün hadisleri incelendiğinde ,insanı öldürmenin ve insana zarar vermenin en büyük günahlardan birisi olduğu görülecektir. Bir insan İslam ın emirlerini ne kadar okuyup uygularsa;o kadar dini bütün,olgun davranıslı

hak ve hukuka riayet eden ,insanların kötüsü bile olsa ona zarar vermeyip onu kurtarmaya çalısan bir anlayısa kavusur. O zaman gerçek bir müslüman asla terörist olmaz ve bir cana kıymaz. Bunun Allah indinde çok ağır bir suç olduğunu bilmektedir. Eğer bir insan din adına bir suç isleyip bir insan öldürüyorsa,ya onun gerçekten bir müslüman olmadığı veya İslam ın emirlerinden hiç etkilenmediği anlasılır. İkincisi: devlet ,yüzde yüze

yaklasan bir oranda müslüman olan vatandasının ,dini eğitimini düzenli ve sistemli olarak karsılamalıdır. Eğer devlet vatandasının dini eğitimini karsılamazsa veya göz ardı ederse,o bosluğu dolduran ehliyetsiz kisi veya

kisiler çıkacaktır. Veya devlete su veya bu sekilde zarar vermek isteyen kisi veya gruplar ,devletin dine olan soğukluk ve uzaklığını istismar etmeye baslayacaktır. Devlet buna fırsat vermemelidir. Düsünün ki,bu

memlekette tıp fakülteleri kapatılsa ve doktor devlet eliyle yetistirilmezse,bu bosluğu dolduran birçok ehliyetsiz insanlar çıkıp,insanların canını ve malını istismar edeceklerdir. Bunu çaresi ve bu istismarcı insanları ortadan kaldırmanın yolu ,tıp fakültelerini açıp ,doktoru bilimsel metotlarla yetistirmektir. Dini eğitim konusu da

böyledir. Vatandas dinini hem öğrenmek,hem de çocuğuna öğretmek isteyecektir. Bu istek okullar yoluyla düzenli ve sürekli sekilde yapılmazsa,ehliyetli kimselere bu yaptırılmazsa bu konuyla ilgili istekler karsılanmazsa bu bosluğu dolduran art niyetli insanlar kendini gösterecektir. Konuyu özetlersek,bir müslüman asla din adına bir adam öldürmez,eğer öldürüyorsa ben müslümanım diyemez. Devlet müslüman vatandasının dini eğitimini baskalarına bırakmamalı kendisi karsılamalıdır. O zaman bu tür istismarların önü büyük ölçüde alınacaktır. Bunu yaparken de,asrın hastalığını çok iyi teshis eden ve çok etkili çareler sunan Risale-i Nur kitaplarının sunduğu hakikatlere de dikkat etmelidir. Çünkü Risale-i Nur kitapları bu zamanın manevi problemlerine çözüm sunan bir Kuran tefsiridir.

Cennet ve Cehennem

BÖLÜM 1

CENNET VE CEHENNEM(AYET VE HADİSLER)


“Gök yarıldığı, Rabbine kulak verip boyun eğecek hale getirildiği zaman,

Yer dümdüz edildiği, içindekileri atıp boşaldığı ve Rabbini dinleyip O’na itaate mecbur kılındığı zaman,

Ey Rabbine karşı direnip duran insanoğlu, sonunda O’nun huzuruna varacaksın.

Kimin kitabı sağından verilirse, hesabı kolayca görülecek. Ve sevinçli olarak ailesine dönecek.

Kimin de kitabı solundan verilirse, derhal yok olmayı isteyecek; alevli ateşe girecektir.

Zira o, dünyada ailesi içinde mal mülk sebebiyle şımarmıştı.”

(İnşikak, 1/13)


“Güneş katlanıp dürüldüğünde, yıldızlar döküldüğünde, dağlar sallanıp yürütüldüğünde, gebe develer salıverildiğinde, vahşi hayvanlar bir araya toplanıp bir araya getirildiğinde, denizler kaynatıldığında, ruhlar bedenlerle birleştirildiğinde, diri diri toprağa gömülen kıza hangi sebeple öldürüldüğü sorulduğunda, defterler açıldığında, gökyüzü sıyrılıp alındığında, cehennem tutuşturulduğunda, cennet yaklaştırıldığında, kişi neler getirdiğini öğrenmiş olacaktır.”

(Tekvir, 1/14)


“Kulakları sağır eden o ses gelidiğinde, işte o gün, kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar.

Ogün herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır. O gün bir takım yüzler vardır; parlak, güleç ve sevinçli..

Bir kısım yüzler de vardır ki, onları keder bürümüştür. Hüzünden kapkara kesilmişlerdir. İşte bunlar, kafirler ve günahkarlardır.” (Abese, 34/42)







CENNET:


“Bugün yaptıklarınıza karşılık olarak yeyin için, afiyet olsun!” (Mürselat, 43)


“Takva sahipleri, cennetlerde pınar başlarındadırlar. Oraya selamla, güven içinde giriniz. Kalplerinden, gönüllerinden her türlü gıll u kışı çıkardık. (Yani kimse kimsenin arkarından konuşmaz, kimse kimseye kin gütmez. ) Herkesçe kardeşçe yaşar. Kanepelerde karşılıklı oturur, sohbet eder, mesrur olurlar. Orada hiç bir sıkıntı görmedikleri gibi oradan hiçbir zaman çıkarılmazlar da.”

(Hicr, 45/48)


“Ey benim inanıp teslim olmuş kullarım! Bugün sizin için ne korku, ne de en ufak bir üzüntü sözkonusudur. Siz ve eşleriniz sevinç içinde girin cennete. Onlara altın tabaklar ve testilerle yiyecek ve içecekler sunulacak. Orada, gözlerin gönüllerin istediği ne varsa hepsi hazır olacak. Sizler orada ebedi kalacaksınız. Dünyadaki amelleriniz karşılığında varis olduğunuz cennet işte burasıdır. Orada sizin için bol bol meyveler vardır, onlardan yiyeceksiniz.”

(Zuhruf, 68/73)


“İnce ve kalın atlaslar, sırmalı kumaşlar giyecekler, tertemiz hûrilerle evlenecekler.. “

(Duhan, 53/54)


“Oturmuş oldukları koltuklar üzerinden mazhar oldukları nimetlere bakarlar.”

(Mutaffifîn, 23)

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem
buyuruyor ki;
“Cennetlikler orada yerler içerler. Fakat, ne küçük ve büyük abdest bozarlar ne de burunlarını sümkürürler; onların yedikleri, misk kokulu terler halinde vücutlarından buharlaşarak çıkar. Nefes alıp vermek gibi kendilerine tesbih ve tekbir getirmeleri ilham olunur.”

(Müslim)


“Allah şöyle ferman etti: ‘Salih kullarım için, hiç bir gözün görmediği, hiç bir kulağın işitmediği ve hiç bir insanın aklına gelmeyen şeyler hazırladım.’ İsterseniz, ‘Onlar için hazırlanmış olan göz alıcı nimetleri hiç kimse bilmez.’(Secde, 17) ayetini okuyunuz.”

(Buhari-Müslim)




“Tarakları altın, terleri misktir. Her birinin, güzelliklerinden ötürü topuklarının ilikleri görünen iki eş olacaktır. Aralarında bozuşma, küsme olmaz. Hepsinin kalbi bir kişinin kalbi gibidir. Sabah akşam Allah’ı tesbih ederler.”

(Buhari-Müslim)


Allah Resulü’ne, en aşağı cennetliğin durumu sorulur, şu cevabı verir. “ En son cennete girecek olana Allah ‘cennete gir’ der. O da cennete gider bakar ki, her taraf dolu. Döner Allah’a sorar ‘Ya Rabbi, orası dolu, bana yer yok.’ Bu hadise üç defa tekrarl eder. Üçüncüsünde Allah, ona şöyle der: ‘Git cennete gir. Sana bir dünya, bir de onun on katı verildi.’ Adam şaşırır: ‘Ya Rabbi, benimle alay mı ediyorsun?’ der.

(Buhari-Müslim)


“Her mü’minin cennette altmış mil yükseklikte içi boş, yekpare inciden bir evi vardır. Mü’minin bu ev içinde bir kaç eşi olacak, kendisi onları ayrı ayrı ziyaret edecek, fakat onlar birbirlerini bilmeyecekler.” (Buhari-Müslim)


“Cennetlikler, kendilerinden daha yüksekteki köşklerde kalanlara gökteki parlak yıldızlara bakar gibi bakarlar. Sahabe sorar: Ya Resulallah, o köşkler başkalarının ulaşamayacağı peygamber köşkleri midir? Efendimiz cevap verir. “ Evet, fakat Allah’a yemin ederim ki, Allah’a iman edip Peygamberlere tabi olan bazı seçkin kimseler de oralara yükselebilirler.”

(Buhari-Müslim)


“Cennette bir pazar yeri vardır. Cennetlikler her cuma gün oraya gelirler. Kuzey rüzgarı eserek yüzlerini ve elbiselerini okşar da daha güzel ve alımlı olurlar. Daha güzel ve daha alımlı olarak eşlerinin yanına dönünce eşleri onlara ‘vallahi daha güzel ve daha alımlı oldunuz.’ derler. Cennetlikler de eşlerine ‘vallahi, bizden sonra siz de daha güzel ve daha alımlı oldunuz.’ diye cevap verirler.”

(Müslim)


Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, ayın ondördüncü gecesi aya bakarak, buyurdu ki, “ Sizler şu ayı nasıl görüyorsanız, çıplak gözlerinizle Rabbinizi de öyle göreceksiniz. O’na bakarken gözleriniz kamaşmayacaktır.”

(Buhari-Müslim)


“Cennetliklere Rabblerini görmekten daha değerli bir şey verilmemiştir.”

(Müslim)




CEHENNEM:
“Ben onu Sekar’a sokacağım. Sekar nedir bilir misin? O, hem, bütün bedeni helak eder, hiçbir şey bırakmaz, hem eski hale getirip tekrar azap etmekten vazgeçmez o. İnsanın derisini kavurur.” (Müddessir, 26/30)


“Arkadan çekiştirmeyi yüze karşı alay etmeyi adet edinen herkesin vay haline! O ki, mal toplamış ve onu sayıp durmuştur… Hayır, yemin olsun ki o Hutame’ye atılacaktır. Hutamenin ne olduğunu bilir misin? O Allah’ın tutuşturulmuş yandıkça kalpleri gönülleri yakan bir ateşidir. Onlar bu ateşin içinde uzatılmış sütunlara bağlanmışlar ve o vaziyette ateş üzerlerine kapatılmıştır.”

(Hümeze)




Cehennemi Dolduracak Olanlar:
“Artık Rabbinin sözü yerine gelmiştir. O, cehennemi insanlar ve cinlerle dolduracaktır.”

(Hud, 119) (Secde, 13)
“Yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten korunun.”



Zakkum Ağacı:
“Zakkum ağacı, cehennemin dibinde bitip, yetişen bir ağaçtır. Tomurcukları sanki şeytanların başları gibidir. Cehennemdekiler ondan yerler ve karınlarını onunla doldururlar. Sonra onun üzerine kaynar su karıştırılmış bir içki içerler. Sonra çılgın bir ateşe girerler.” (Saffat, 64/68)
“Zakkum ağacı, günahkarların yemeğidir. O, karınlarda maden eriyiği gibi, suyun kaynaması gibi kaynar.”

( Duhan, 43/44)




Cehennemin İçeceği:
“İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar su içinde..”

(Vakıa, 42)
“Onlara dünyada yaptıklarına karşılık kaynar su ve irin içirilir.”

( Nebe, 24/25)
“Onlara kaynar pınardan içirilir.”

(Ğaşiye, 5)




Cehennemde Kafirlerin Durumu:
Allah’ın düşmanları, ateşe sürülmek üzere toplandıkları gün, hepsi bir araya getirilirler. Nihayet oraya geldikleri zaman, kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri şeyler hakkında onların aleyhine şahitlik edecektir. Derilerine “Niçin aleyhimize şahitlik ediyorsunuz?” diyecekler. Onlar da şu karşılığı verecekler: “Her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu.”

(Fussilet, 19/21)


“Ona her yandan ölüm gelecek, fakat ölmeyecek ki kurtulsun. Bunun ötesinde şiddetli bir azap vardır.”

(İbrahim, 16/17)
“Biz o zalimler için öyle bir cehennem hazırladık ki, duvarları onu kuşatıvermiştir. Susuzluktan imdat dilese, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile cevap verilir. Ne fena içecek ve ne kötü bir kalma yeri.” (Kehf, 29)
“Rablerini inkar edenler için cehennem azabı vardır. O, ne kötü dönüş yeridir. Oraya atıldıklarında, onun kaynarken çıkardığı uğultuyu işitirler. Neredeyse cehennem öfkesinden çatlayacak.”

(Mülk, 6/8)
“O gün cehenneme ‘doldun mu’ denir. O da, ‘daha yok mu’ der. (Kaf, 30)

Cehennemde Ölüm Yoktur:
“ Orada ne ölür ne de yaşarlar.” (Taha, 74)
“O ateşe yaslanan orada ne ölür ne de yaşar!” (A’lâ, 11/12)



BÖLÜM 2

Ateş Azabı

Cehennemdeki bu hayatın içinde, en büyük ve temel azap kuşkusuz ateştir. Ateşin cehennemin karakteristik özelliği olması ateşin diğer işkencelere kıyasla insanın benliğini kökünden sarsan yok eden bir unsur olmasından kaynaklanır. İnsan vücudunun en derin noktalarına, Kuran'ın tabiriyle "hücrelerine" kadar işleyen bir azaptır ateş.

İşte cehennem ehli, cehennemde "cayır cayır yanmakta olan" (Mearic Suresi, 15), öfkeli, "alevleri kabardıkça kabaran" (Leyl Suresi, 14), "çılgınca yanan" (Furkan Suresi, 11) bu ateşin içine atılırlar ve çığlık çığlığa yanarlar. Bir ayette şöyle denir:

Kimin tartıları hafif kalırsa. Artık onun da anası (son durağı) "haviye"dir (uçurum). Onun ne olduğunu (mahiyetini) sana bildiren nedir? O, kızgın bir ateştir. (Kaaria Suresi, 8-11)

Ayetlerden anlaşıldığına göre, ateş cehennemin her yerini kaplamıştır. Bu çukurda ateşten korunulan, ateşin erişmediği bir yer yoktur. Kafir diğer fiziksel ve ruhsal işkencelere tabi olurken de hayatının her anında ateşle muhataptır. Ateş, son derece büyüktür. Kuran, onun büyüklüğünü ve şiddetini ifade ederken, ateşin kıvılcımları için "saray" ve "deve sürüleri" benzetmelerini kullanır:

O gün, yalanlayanların vay haline. Kendisini yalanladığınız (azab)a gidin. Üç dala ayrılmış bir gölgeye gidin. Ne gölge altında barındırır, ne (yakıcı) alevden korur. Gerçekten o, sanki her biri saray olan bir kıvılcım saçar. Her biri, sanki sapsarı erkek deve sürüleri gibidir. (Mürselat Suresi, 28-33)

Kafirler ateşten kaçmak, ondan kurtulmak için tüm güçlerini harcarlar. Ama kaçmalarına izin verilmez. O öyle bir ateştir ki, "yüz çevirip arkasını döneni çağırır-durur". (Mearic Suresi, 17) Bir başka ayette ise şöyle denir:

Fasık olanlar içinse, artık onların da barınma yeri ateştir. Oradan her çıkmak istediklerinde, geri çevrilirler ve onlara: "Kendisini yalanladığınız ateş azabını tadın" denir. (Secde Suresi, 20)

Böyle bir ateşle yananların tahayyül edilemeyecek çığlık ve inlemeleri ortalığı kaplar. Yalnızca bu korkunç çığlık ve inlemeler bile cehennem ehli için özel bir azap kaynağıdır. Orada "kemikleri çatırdatan inlemeler vardır". (Enbiya Suresi, 100) Bir başka ayete belirtilene göre ise, "mutsuz olanlar ateştedirler, onlar için orada (kahırla ve acıyla) nefes alıp vermeler vardır". (Hud Suresi, 106)

Ateş, dayanılmaz bir acıdır. İnsan bir kibrit çöpünün alevine bile parmağını bir saniye tutamaz. Korkunç bir acı duyar. Ancak bu dünyada bu ve benzeri şekillerde hissettiğimiz ateş azabı, cehennemdekinin yanında çok çok zayıftır. Çünkü insan, dünyada uzun süre yanamaz. Eğer yanan bir ateşin içine düşmüşse, 5-10 saniye içinde can verir, ateşin büyük acısını çok kısa bir anda yaşar.

Ancak cehennemdeki durum, çok korkunçtur, çünkü oradaki ateş insanı öldürmez, yalnızca acı çektirir. Cehennem ehli, sonsuza kadar sürecek olan bir ateşin içinde sonsuza kadar yanacaktır. Bu işlemin sonsuza kadar süreceğini bilmenin verdiği dayanılmaz bir çaresizlik, umutsuzluk ve yıkım içindedir.

Azabın bir başka yönü de, özel olarak yüzlerinin yakılmasıdır. İnsanı kibirlendiren, bu kibirle kendisini müstağni görmesini sağlayan vücudunun en önemli yeri yüzüdür. Çünkü yüz kişiye ayrı bir fert olma özelliği kazandırır. "Ben" diye tanımlanan varlığın en belirgin göstergesidir. Güzellik ve çirkinlik kavramlarının en yoğun olarak toplandığı bölgedir. İnsanlar, gazetelerde ya da televizyonda yüzü ileri derece yanmış birisinin görüntüsüne rastladıklarında, şiddetli bir acımayla karışık ürperti hissederler. Ardından benzer bir felakete karşı Allah'tan koruma isterler. Hiç kimse böyle bir felaketi kendisine kondurmak istemez ve zaten kısa sürede bu görüntü unutulur. Ancak inkarcıların gaflette olduğu bir şey vardır ki, o da benzer bir sona hem de akıllarının alamayacağı kadar şiddetlisine adım adım yaklaşmakta olduklarıdır. Cehennemdeki ateş insan vücudunun her noktasına büyük acılar verir. Ama insanın yüzünün yanması en acısıdır. Gözler, kulaklar, burun, dil ve derinin, yani beş duyu kaynağının aynı anda bulunduğu tek ve en önemli bölgedir yüz. İnsan yüze gelecek darbelere karşı çok hassastır, en ufak bir harekete şiddetli bir refleksle cevap verir. Cehennemde ise yüz, ateşte kızartılır, kaynar sularla haşlanır. Acının en yoğun olarak hissedildiği yere en ağır işkenceler yapılır. Ayetlerde, bu azap şöyle tasvir edilir:

Yüzlerinin ateşte evrilip çevrileceği gün, derler ki: "Eyvahlar bize, keşke Allah'a itaat etseydik ve Resule itaat etseydik." (Ahzap Suresi, 66)

Giyimleri katrandandır, yüzlerini ateş bürümektedir. (İbrahim Suresi, 50)

Ateş, onların yüzlerini yalayarak yakar da onun içinde onlar (etleri sıyrılmış olarak sırıtan) dişleriyle kalıverirler. (Müminun Suresi, 104)

CEHENNEMİN ODUNLARI, KAYNAR SU VE DAĞLANAN VÜCUTLAR

Kafirlerin cehennem ateşi içinde yanmaları anlatılırken, Kuran'da dikkat çekici bir ifade kullanılır. Buna göre, kafirler yana yana "cehennemin odunu" haline gelmişlerdir. Cehennemde ateşin kavurduğu herhangi bir nesne gibi yanmazlar. Kafirlerin kendileri ateşin özünü, yakıtını oluştururlar. Bu durum bir ayette şöyle bildirilir:

"Zulmedenler, ise onlar da cehennem için odun olmuşlardır". (Cin Suresi, 15)

Odunun kendisi, ateşinin yakacağı herhangi bir cisimden çok daha uzun, çok daha şiddetle, için için yanar. İşte kafirler de, aynı şekilde yalanladıkları bu ateşin odunu olurlar. Ayetler de, bu gerçek şöyle haber verilmiştir:

Ey iman edenler, kendinizi ve yakınlarınızı ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır... (Tahrim Suresi, 6)

Şüphesiz inkar edenler, onların malları da, çocukları da kendilerine Allah'tan (gelecek azaba karşı) hiçbir şey kazandırmaz. Ve onlar ateşin yakıtıdırlar. (Al-i İmran Suresi, 10)

Gerçekten siz de, Allah'ın dışında taptıklarınız da cehennemin odunusunuz, siz ona varacaksınız. (Enbiya Suresi, 98)

Odun yerine geçen insanların yanında, bir de ateşi yakmak için kullanılan gerçek odunlar vardır. Ancak burada da farklı bir azap yaşanır. Dünyada iken dost, örneğin karı-koca olan inkarcılar, birbirlerinin ateşine odun taşırlar. Kuran'da, Ebu Leheb ve karısından şöyle söz edilir:

Ebu Leheb'in iki eli kurusun; kurudu ya.

Malı ve kazandıkları kendisine bir yarar sağlamadı.

Alevi olan bir ateşe girecektir. Eşi de; odun hamalı (ve)

Boynuna bükülmüş bir ip (bağlanmış) olarak. (Mesed Suresi, 1-5)

Bu, dünyadaki tüm bağların kopması demektir. Dünyada iken birbirlerini çok sevdiklerini söyleyen ve birlikte Allah'a karşı isyan eden kafirler, cehennemde birbirlerinin ateşini beslerler. Orada tam bir ihanet söz konusudur. Allah'tan başka edinmiş oldukları tüm dostlar, en yakınları, eşleri dahi birer düşman haline gelmişlerdir.

Canlı ve cansız odunlarla bu şekilde yanan ateş, bir de kafirleri "haşlayan" suları kaynatır.

İnsanın en büyük organı vücudunu çepe çevre saran, hissetmesini, zevk almasını sağlayan derisidir. Kalınlığı birkaç milimetreyi geçmez. İnsanın en çok değer verdiği yüzü, elleri, kolları, bacakları ve diğer bütün organları deri tarafından sarmalanmıştır. Ancak deri hassaslığı yüzünden en büyük acı kaynağı olabilir. Derinin en zayıf olduğu nokta ise ateşe ve kaynar sıvılara karşı olan zafiyetidir. Ateş deriyi kavurur yakar, kaynar su ise haşlar. Kaynar su insanın derisini tek bir nokta boşta bırakmaksızın çepeçevre sarar. İncecik deriyi kabartır, deri iltihapla şişer, su toplar ve patlar, böylece dayanılmaz bir azaba neden olur. Dünyadaki fiziksel güzelliği, gücü kuvveti, makamı, şöhreti, hiçbir şeyi insanı kaynar bir suya karşı dayanıklı kılmaz. Kuran'daki ifadeyle, "küfre saptıklarından dolayı onlar için çılgınca kaynar sular ve acıklı bir azab vardır". (Enam Suresi, 70) Bir başka ayette de şöyle denir:

Ve eğer o, yalanlayan sapıklardan ise artık (onun için) alabildiğine kaynar sudan bir şölen vardır. Ve çılgınca yanan ateşe bir atılma da. Şüphesiz bu, kesin bilgi ifade eden bir gerçektir. (Vakıa Suresi, 92-95)

Bir başka yerde ise, kafirlere yapılacak kaynar su azabı şöyle anlatılır:

Onu tutun da cehennemin orta yerine sürükleyin.

Sonra kaynar suyun azabından başının üstüne dökün;

(Azabı) tad; çünkü sen, (kendince) üstün, onurluydun.

Gerçekten bu, sizin kuşkuya kapıldığınız şeydir. (Duhan Suresi, 47-50)

Bunların yanında, ateş azabının bazı farklı çeşitleri vardır. Birisi de, ateşte kızdırılan metallerle cehennem ehlinin vücutlarının dağlanmasıdır. Ancak kendilerini dağlamak için kullanılacak olan bu metaller, dünyada iken Allah'a ortak koştukları mal ve mülkleridir:

... Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azabı müjdele. Bunların üzerlerinin cehennem ateşinde kızdırılacağı gün, onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak (ve:) "İşte bu, kendiniz için yığıp-sakladıklarınızdır; yığıp-sakladıklarınızı tadın" (denilecek). (Tevbe Suresi, 34-35)

DAHA BAŞKA AZAPLAR

Cehennem, çoğu insanın sandığı gibi yalnızca bir tür "dev fırın" değildir. Cehenneme giden insanlar ateşte yanacaklardır. Bu doğrudur. Ama cehennemde var olan tek şey ateş değildir. Orada insanı hem fiziksel hem de psikolojik yönden azaplandıracak çok çeşitli yöntemler vardır.

Dünyada, işkence için çok farklı yöntemler, araçlar geliştirildiğini biliyoruz. Çoğu kurban bu işkenceler sırasında ya sakat kalır ya da acıdan ölür. Sağ kalanlar ise genelde akıl sağlıklarını kısmen, hatta bazen tümüyle yitirirler. Oysa bu dünyadaki işkence yöntemleri, cehennemdekilere oranla karşılaştırılamayacak kadar hafiftir. Cehennemde çok farklı, çok gelişmiş işkence yöntemleri kullanılacaktır. Dünyada elektrik verilerek işkenceye uğratılan bir insanı da, verilen elektriği de, insanın elektriğe olan acı duyarlılığını da Allah yaratmıştır. Daha insana acı verecek birçok bilinmeyen kaynak ve insanın bilinmeyen birçok zaafı vardır. Allah yarattığı kullarının zaaflarını en iyi bilendir. Bu zaaflar doğrultusunda en çok acıyı da yine Allah verecektir. Bu, "Muazzip" (azap edici) ve "Kahhar" (kahredici) olan Allah'ın kanunudur.

Kuran'da haber verildiğine göre cehennemde azap her yönden gelmektedir. Azaptan kendilerini korumaya fırsatları yoktur, azap her yandan onları kuşatmaktadır. Üstlerinden, altlarından gelen azabı savmaya güç yetiremezler. Ayetler şöyledir:

Azab konusunda senden acele (davranmanı) istiyorlar. Oysa cehennem, o inkar edenleri gerçekten kuşatıp-durmaktadır. Azabın onları üstlerinden ve ayaklarının altından kaplayacağı gün (Allah): "Yaptıklarınızı tadın" der. (Ankebut Suresi, 54-55)

Ayrıca, cehennemdeki, şu anda bilemediğimiz daha başka farklı azap kaynakları da Kuran'da şu şekilde haber verilir:

Cehennem; onlar oraya girerler; ne kötü bir yataktır o. İşte bu; tatsınlar onu: Kaynar su ve irin. Ve onun şeklinden başka, çift çift (olan daha beter azablar) vardır. (Sad Suresi, 56-58)

Bu ayetten ve diğer bazı ayetlerden, cehennemdeki azabın çok farklı türleri olabileceğini anlıyoruz. Bunların ateş, aşağılama gibi en belirgin olanları ayetlerde anlatılmıştır, ama ayetlerden anlaşıldığı gibi, cehennemde çok daha başka azap ve işkence türleri de vardır. Örneğin ateş ve kaynar suyun yanı sıra vahşi hayvanların saldırısı, akrepler, böcekler ve yılanlarla dolu bir çukura atılmak, farelerin saldırısına uğramak, canlı iken kurtlanmış yaralara sahip olmak ve bunların çok daha üstünde hayal gücünün bile alamayacağı bütün azap kaynakları, hem de hepsi aynı anda olabilir.

SICAK, KARANLIK, DUMAN VE DARLIK

Dünyada insana en çok sıkıntı veren ortamlar dar, pis, karanlık ve sıcak ortamlardır. Çok sıcak, nemli ortamlar insanı boğar, yüksek nem en temel ihtiyaç olan nefes almayı zorlaştırır. Nefes alamamak insanı şiddetli biçimde bunaltır, göğsü daralır, kalbi sıkışır. Çok sıcak ve nemli havalarda gölge bile rahatlatıcı olmaz. Görünmeyen ama yoğun bir tabaka insanı çepeçevre kuşatır, nefes borusundan girip göğsünü tıkar. Lüks saunalardaki yüksek ısı ve neme insan çok kısa bir süre dayanabilir. On dakika yoğun buhar altında kalmaya dayanamayan birisi saunaya kapatılsa kısa bir süre içinde fenalık geçirir. Biraz daha uzun kalırsa, nem ve sıcaktan kıvranarak ölür.

Cehennemde de bu boğucu atmosfer çok yoğun bir biçimde hakimdir. Dünyada sıcağa karşı birçok önlem geliştirmiş olan insan cehennemde çaresizdir. Ortam en sıcak çölden daha sıcak, en karanlık, izbe hücrelerden daha sıkıntı verici ve pistir. Sıcak insanın en küçük parçası olan hücrelerine dek işler. Kafirler için kavurucu sıcağa karşı bir koruyucu, ferahlama veya serinleme imkanı yoktur. Kuran'da, cehennem ehlinin bu durumundan şöyle söz edilir:

"Ashab-ı Şimal", ne (mutsuzdur o) "Ashab-ı Şimal." Hücrelere işleyen kavurucu bir sıcaklık ve kaynar su. Ve kapkara dumandan bir gölge içindedirler. Ki o, ne serindir, ne ferahlatıcı (kerim). (Vakıa Suresi, 41-44)

O gün, yalanlayanların vay haline. Kendisini yalanladığınız (azab)a gidin. Üç dala ayrılmış bir gölgeye gidin. Ne gölge altında barındırır, ne (yakıcı) alevden korur. (Mürselat Suresi, 28-31)

Bu denli boğucu bir atmosfer içinde, bir de dar bir yere sokulma azabı vardır. Bir ayette, kafirlere uygulanacak bu ceza şöyle anlatılır:

Elleri boyunlarına bağlı olarak, sıkışık bir yerine atıldıkları zaman, orada yok oluşu isteyip-çağırırlar. Bugün bir yok oluşu çağırmayın, birçok (kere) yok oluşu isteyip-çağırın. (Furkan Suresi, 13-14)

Bu dünyada dar bir yerde kapalı kalmak, gerçekten de insanı çıldırtacak kadar bunaltıcı bir azaptır. Dar bir hücrede hapis, suçlulara verilen ağır cezaların başında gelir. Trafik kazalarında parçalanmış biraracın içinde saatlerce sıkışıp canlı kalan, kazazadelerin durumu, bir deprem veya göçükte toprak altında kalan insanların çaresizliği olabilecek en büyük felaketlerden biri olarak nitelendirilir. Oysa bu gibi örnekler cehennemdeki ortama göre oldukça hafiftir. En önemlisi göçük altında veya benzer bir yerde sıkışan insan ya bir süre sonra şuurunu kaybedip ölür ya da bir süre sonra canlı olarak kurtarılır. Sonuç olarak acı çekilecek sürenin bir sonu, bitiş zamanı vardır.

Oysa cehennemde ne bir son vardır ne de umut. Pis, yakıcı, havasız, karanlık, dumanlı bir atmosferde bir de elleri boynuna bağlanan ve daracık, sıkışık bir yere sokulan inkarcı, suda boğulan bir insan gibi, tarifsiz bir eziyet çeker. Debelenir, çırpınır, kurtulmaya çalışır, ama kımıldayamaz. Sonunda, ayette belirtildiği gibi, yok oluşu çağırır, ölüp yok olmayı ister. Ancak bu mümkün değildir. Sokulduğu o daracık yerde, dünya ölçüsüyle aylar, yıllar, belki yüzyıllar boyu kalacak, giderek artan bir sıkıntı içinde binlerce kez yok oluşu çağıracaktır. Oradan çıkarıldığında ise, kurtuluşa değil, cehennemin bir başka azabına götürülür.

YİYECEKLER, İÇECEKLER VE GİYECEKLER

Dünya, Allah'ın insan için yarattığı sayısız lezzetli ve besleyici yiyecek maddeleriyle donatılmıştır. Farklı lezzetlerdeki etler, türlü renk, tat ve kokuda meyve ve sebzeler, baldan süte kadar uzanan hayvan ürünleri, hatta baharatlar, insan için özel olarak yaratılmış ve dünya var olduğu günden itibaren insanlara cömertçe sunulmuştur. Bu arada, insan vücudu da bu lezzetleri algılayabilecek yapıda özel olarak yaratılmıştır. İnsan güzel yiyeceklere karşı Allah'ın verdiği bir ilhamla iştah ve arzu duyar. Aynı şekilde de pis ve iğrenç maddelere (çürümüş, kokuşmuş maddeler, irin, iltahap, kan vs.) karşı da bir tiksinti besler. Bu da insana ilham edilmiş bir başka özelliktir.

Bu dünyada var olan nimetlerin çok daha üstünleri Allah'ın Rahman sıfatı gereği cennette müminler için sonsuza dek hazır bulundurulacaktır. Cehennem ehli ise dünyada yapıp ettiklerinin cezası olarak Allah'ın lütfedici ve rızıklandırıcı (Rezzak) sıfatlarından çok uzakta kalırlar. (Şura Suresi, 19) Artık onlar için yalnızca azap vardır. Bir ayette, şöyle denir:

İnkar edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) "Siz dünya hayatınızda bütün 'güzellikleriniz ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbarınız) ve fasıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azab ile cezalandırılacaksınız." (Ahkaf Suresi, 20)

Artık onlar için hiçbir nimet yoktur. En temel, en doğal ihtiyaçlarının karşılanması bile onlar için bir azaba dönmüştür. Yiyecekleri birer acı kaynağı olarak Allah özel olarak yaratmıştır. Artık sonsuza kadar yiyebilecekleri tek şey darı dikeni veya zakkum ağacıdır. Bunlar da, ne doyurur, ne de besler. Yalnızca acı verirler; ağzı ve boğazı yırtar, karınlarını parçalar, kanatır, iğrenç bir tad ve koku verirler. Ayetlerde cennetteki muhteşem güzelliklerden ve lezzetlerden söz edildikten sonra cehennem ehlinin yiyecekleri şöyle tarif edilir:

Nasıl, böyle bir konaklanma mı daha hayırlı yoksa zakkum ağacı mı? Doğrusu biz, onu kafirler için bir fitne (bir imtihan konusu) kıldık. Şüphesiz o, 'çılgınca yanan ateşin' dibinde bitip çıkar. Onun tomurcukları, şeytanların başları gibidir. Artık gerçekten, ondan yiyecekler böylelikle karınlarını ondan dolduracaklar. (Saffat Suresi, 62-66)

Onlar için (zehirli olan) darı dikeninden başka bir yiyecek yoktur. Ne doyurup-semirtir, ne açlıktan korur. (Gaşiye Suresi, 6-7)

Cehennem ehli, Allah'ı tanımamış olmalarının cezasını bu şekilde çekmektedir. Ceza olarak kendilerine hazırlanmış bir "şölen" vardır. Vakıa Suresi'nde, inkar edenlerin suçu ve kendilerine hazırlanan bu özel "şölen" şöyle anlatılır:

Çünkü onlar, bundan önce varlık içinde şımartılmış olanlardı.

Onlar, büyük günah üzerinde ısrarlı davrananlardı.

Ve derlerdi ki: "Biz öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuzda mı, gerçekten biz mi diriltilecekmişiz?"

"Önceden gelip-geçmiş atalarımız da mı?"

De ki: "Şüphesiz, öncekiler de ve sonrakiler de."

"Bilinen bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır."

Sonra gerçekten siz, ey sapık olan yalanlayıcılar,

Şüphesiz zakkum olan bir ağaçtan yiyeceksiniz. Böylece karınları(nızı) ondan dolduracaksınız. Onun üzerine de alabildiğine kaynar sudan içeceksiniz. Üstelik 'içtikçe susayan hasta develerin' içişi gibi içeceksiniz. (Vakıa Suresi, 45-55)

Dünyadaki boğaz ağrıları, şiddetli karın sancıları insana en çok sıkıntı ve acı veren hastalıklardan iken, cehennemde bütün bunlardan çok daha şiddetlileri sonsuza kadar kafirin yaşamının bir parçasını oluşturur. Yemek zorunda oldukları bu yiyecekler boğazlarında tıkanıp kalır. Yutabildikleri ise karınlarında erimiş maden potası gibi gibi kaynar durur. Tokluklarını gidermez. Cehennem ehli sonsuza kadar korkunç ve sürekli bir açlık içindedir.

İşin ilginç tarafı, bu olay bir sefer olmaz, sonsuza kadar tekrarlanıp gider. Çünkü cehennem ehli öyle açtır ki, daha önce sayısız kereler denediği halde azabını arttırmaktan başka bir işe yaramayan bu dikenleri her seferinde yemek zorunda kalırlar. Ardından da kaynar suya hücum ederler. Ama bu su ne hazmettirir, ne de susuzluğunu giderir. Yukarıdaki ayette de söylendiği gibi, hasta develer gibi içtikçe susuzlukları artar. Bu cezayı iyice çekmeleri için kafirler, cehenneme susamış olarak sokulurlar. (Meryem Suresi, 86)

Kaynar suyun yanı sıra onlara içirilen bir başka iğrenç içecek ise, irindir. Tıpta en kötü kokan salgı olarak bilinen irin, kafirlerin ikinci seçenekleridir. İrinin yanı sıra irinin ait olduğu yaradan çıkan kan bu iltihapla beraber karıştırılıp küfredenlere sunulur. Bir başka ayette ise hem irin hem de üstüne katılmış kaynar sudan bahsedilir. Bu şekilde kafir, hem kaynar suyun azabını hem de irinin iğrenç tadını birlikte aynı anda tadar.

Sunulan içecekler bu kadar iğrenç ve dayanılmaz olmasına rağmen, kafirlerin susuzluklarını gidermek için bunlara koşmaları susuzluklarının derecesini gösterir. Birinin azabını tadıp diğerine koşarlar. Bu da yemeleri gibi sonsuza dek tekrarlanır. Cehennem ehli sonsuza kadar korkunç ve süregiden bir susuzluk içinde kıvranırlar:

Orada ne serinlik tadacaklar, ne bir içecek.

Kaynar sudan ve irinden başka.

(İşlediklerine) Uygun olan bir ceza olarak, (Nebe Suresi, 24-26)

Bundan dolayı bugün, kendisine hiçbir sıcak dost yoktur.

İrin ve kan karışımından başka bir yemek yoktur.

Bunu da hata edenlerden başkası yemez. (Hakka Suresi, 35-37)

Ağızlarına aldıkları bu iğrenç karışımı bir türlü yutamazlar, boğazlarında kalır. Yutmaya, yutkunmaya çalışır, ama başaramazlar. Kan ve irinle boğulurlar, ancak yine de bir türlü ölemezler:

Önünde cehennem vardır ve (orada) irinli sudan içirilecektir. Yutkunmaya çabalayacak ve boğazından geçirmeyi başaramıyacak, ona her yandan ölüm gelecek, oysa ölmeyecek de. Ardından daha katı bir azab olacak (İbrahim Suresi, 16-17)

Bu çaresizlik içinde, kendileri için özel olarak yaratılan bir diyalog imkanıyla, cennet ehli ile muhatap olurlar. Onların içinde bulundukları muhteşem nimetleri görürler. Bu, çektikleri azabı kat kat artırır. Bu arada, cennet ehlinden biraz kendilerine de nimet verilmesini isterler, ama bu boşuna bir yalvarıştır:

Ateşin halkı cennet halkına seslenir: "Bize biraz sudan ya da Allah'ın size verdiği rızıktan aktarın." Derler ki: "Doğrusu Allah, bunları inkar edenlere haram (yasak) kılmıştır." (Araf Suresi, 50)

Yiyecek, içeceğin yanı sıra giyecekler de küfredenler için özel olarak hazırlanmıştır. İnsan derisi hassastır. Kızgın bir soba veya ütüye bir saniye bile dokunamaz. Kazayla dokunduğu zaman ise günlerce acı çeker, yarası su toplar, derisi kabarıp dökülür. Cehennemde ise, bir ütüden çok daha kızgın elbiseler insanın vücudunun her tarafını sarıp yapışacak, insanın savmaya güç yetiremediği bir ateş olup derileri kavuracaktır:

... İşte o inkar edenler, onlar için ateşten elbiseler biçilmiştir... (Hac Suresi, 19)

Asfaltı yola yapıştıran katran cehennemde kafirin elbisesi olur, onun üstüne yapışıp için için yanarak onun vücudunu eritir:

Giyimleri katrandandır, yüzlerini ateş bürümektedir. (İbrahim Suresi, 50)

Onlar için cehennemden yataklar ve üstlerine örtüler vardır. Biz zulme sapanları işte böyle cezalandırırız (Araf Suresi, 41)

ZEBANİLER

Bütün bu hallerine karşın, artık sonsuza kadar cehennem ehline acıyacak, onları ateşten kurtaracak, onlara yardım edebilecek tek bir kişi yoktur. Allah ile ebediyen muhatap olamazlar. Unutulmuşluğun ve terkedilmişliğin ızdırabını yaşarlar. Ayetin ifadesiyle, "bugün, kendisine hiçbir sıcak dost yoktur". (Hakka Suresi, 35) Tek muhatap oldukları önlerindeki sonsuz yaşamlarında kendilerine sayısız azap ve işkenceler uygulayacak olan azap melekleridir: "Zebaniler". Cehennem ehline azap vermekle görevli olan bu melekler zerre kadar merhamet hissine sahip değildirler. Son derece acımasız, sert, güçlü ve dehşet verici meleklerdir bunlar. Alemlerin Rabbi olan Allah'a isyan edenlerden, hak ettikleri şekilde intikam almak için yaratılmışlardır ve görevlerini kusursuz olarak yerine getirirler:

Ey iman edenler, kendinizi ve yakınlarınızı ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır; üzerinde oldukça sert, güçlü melekler vardır. Allah kendilerine neyi emretmişse ona isyan etmezler ve emredildiklerini yerine getirirler. (Tahrim Suresi, 6)

Hayır; eğer o, (bu tutumuna) bir son vermeyecek olursa, andolsun, onu perçeminden tutup sürükleyeceğiz; O yalancı, günahkar olan alnından. O zaman da meclisini (yakın çevresini ve yandaşlarını) çağırsın. Biz de zebanileri çağıracağız. (Alak Suresi, 15-18)

İşte bu zebaniler, Allah'ın kafirler üzerindeki gazabının, öfkesinin ve kahrediciliğinin bir tecellisidirler. Kafirleri her yönden en korkunç, en acı, en aşağılayıcı, hor ve hakir kılıcı muamelelere tabi tutarlar.

Bu arada yanlış anlaşılmaması gereken önemli bir nokta vardır. Zebaniler gerçekte en ufak bir zulüm ya da haksızlık yapmazlar. İnkarcılara hak ettikleri cezayı ne bir eksik ne de bir fazla, en güzel bir biçimde verirler. Allah'ın adaletinin en güzel tecellisi olan bu melekler tamamen masum, Allah'ın kendilerine tahsis ettiği görevi büyük bir zevk ve teslimiyetle yerine getiren mübarek varlıklardır.

"Hutame"nin ne olduğunu sana bildiren nedir?
Allah'ın tutuşturulmuş ateşidir.
Ki o, yüreklerin üstüne tırmanıp çıkar.
(Hümeze suresi, 5-7)


Şimdiye dek cehennem ehlinin çektiği çeşitli fiziksel acılardan söz ettik. Ancak tüm bunların yanında, en az bunlar kadar önemli bir başka azap ise, manevi azaptır. Bu manevi azap pişmanlık, ümitsizlik, horlanma, aşağılanma, utanç, hayal kırıklığı gibi pek çok ruhi azapları içinde barındırır.

"Kalplere Tırmanan Ateş"

Hemen herkesin dünyada çeşitli vesilelerle tattığı bir manevi azap vardır. Örneğin çok sevdiği bir yakınını, dostunu, sevgilisini, karısını, kocasını ya da evladını kaybeden ve ona bir daha ebediyen kavuşamayacağını düşünen veya çok yakın bildiği, güvendiği birisinin ihanetine uğrayan bir insanın kalbi tarif edemeyeceği acılarla dolar. İşte bu manevi azap, gerçekte, o insanın kaybettiği veya ihanetine uğradığı kişiyi ilahlaştırmasının karşılığı olarak Allah'ın kalpte yarattığı özel bir azap türüdür. İnsanın, Allah'a yöneltmiş olması gereken sevgi, hayranlık, yakınlık, takdir, dostluk, bağlılık ve güven duygularını, o, herşeyiyle Allah'a ait, O'na muhtaç, aciz ve ölümlü kimseye yöneltmiş olmasının ve bu şekilde, Allah'a, O'nun yarattığı bir kimseyi ortak koşmasının, diğer bir deyimle şirk koşmasının karşılığı olan bir azaptır bu. Müşrikliğinin cezasını Allah daha bu dünyadayken ona bu şekilde tattırır ki, ahirete gitmeden aklı başına gelsin ve tevbe ederek yalnızca Allah'a yönelip dönsün. Burada ilahlaştırılanın mutlaka bir insan olması da şart değildir. Kişilerin zaafları farklı farklıdır. Mal, mülk, para, servet, itibar, kısaca Allah'a ortak koşulan, şirk koşulan herhangi bir nesne ya da kavram da aynı şekilde ilahlaştırılabilir.

Dünyada bunları kaybetmenin verdiği azap ise yalnızca, cehennemdeki benzerinin çok küçük dozdaki bir yansımasıdır. Bir ibret ve uyarı mahiyetindedir. Ahirete şirk dolu bir kalple gideni ise cehennemde bu acının aslı ve süreklisi beklemektedir. Yalnızca dünyadaki bu manevi azap bile şirk koşmanın derecesine göre, kimi zaman öyle şiddetli olur ki, bu acıyı çeken, kurtulmak için her türlü fiziksel işkenceyi bile bu manevi acıya tercih eder. Hatta ölüp kurtulabilmek için intihar bile edenler olur. Bu tarifsiz acıyı ifade edebilmek için ise müşrik, "yüreğinin yandığını", "ciğerinin yandığını", "içinin yandığını" söyler.

Nitekim Kuran'da cehennem azabının bu manevi yönü dikkat çekici bir şekilde vurgulanarak, "kalpleri yakan bir ateş"ten söz edilmektedir:

Arkadan çekiştirip duran, kaş göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay haline;

Ki o, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır.

Gerçekten malının kendisini ebedi kılacağını sanıyor.

Hayır; andolsun o, 'hutame'ye atılacaktır.

"Hutame"nin ne olduğunu sana bildiren nedir?

Allah'ın tutuşturulmuş ateşidir.

Ki o, yüreklerin üstüne tırmanıp çıkar.

O, onların üzerine kilitlenecektir;

(Kendileri de) Dikilip-yükseltilmiş sütunlarda (bağlanacaklardır). (Hümeze Suresi, 1-9)

Dünyadaki en şiddetli acı bile zamanla unutulur, belki izleri bir süre devam eder ama, hiçbir zaman ilk günkü şiddetini korumaz. Cehennemde ise bu acı dünyadakinden kat ve kat daha fazla olmak üzere, hem de ebediyen hiç eksilmeden kafirlerin yüreklerine tırmanıp yakar.

Bunun yanı sıra, cehennem ehlinin umutsuzluk, pişmanlık, aşağılanmışlık, öfke, kin ve çekişme duygularının karışımı sonucunda yaşadığı manevi azap da buna katılır ve inkar edenler en az fiziksel olduğu kadar ruhi yönden de işkence çekerler.

AŞAĞILANMANIN BİNBİR ÇEŞİDİ

Cehennemle ilgili pek çok ayet, burada kafirler için aşağılayıcı, alçaltıcı bir azap olduğunu haber verir. Bu, inkarcıların dünya hayatındaki kibir ve büyüklenmelerine karşılık takdir edilmiş bir cezadır.

Dünya hayatında inkarcının en büyük hedeflerinden biri, başka insanların kendisine imrenmeleri, kendisini takdir etmeleridir. İyi bir iş, çocuklar, güzel evler, arabalar ve benzeri dünyevi tutkular insanlara yapılan gösterişle değer kazanır. Nitekim Kuran'da dünya hayatının aldatıcı süslerinin arasında insanların kendi aralarında "övünme"leri sayılır:

İşte, insanların dünyadaki en büyük tutkusu olan bu "övünme" inkarcılar için ahirette şiddetli bir azaba dönüşür. Bu azab, önceden sözünü ettiğimiz fiziksel acıların yanında, aşağılanmayı, hor ve aşağılık kılınmayı da içermektedir. Çünkü kafir dünyadayken "Övülmeye layık olan" (Bakara Suresi, 267) Allah'ı unutmuş, buna karşın "kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edinmiş"tir. (Furkan Suresi, 43) Bu nedenle de hayatını Allah'ı övmekle değil, kendisine övgü toplamaya uğraşmakla geçirir. Kendisini yaratan Allah'ın değil, insanların hoşnutluğu üstüne bir hayat kurmuştur. İşte bu yüzden de, en büyük yıkımı insanlar karşısında küçük düşüp aşağılanınca yaşar.

İşte inkarcı için en büyük kabuslardan biri, başkalarına rezil olma, küçük düşme, aşağılanma halidir. Hatta inkarcılar arasında, diğer insanlara rezil olmamak, aksine, onlardan övgü toplamak için canını bile verebilecek çok sayıda insan vardır. Bu yüzden cehennemdeki birçok azap, bu kabusun üzerine kuruludur. Kafirler dünyadaki kibir ve büyüklenmelerine karşılık, cehennemde korkunç bir biçimde aşağılanırlar. Farklı ayetlerde, bu gerçeğe şöyle dikkat çekilir:

İnkar edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) "Siz dünya hayatınızda bütün 'güzellikleriniz ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbarınız) ve fasıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azab ile cezalandırılacaksınız." (Ahkaf Suresi, 20)

O küfre sapanlar, kendilerine tanıdığımız süreyi sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar, biz onlara, ancak günahları daha da artsın, diye süre vermekteyiz. Onlar için aşağılatıcı bir azab vardır. (Al-i İmran Suresi, 178)

Bu aşağılanmanın binbir çeşidi vardır. Cehennem ehline, dünyada hayvanlara yapılan muameleden çok daha alçaltıcı davranılır. Onları aşağılamak için demirden kamçılar, bukağılar ve tasmalar bulunur. İplerle direklere bağlanırlar, boyunlarına tasmalar (bukağılar) geçirilir, ayaklara zincirler vurulur.

Aslında aşağılanmak, cehennem içindeki tüm diğer azaplarla aynı anda gerçekleşir. Örneğin ateşe atılırken de bir yandan aşağılanırlar. Bu büyük horlanma, kafir diriltildikten ve cehenneme götürülmek için seçildikleri andan itibaren başlar ve sonsuza dek sürer.

Kafir, bu melekler tarafından milyarlarca insan içinden, alnından ve ayaklarından yakalanır. Kuran'ın ifadesiyle, "işte o gün, ne insana, ne cinne günahından sorulmaz... (o gün) Suçlu-günahkarlar, simalarından tanınır da alınlarından ve ayaklarından yakalanırlar." (Rahman Suresi, 39-41)

Allah'a isyan etmiş, O'nu unutmuş olan kimse, bu şekilde yakalandıktan sonra hayvanlardan beter bir muamele görecek, saçından tutulup yerde sürüklenecek ve cehenneme atılacaktır. Karşı koyamaz, bağırsa, çırpınsa da kimse ona yardım edemez. Bu, sadece çaresizliğin verdiği azabı artırır:

... andolsun, onu perçeminden tutup sürükleyeceğiz; O yalancı, günahkar olan alnından. O zaman da meclisini (yakın çevresini ve yandaşlarını) çağırsın. Biz de zebanileri çağıracağız. (Alak Suresi, 15-18)

Ayete göre, inkarcılar "cehennem ateşine 'küçültücü bir sürüklenme ile' sürüklenecekler" ve onlara, "işte sizin yalanladığınız ateş budur" denecektir. (Tur Suresi, 13-14) Bir diğer ayette haber verildiğine göre de, bu "sürükleniş", "yüzükoyun" olacaktır. (Furkan Suresi, 34)

Cehennem'e de aynı şekilde, yüzükoyun olarak atılırlar.

Kim bir kötülükle gelirse, artık onlar da ateşe yüzükoyun atılır (ve onlara:) "Yaptıklarınızdan başkasıyla mı cezalandırılıyorsunuz?" (denir). (Neml Suresi, 90)

Ateşin içinde yüzükoyun sürüklenecekleri gün cehennemin dokunuşunu tadın" (denecek). (Kamer Suresi, 48)

Oraya girmeleriyle birlikte, aşağılanma daha da şiddetlenir. Çektikleri tüm fiziksel azapların bir de bu yönü vardır. Örneğin ateşe atıldıklarında, yanmanın verdiği acının yanında, bir de aşağılanmanın, horlanmanın, küçültülmenin ızdırabını yaşarlar.

Bir başka surede, inkarcının ateş azabı sırasında nasıl aşağılandığı şöyle anlatılır:

"Onu tutun da cehennemin orta yerine sürükleyin. Sonra kaynar suyun azabından başının üstüne dökün; (Azabı) Tad; çünkü sen, (kendince) üstün, onurluydun. Gerçekten bu, sizin kuşkuya kapıldığınız şeydir." (Duhan Suresi, 47-50)

Kafiri aşağılamak için ayrıca özel olarak hazırlanmış kamçılar, tasmalar, bukağılar, zincirler vardır. Kuran'da şöyle denir:

(Allah buyruk verir:) "Onu tutuklayın, hemen bağlayın." "Sonra çılgın alevlerin içine atın." "Daha sonra onu, uzunluğu yetmiş arşın olan bir zincire vurup gönderin." "Çünkü, o, büyük olan Allah'a iman etmiyordu yoksula yemek vermeye destekçi olmazdı." (Hakka Suresi, 30-34)

Dünyada, vahşi olanlar dışında, hayvanlar bile zincire vurulmazlar. İnsanlardan ise artık insan muamelesi görmeyen ileri derecede tehlikeli akıl hastaları bağlanırlar. Buna karşın, cehenneme gönderilmiş inkarcılar, tüm yaratıkların en aşağılarıdırlar. İşte bu nedenle üstteki ayette haber verilen "uzunluğu yetmiş arşın olan zincir"e vurulurlar. Başka ayetlerde bu aşağılatıcı azaptan şöyle söz edilir:

Boyunlarında demir-halkalar ve (ayaklarında) zincirler olduğu halde sürüklenecekler. Kaynar suyun içinde; sonra ateşte tutuşturulacaklar. Sonra onlara denilecek: "Sizin şirk koştuklarınız nerede?" (Mümin Suresi, 71-73)

... İşte onlar Rablerine karşı inkara sapanlar, işte onlar boyunlarına (ateşten) halkalar geçirilenler ve işte onlar -içinde ebedi kalacakları- ateşin arkadaşları olanlardır. (Rad Suresi, 5)

Diğer bazı ayetlerde söz konusu aşağılayıcı azap şöyle anlatılır:

O gün suçlu-günahkarların (sıkı) bukağılara vurulduklarını görürsün. Giyimleri katrandandır, yüzlerini ateş bürümektedir. (Bu azab,) Allah'ın her nefsi kendi kazandığıyla cezalandırması içindir. Şüphesiz Allah, hesabı pek çabuk görendir. (İbrahim Suresi, 49-51)

İşte o inkar edenler, onlar için ateşten elbiseler biçilmiştir; başları üstünden de kaynar su dökülür. Bununla karınları içinde olanlar ve derileri eritilmiş olur. Onlar için demirden kamçılar vardır. (Hac Suresi, 19-21)

Cehennemdeki bu aşağılanmanın kafirlerin ruhunda yarattığı karanlık, rezillik, küçülmüşlük ve horlanmışlık dışlarına da vurur. Tıpkı dünyada insanlara rezil olan, onuru ayaklar altına alınan, bütün kişisel hakları tecavüze uğrayan insanların tarifsiz sıkıntılarının yüzlerine vurması gibi. cehennemde yaşanacak olan aşağılanma da, insanların çehresine etki edecek, yüreklerdeki zillet dışa vuracaktır. Kuran'da şöyle denir: "O gün, öyle yüzler vardır ki, zillet içinde aşağılanmıştır". (Gaşiye Suresi, 2)

Buraya kadar saydığımız tüm bu aşağılanma yöntemlerinin yanı sıra, cehennemde inkarcılar için çok daha çeşitli aşağılanmaların da olacağını unutmamak gerekir. Allah Kuran'da kafir için "aşağılanma", kavramını kullanmış ve buna belli başlı örnekler vermiştir. Ancak aşağılanma çok geniş bir kavramdır ve insanda dünyadayken bu duyguyu oluşturan herşey, her muamele, her olay bu kavrama dahildir. Cehennemde de belki de binlerce katıyla bulunmaktadır.

TELAFİSİ OLMAYAN PİŞMANLIK

Kafir, dirildiği andan itibaren yaptığı kahredici hatanın farkına varır. Bu onarılmaz hatanın verdiği pişmanlık dalgası tüm vücudunu kaplar. Büyük bir yıkım yaşar, pişmanlığın etkisiyle kendini yer bitirir.

Dünyada yaptıkları inkarcılara gösterildiğinde, gaflet içinde geçirdikleri hayatlarını telafi etmeye karşı onulmaz bir hasret duyarlar. Geri dönmeyi, kendilerine bir şans daha verilmesini isterler. Dünyada iken birlikte gaflete daldıkları dostlarını, sevgililerini bir daha görmek istemezler. Tüm dostluklar, tüm sevgiler, tüm bağlar kaybolmuştur. Dünyada iken kurmuş oldukları yaşam, yaptıkları işler, evleri, arabaları, eşleri, çocukları, şirketleri, örfleri, gelenekleri, savundukları "dünya görüşü", herşey, ama herşey artık değersizleşmiş, yok olmuştur. Herşey yok olurken, yerine de bir tek azap gelmiştir. Ayetlerde, o günkü yıkımın yarattığı ruh hali şöyle tarif edilir:

Ateşin üstünde durdurulduklarında onları bir görsen; derler ki: "Keşke (dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimizin ayetlerini yalanlamasaydık ve mü'minlerden olsaydık." Hayır, önceden saklı tuttukları kendilerine açıklandı. Şayet (dünyaya) geri çevrilseler bile, kendisinden sakındırıldıkları şeylere şüphesiz yine döneceklerdir. Çünkü onlar, gerçekten kafirlerdir. Onlar dediler ki: "Bu dünya hayatımızdan başkası yoktur. Ve bizler diriltilecek değiliz." Rablerinin karşısında durdurulduklarında onları bir görsen: (Allah:) "Bu, gerçek değil mi?" dedi. Onlar: "Evet, Rabbimiz hakkı için" dediler. (Allah:) "Öyleyse inkar edegeldikleriniz nedeniyle azabı tadın" dedi. (Enam Suresi, 27-30)

Bu arada kafir, içindeki bu büyük yıkıma rağmen, bir yandan da hala kibiri bırakmamakta ve ayetin ifadesiyle "azabı görünce pişmanlığını gizlemekte"dir. (Yunus Suresi, 54) Bu kibirin canlı kalması, onun için ayrı bir azap kaynağı olacak, cehennemde karşılaşacağı aşağılanma, söz konusu kibir nedeniyle ona tarifsiz acılar verecektir.

(Allah) diyecek: "Cinlerden ve insanlardan sizden önce geçmiş ümmetlerle birlikte ateşe girin." Her bir ümmet girişinde kardeşini (kendi benzerini) lanetler. Nitekim hepsi birbiri ardınca orada toplanınca, en sonra yer alanlar, en önde gelenler için: "Rabbimiz, işte bunlar bizi saptırdı; öyleyse ateşten kat kat arttırılmış bir azab ver diyecekler. (Allah da:) "Hepsi için kat kattır. Ancak siz bilmezsiniz" diyecek. (Araf Suresi, 38)


Dünyada iken çok önemli sayılan makam ve mevkilerin, ast-üst ilişkilerinin artık hiçbir anlamı kalmamıştır. Aksine, insanlar liderlerine, liderler de kendilerine bağlananlara lanetler yağdırırlar:

Öyle ki (o gün) kendilerine tabi olunanlar, kendilerine tabi olanlardan uzaklaşıp-kaçmışlardır... (Bakara Suresi, 166)

(O zaman, yönetilip) Uyanlar derler ki: "Eğer bize bir kere (daha dünyaya dönme) fırsatı verilse(ydi) muhakkak (şimdi) onların bizden uzaklaştıkları gibi, biz de onlardan uzaklaşır (onları yüzüstü bırakır)dık." Böylece Allah, onlara bütün yaptıklarını onulmaz hasretlerle gösterecektir. Ve onlar ateşten çıkacak değildirler. (Bakara Suresi, 167)

Yüzlerinin ateşte evrilip çevrileceği gün, derler ki: "Eyvahlar bize, keşke Allah'a itaat etseydik ve Resul'e itaat etseydik." Ve dediler ki: "Rabbimiz, gerçekten biz, efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik, böylece onlar bizi yoldan saptırmış oldular. Rabbimiz, onlara azabtan iki katını ver ve büyük bir lanet ile lanet et. (Ahzap Suresi, 66-68)

Orada birbirleriyle çekişip tartışarak derler ki: "Andolsun Allah'a, biz gerçekten apaçık bir sapıklık içindeymişiz. Çünkü sizi (yalancı olanları) alemlerin Rabbiyle eşit tutuyorduk. Bizi suçlu-günahkarlardan başka saptıran olmadı. Artık bizim için ne bir şefaatçi var, ne de candan-yakın bir dost. Bizim bir kere daha (dünyaya dönüşümüz mümkün) olsaydı da iman edenlerden olabilseydik." Gerçekten, bunda bir ayet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler. (Şuara Suresi, 96-103)

Böylece, sonsuz azapla karşılaşan cehennem ehli arasında büyük bir çekişme başlar. Herkes birbirini suçlar. Eski dostlar birbirlerine büyük bir kin beslerler. Aralarındaki nefretin tek nedeni dünya hayatındaki dostluklarıdır. Günah işlemede ve din dışı yaşamda birbirlerini teşvik etmiş, inkarda birbirlerinden destek almışlardır. Bütün dostluk kavramları cehennem azabıyla birlikte yıkılır, bütün bağlar parçalanıp koparılır. Bütün bu kalabalığın arasında herkes yapayalnızdır ve biri diğerini lanetler:

(Allah) diyecek: "Cinlerden ve insanlardan sizden önce geçmiş ümmetlerle birlikte ateşe girin." Her bir ümmet girişinde kardeşini (kendi benzerini) lanetler. Nitekim hepsi birbiri ardınca orada toplanınca, en sonra yer alanlar, en önde gelenler için: "Rabbimiz, işte bunlar bizi saptırdı; öyleyse ateşten kat kat arttırılmış bir azab ver diyecekler. (Allah da:) "Hepsi için kat kattır. Ancak siz bilmezsiniz" diyecek.
(Bu sefer) Önde gelenler, sonda yer alanlara diyecekler ki: "Sizin bize göre bir üstünlüğünüz yoktur, kazandıklarınıza karşılık olarak azabı tadın."
Şüphesiz ayetlerimizi yalanlayanlar ve onlara karşı büyüklenenler, onlar için göğün kapıları açılmaz ve halat (ya da deve) iğnenin deliğinden geçinceye kadar cennete girmezler. Biz suçlu-günahkarları işte böyle cezalandırırız.
Onlar için cehennemden yataklar ve üstlerine örtüler vardır. Biz zulme sapanları işte böyle cezalandırırız.
(Araf Suresi, 38-41)

İnkar edenler dediler ki: "Rabbimiz, cinlerden ve insanlardan bizi saptırmış olanları bize göster, ayaklarımızın altına alalım, en aşağılarda bulunanlardan olsunlar." (Fussilet Suresi, 29)

Ateşin içinde, iddialar öne sürüp karşılıklı tartışırlarken zayıf olanlar, büyüklenen (müstekbir)lere derler ki: "Gerçekten biz, size uymuş (teb'anız) olan kimselerdik. Şimdi siz, ateşten bir parçasını olsun, bizden uzaklaştırabilir misiniz? Büyüklenen (müstekbir) ler derler ki: "Biz hepimiz (ateşin) içindeyiz; gerçekten Allah, kullar arasında hüküm verdi (artık)." (Mümin Suresi, 47-48)

(Müşrik olan hakim güçlere:) "İşte bu(nlar) da sizinle birlikte (küfür ve zulümde) göğüs gerenlerdir. Onlara bir merhaba (bile) yok. Çünkü onlar ateşe gireceklerdir." (denilir). (Onlara uyanlar) Derler ki: "Hayır, sizler; asıl size bir merhaba yok. Bunu (azabı) siz bizim önümüze sürdünüz. Ne kötü bir durak." Derler ki: "Rabbimiz, kim bunu bizim önümüze sürdüyse, ateşteki azabını kat kat arttır." Ve derler ki: "Bize ne oluyor ki, kendilerini şerir (kötü)lerden saydığımız adamları göremi yoruz. Biz onları bir alay konusu edinmiştik; yoksa gözler mi onlardan kaydı?" Bu, cehennem halkının birbiriyle çekişmesi kesin bir gerçektir. (Sad Suresi, 59-64)

SONUÇSUZ YALVARMALAR VE ÜMİTSİZLİK

Cehennem ehli, büyük bir çaresizlik içindedir. Başlarına gelen azap, hem korkunç derecede acı verici hem de sonsuzdur. Tek çare olarak sızlanmayı, yalvarmayı seçerler. Gördükleri herkese yalvarırlar. Cennet ehlini görürler, onlardan bir parça olsun su ve yemek isterler. Allah'a yalvarmaya, merhamet dilemeye çalışırlar. Ama hepsi boşunadır.

Yalvarmalarının bir kısmı, cehennemin bekçileri olan zebanileredir. Kendilerine en görülmedik işkenceleri yapan bu azap meleklerine bile yalvarır ve onlardan kendileri adına Allah'a seslenmelerini isterler. İçinde bulundukları azap o kadar yoğun bir azaptır ki, onun bir gün için olsun hafifletilmesi için yalvarırlar. Ama yanıt alamazlar:

Ateşin içinde olanlar, cehennem bekçilerine dediler ki: "Rabbinize dua edin; azabtan bir günü (olsun) bize hafifletsin." (Bekçiler:) "Size kendi Resulleriniz açık belgelerle gelmez miydi?" dediler. Onlar: "Evet" dediler. (Bekçiler:) "Şu halde siz dua edin" dediler. Oysa kafirlerin duası çıkmazda olmaktan başkası değildir. (Mümin Suresi, 49-50)

Bunun yanında Allah'tan merhamet dilemeye de çalışırlar. Ancak yine boşunadır:

Dediler ki: "Rabbimiz, mutsuzluğumuz bize karşı üstün geldi, biz sapan bir topluluk imişiz. Rabbimiz, bizi (ateşin) içinden çıkar, eğer yine (inkara) dönersek, artık gerçekten zalim kimseler oluruz."

Der ki: "O'nun içine sinin ve benimle söyleşmeyin. Çünkü gerçekten benim kullarımdan bir grup: "Rabbimiz, iman ettik, sen artık bizi bağışla ve bize merhamet et, sen merhamet edenlerin en hayırlısısın, derlerdi de, siz onları alay konusu edinmiştiniz; öyle ki, size benim zikrimi unutturdular ve siz onlara gülüp duruyordunuz. Bugün ben, gerçekten onların sabretmelerinin karşılığını verdim. Şüphesiz onlar, 'kurtuluşa ve mutluluğa' erenlerdir." (Müminun Suresi, 106-111)

Ayetten anlaşıldığına göre bu, Allah'ın cehennem ehline son hitabıdır. Çünkü Allah bunlara "O'nun içine sinin ve benimle söyleşmeyin" dedikten sonra artık aksinin olması söz konusu değildir. Bundan böyle Allah cehennem ehli ile sonsuza dek muhatap olmaz. Bu, düşünmesi bile insana acı veren bir durumdur.

Cehennem ehli çığlık çığlığa azap çekerken, "kurtuluşa ve mutluluğa eren"ler, yani müminler de cennetin nimetleri içindedirler. Ve cehennem ehlinin çektiği manevi azapların birini, söz konusu cennet ehli ile olan diyaloğu oluşturur. İnkarcılar, cehennemin korkunç azapları içinde işkence görürken, özel olarak yaratılan bir sistem ile cenneti görür, oradaki büyük nimet ve ihtişamı izlerler. Dünyada iken kendileriyle alay ettikleri müminlerin büyük bir rahatlık içinde, görkemli mekanlarda, muhteşem evlerde, nefis yiyecek ve içecekleri tattıklarını görürler. Kendi yaşadıkları azab ve aşağılanmaya karşılık, müminlerin böylesine büyük bir nimet, övülmüşlük ve huzur içinde olduğunu fark ederler.

Bu ise yaşadıkları azabı daha da şiddetlendirir. Duydukları pişmanlık, dayanılmaz boyutlara varır. Dünyada iken iman etmemiş, müminlerin aksine Allah'ın hükümlerine itaat etmemiş olmalarının kahredici pişmanlığı içinde boğulurlar.

Bu psikoloji içinde cennet ehliyle diyalog kurmaya, hatta onlardan yardım dilemeye de çalışırlar. Yalvarırlar, ancak yine boşunadır. Kuran'da, cennet ve cehennem ehli arasındaki bu diyalog şöyle haber verilir:

Onlar (müminler) cennetlerdedirler; birbirlerine sorarlar. Suçlu-günahkarları;
"Sizi şu Cehennem'e sürükleyip-iten nedir?"
Onlar: "Biz namaz kılanlardan değildik" dediler.
"Yoksula yedirmezdik.
(Batıla ve tutkulara) Dalıp gidenlerle biz de dalar giderdik.
Din (hesap ve ceza) gününü yalan sayıyorduk.
Sonunda yakîn (kesin bir gerçek olan ölüm) gelip bize çattı."
Artık, şefaat edenlerin şefaati onlara bir yarar sağlamaz.
(Müddesir Suresi, 40-48)

Yaşanacak olan diyalogların en ilginçlerinden biri de, müminler ile münafıklar arasında olanıdır. Münafıklar, dünyada iken bir süreliğine de olsa müminlerin yanında bulunmuş kimselerdir. İman etmedikleri halde, çeşitli çıkar hesapları gereği kendilerini mümin gibi göstermeye çalışmış ve böylece "ikiyüzlü" sıfatını kazanmışlardır. Ahirette ise cehennemde yanarken, müminleri görür ve yardım istemeye, yalvarmaya kalkarlar. Kuran'da, arada geçen diyalog şöyle aktarılır:

O gün, münafık erkekler ile münafık kadınlar, iman edenlere derler ki: "(Ne olur) Bize bir bakın, sizin nurunuzdan birazcık alıp-yararlanalım." Onlara: "Arkanıza (dünyaya) dönün de bir nur arayıp-bulmaya çalışın" denilir. Derken aralarında kapısı olan bir sur çekilmiştir; onun iç yanında rahmet, dış yanında o yönden azab vardır. (Münafıklar) Onlara seslenirler: "Biz sizlerle birlikte değil miydik?" Derler ki: "Evet, ancak siz kendinizi fitneye düşürdünüz, (Müslümanları acıların ve yıkımların sarmasını) gözetip-beklediniz, (Allah'a ve İslam'a karşı) kuşkulara kapıldınız. Sizleri kuruntular yanıltıp-aldattı. Sonunda Allah'ın emri (olan ölüm) geliverdi; ve o aldaltıcı da sizi Allah ile (Allah'ın adını kullanarak, hatta masumca sizden görünerek) aldatmış oldu. Artık bugün sizden herhangi bir fidye alınmaz ve inkar edenlerden de.. Barınma yeriniz ateştir, sizin veliniz (size yaraşan dost) odur; o ne kötü bir gidiş yeridir." (Hadid Suresi, 13-15)

KURTULUŞU OLMAYAN, SONSUZ AZAP

Şimdiye dek sözünü ettiğimiz cehennem azaplarının yanında, onların şiddetini kat kat artıran bir özelliği daha vardır cehennemin; hiçbir zaman kurtuluş yoktur. Bir acı çok şiddetli olsa bile, eğer insan onun biteceğini bilirse, bu onu rahatlatır. Her acının bitimi bir lezzettir ve bu lezzeti beklemek, acı anında bile olsa, insana umut verir.

Ancak bu umut cehennemde yoktur ve cehennem ehlini en çok yıkıma uğratan şey de budur. Ateşte yakıldıkları, zincirlendikleri, kaynar suyla haşlandıkları, kırbaçlandıkları, dar yerlere elleri boyunlarına bağlı olarak sokuldukları anlarda, bilirler ki bu azap sonsuza kadar sürecektir. Her kaçmaya çalıştıklarında sert bir şekilde engellenmeleri, onlara işkencenin sonsuza kadar devam edeceğini gösterir. Bir ayette bu kahredici ortam şöyle anlatılır:

Ne zaman ordan, sarsıcı-üzüntüden çıkmak isterlerse, oraya geri çevrilirler ve (onlara:) "Yakıcı azabı tadın" (denir). (Hac Suresi, 22)

Cehennem tümüyle kapalıdır. Kafirler için cehenneme yalnızca bir kez giriş vardır, sonra çıkış imkansızdır. Hiçbir çıkış yolu bırakılmamıştır. Hapsedilmenin verdiği duygu kafirleri çepeçevre kuşatır. Etrafları, aşmaya güç yetiremeyecekleri duvarlar, kilitlenmiş kapılarla çevrilmiştir. Ayetlerde bu kahredici hapsolunmuşluk, şöyle tasvir edilir:

Ayetlerimizi inkar edenler ise, sol yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meş'eme). "Kapıları kilitlenmiş" bir ateş onların üzerinedir. (Beled Suresi, 19-20)

Ve de ki: "Hak Rabbinizdendir; artık dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin. Şüphesiz biz zalimlere bir ateş hazırlamışız, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır... (Kehf Suresi, 29)

Onların barınma yerleri cehennem'dir, ondan kaçacak bir yer bulamayacaklardır. (Nisa Suresi, 121)

İnkarcılar ateşi gördüklerinde ait oldukları yeri anlarlar. Anlarlar ki, artık hiç kimse için o ateşten kaçış imkanı yoktur. Zaman kavramı yok olmuştur ve sonsuz bir azap başlamıştır. Acının en korkunç özelliği ebediyen sürecek olmasıdır. Yüz yıl, bin yıl veya milyon yıl geçse, yine de sona yaklaşılmış olmaz. Milyonlarca yıl, sonsuzluğun yanında bir hiçtir. Cehennemde yaşayan kafir, dünyadaki gibi bir sonluluk bekler, ama boşunadır. Bu yüzden ayetlerde azabın sonsuza kadar sürecek olması önemle belirtilmiştir:

Allah, erkek münafıklara da, kadın münafıklara da ve (bütün) kafirlere, içinde ebedi kalmak üzere cehennem ateşini vaat etti. Bu, onlara yeter. Allah onları lanetlemiştir ve onlar için sürekli bir azab vardır. (Tevbe Suresi, 68)

Eğer onlar (gerçek) ilahlar olsalardı, ona girmeyeceklerdi. Oysa onların tümü içinde temelli kalıcıdırlar. (Enbiya Suresi, 99)

İnkar edenlere gelince, onlar için de cehennem ateşi vardır. Onlar için ne, karar verilir, ki böylece ölüversinler, ne de kendilerine onun azabından (bir şey) hafifletilir. İşte biz, her nankör olanı böyle cezalandırırız. (Fatır Suresi, 36)

Dünyada yaşanan bütün acılar için muhakkak bir son yani kurtuluş vardır. Acı çeken insanın iki kurtuluşu olabilir, acı ya biter ya da kişi ölür. Dışarıdan bakıldığında ikisi de bir kurtuluştur. Cehennemde ise durum çok daha kötüdür. Izdırap sürekli ve kesintisizdir. Kafirlerin kendilerini toparlamalarına, rahat bir nefes almalarına fırsat verilmez.

SONSUZ AZAPTAN KURTULMAK İÇİN BİR HATIRLATMA

Kitap boyunca, dünyada Allah'ın ayetlerinden yüz çeviren ve herşeyi yaratan Rabbimizi şuursuzca inkar edenlerin, ahirette hiçbir kurtuluşlarının olmayacağı, cehennemde dehşet verici bir azapla karşılaşacakları tüm detaylarıyla anlatıldı.

İşte bu yüzden her insan, burada anlatılan gerçekleri öğrendiğinde hiç zaman yitirmeden içine girdiği yoldan geri dönmelidir. Çünkü bu yolun sonu büyük bir yıkım getirir. Yapması gereken en önemli şey ise kendini Allah'a teslim etmektir. Bunu yapmadığı takdirde, ebedi bir pişmanlık yaşayacaktır. Kuran'da inkarcıların pişmanlığı şöyle haber verilir:

O inkar edenler Müslüman olmayı nice kereler dileyecekler. Onları bırak, yesinler, yararlansınlar ve onları (boş) emel oyalayadursun. İleride bileceklerdir. (Hicr Suresi, 2-3)

Sonsuz azaptan ve bu pişmanlıktan kurtulmanın ve Allah'ın rızasını ve cennetini kazanmanın yolu ise bellidir:

Geç olmadan Allah'a gönülden iman etmek,

Tüm yaşamını O'nu razı edecek davranışlarla geçirmek..


(Ateş,) Onları uzak bir yerden gördüğünde, onlar bunun gazablı öfkesini ve uğultusunu işitirler. (Furkan Suresi, 12)

İnkar Edenlerin Cehennemi Gördüklerinde Yaşadıkları Pişmanlık

Hesap günü tüm insanlar biraraya toplanacak ve hesaplarının belli olmasının ardından inkar edenler bölükler halinde cehenneme sevk edileceklerdir. Bu kalabalığın arasında tarih boyunca Allah'ın varlığını ve dinini inkar etmiş, Allah'ın ayetlerine karşı büyüklenmiş ve yüz çevirmiş olan herkes bulunacaktır. Aralarında dünyada kendilerince zenginlik ya da itibar sahibi olan kişiler de olacaktır. Ama bu insanlar, dünyada kendilerini kurtarabileceğini sandıkları şeylerin, o gün hiçbir fayda sağlamadığına şahitlik edeceklerdir. Rabbimiz Kuran'da tüm inkarcıların horlanarak ve aşağılanarak cehenneme doğru sürükleneceklerini haber vermiştir. Cehennemin kapısına geldiklerinde bekçiler suçlarını kendilerine bir kez daha itiraf ettirdikten sonra tüm inkarcıları içeri alacak ve cehennemin kapılarını üzerlerine kapatacaklardır. Allah Kuran'da inkarcıların cehenneme sevk edilişlerini şöyle anlatır:

İnkar edenler, cehenneme bölük bölük sevk edildiler. Sonunda oraya geldikleri zaman, kapıları açıldı ve onlara (cehennemin) bekçileri dedi ki: "Size Rabbinizin ayetlerini okuyan ve bugünle karşılaşacağınızı (söyleyip) sizi uyaran elçiler gelmedi mi?" Onlar: "Evet." dediler. Ancak azab kelimesi kafirlerin üzerine hak oldu. Dediler ki: "İçinde ebedi kalıcılar olarak cehennemin kapılarından (içeri) girin. Büyüklüğe kapılanların konaklama yeri ne kötüdür. (Zümer Suresi, 71-72)

İşte bu, sizin yeryüzünde haksız yere şımarıp-azmanız ve azgınca ölçüyü taşırmanız dolayısıyladır. İçinde ebedi kalıcılar olarak cehennemin kapılarından girin. Artık mütekebbirlerin konaklama yeri ne kötüdür. (Mü'min Suresi, 75-76)

Bu insanların arasında dünya hayatında Allah'ın azabıyla ve cehennemle karşılaşacaklarını bilmediğini söyleyebilecek tek bir kişi bile yoktur. Çünkü Allah sonsuz adaleti ile her insana dünyada iken uyarıcı göndererek onlara Kendi varlığını, hesap gününü, cenneti ve cehennemi hatırlatmıştır. Bu nedenle inkarcıların tümü cehennem azabını hak olarak yaşadıklarını ikrar edeceklerdir.

Dünyadayken uyarıldıkları halde büyüklenmişler ve kendilerini yaratan Allah'a, bile bile kulluk etmemişlerdir. Buna karşılık olarak da Allah bu kişilerin cehenneme boyunları bükük gireceklerini bildirmiştir. Rabbimizin bu gerçeği haber verdiği bir ayet şöyledir:

... Doğrusu Bana ibadet etmekten büyüklenen (müstekbir)ler; cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak gireceklerdir. (Mümin Suresi, 60)

Bu insanların bir kısmı dünyada kendilerini çok güçlü görmüşler ve bundan dolayı baş kaldırmışlardır. Güçlerinin kendilerini her türlü tehlikeye karşı koruyacağını sanmışlardır. Ne zaman kendilerine cehennemin varlığı, bu dünyada Allah'ın rızası için yaşamaları, ahirette cennet yurdunu istemeleri ve Allah'ın Kahhar (kahreden) sıfatı hatırlatılsa, şöyle demişlerdir:

Ve kendi kendilerine: "Söylediklerimiz dolayısıyla Allah bize azab etse ya." derler. Onlara cehennem yeter; oraya gireceklerdir. Artık o, ne kötü bir gidiş yeridir. (Mücadele Suresi, 8)

Bu baş kaldırışlarına karşılık olarak cehennemin kapılarından içeriye alınacaklardır ve bir daha da Allah dilemedikçe dışarıya çıkmalarına izin verilmeyecektir. İşte ateşi gördükleri bu an inkarcılar yaptıklarından dolayı bir kez daha büyük bir pişmanlık yaşayacaklardır. Allah'ın Kuran'da bildirdiği gibi, cehennemden hiçbir kaçış yolu olmadığını anlayacaklardır:

Suçlu-günahkarlar ateşi görmüşlerdir, artık içine kendilerinin gireceklerini de anlamışlardır; ancak ondan bir kaçış yolu bulamamışlardır. (Kehf Suresi, 53)

Dünya hayatında anlamazlıktan geldikleri her şeyi artık açıkça görecek ve kavrayacaklardır. Bütün hayatlarını boş bir amaç uğruna tükettiklerini, çok az ve geçici bir menfaat uğruna ahiret yaşamlarını azap içinde geçireceklerini anlayacaklardır. Dünyada yaşadıkları birkaç on seneyi çok uzun zannetmiş ve bu yüzden ahireti düşünmemişlerdir. Burada acizlikler ve eksiklikler sebebiyle hiçbir zaman tatmin olmayan bir ruh halini yaşamayı, cennetteki kusursuz, hiçbir eksikliği olmayan, yorgunluk, açlık gibi fiziksel eksikliklerin de bulunmadığı, mükemmel nimetlerle dolu cennette büyük bir mutluluk içinde yaşamaya tercih etmişlerdir. Ama cehennemin kapılarından girdikten sonra artık geri dönüş imkanları olmadığını anlayacaklardır. Bu yüzden dünya hayatında sahip oldukları her şeyi fidye olarak vererek azaptan kurtulmaya çalışacaklardır. Kuran'da onların bu sonuçsuz çabaları şöyle bildirilmiştir:

...O'na icabet etmeyenler ise, yeryüzündekilerin tümü ve bununla birlikte bir katı daha onların olsa mutlaka (kurtulmak için) bunu fidye olarak verirlerdi. Sorgulamanın en kötüsü onlar içindir. Onların barınma yerleri cehennemdir, ne kötü bir yaratıktır o! (Rad Suresi, 18)

Fakat bu insanların cehenneme gireceklerini anladıklarında gösterdikleri bu çabanın hiçbir karşılığı yoktur. Allah onların bu girişimden bir sonuç alamayacaklarını şöyle haber vermiştir:

Artık bugün sizden herhangi bir fidye alınmaz ve inkar edenlerden de. Barınma yeriniz ateştir, sizin veliniz (size yaraşan dost) odur; o ne kötü bir gidiş yeridir. (Hadid Suresi, 15)

Elbette inkarcıların bu çabalarının sonuç vermemesinin önemli bir nedeni vardır. Allah onları dünyada iken cehennem azabını hatırlatarak uyarmıştır. Ve o gün hiçbir insanın bir diğerine yardım edemeyeceği, onu kurtarmak için hiçbir şey vermeyeceği, ayrıca verse bile bunun kabul edilmeyeceği konusunda onları uyarmıştır. İnsanları bu konuda uyarmak için Rabbimizin gönderdiği bir ayet şöyledir:

Ve hiç kimsenin, hiç kimse adına bir şey ödemeyeceği, hiç kimsenin şefaatinin kabul edilmeyeceği, hiç kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği bir günden sakının. (Bakara Suresi, 48)

Ama onlar kendilerine yapılan her türlü uyarıya rağmen inkarda diretmiş ve bile bile kendilerine böyle bir son hazırlamışlardır. O gün kavrayacakları en büyük gerçeklerden biri kendi yaptıkları dolayısıyla cehennemi hak ettikleri olacaktır.

Bunu anladıklarında hissettikleri pişmanlık ise -Allah'ın dilemesi dışında- sonsuz hayatları boyunca hiçbir zaman kurtulamayacakları bir azap olacaktır. Çünkü artık çok önemli bir gerçekle yüzyüze gelmişlerdir. Eğer hayatlarını boş amaçlar yerine kendilerini ve herşeyi yaratan Rabbimizi razı etmeye adamış olsalar, bugün cehennemin kapısında değil cennetin yanında olacaklardır. Ama onlar doğru olanı yapmamışlardır ve bu yüzden de hüsranla karşılaşmışlardır.

Onlar için Allah'ın bir ayette bildirdiği gibi "kapıları kilitlenmiş bir ateş" (Beled Suresi, 20) vardır. Yani cehennemin kapısından içeri girdikten sonra artık bu kapı üzerlerine kilitlenecektir. Ve bu kapının ardında Allah dilediği sürece yaşayacakları, sonu belli olmayan ateş azabı vardır. İnkarcılar için bu ateş azabından hiçbir zaman kaçma ya da kurtulma imkanı olmayacaktır. Allah onların atıldıkları bu ateşi "Hutame" olarak isimlendirmiştir. Hümeze Suresi'ndeki ayetler şöyledir:

Hutame"nin ne olduğunu sana bildiren nedir?
Allah'ın tutuşturulmuş ateşidir.
Ki o, yüreklerin üstüne tırmanıp çıkar.
O, onların üzerine kilitlenecektir;
(Kendileri de) Dikilip-yükseltilmiş sütunlarda (bağlanacaklardır)." (Hümeze Suresi, 5-9)

İnkar Edenlerin Cehennemde Karşılaşacakları Azap

İnkarcıların cehennemde yaşayacakları pişmanlıktan söz etmeden önce, orada karşılaşacakları azapları anlatmak faydalı olacaktır. Çünkü insan cehennemdeki azap çeşitlerini öğrenmeden, orada yaşanacak pişmanlığın boyutlarını da kavrayamayabilir.

İnkarcıların yaşadıkları pişmanlık biraz önce de söz ettiğimiz gibi, henüz cehennemi gördükleri anda başlar. Cehenneme girerken ve ardından cehennemdeki azapları yaşarken de bu sonu gelmeyen pişmanlık devam eder. Allah bu kişilerin cehenneme girişlerinin ardından yaptıkları konuşmaları şöyle haber vermiştir:

Rablerini inkar edenler için cehennem azabı vardır. Ne kötü dönüş yeridir o. İçine atıldıkları zaman, kaynayıp-feveran ederken onun korkunç homurtusunu işitirler. Öfkesinin-şiddetinden neredeyse patlayıp parçalanacak. Her bir grup içine atıldığında, bekçileri onlara sorar: "Size bir uyarıcı gelmedi mi?" Onlar: "Evet" derler. "Bize gerçekten bir uyarıcı geldi. Fakat biz yalanladık ve: "Allah hiçbir şey indirmedi, siz yalnızca büyük bir sapmışlık içindesiniz" dedik. Ve derler ki: "Eğer dinlemiş olsaydık ya da akıl etmiş olsaydık, şu çılgınca yanan ateşin halkı arasında olmayacaktık." Böylece kendi günahlarını itiraf ettiler. Çılgınca yanan ateşin halkına (Allah'ın rahmetinden) uzaklık olsun. (Mülk Suresi, 6-11)

Allah'ın ayetlerde bildirdiği gibi, inkar edenler cehenneme atıldıklarında ilk olarak korkunç bir sesle karşılaşacaklardır. Allah Mülk Suresi'nin 7. ayetinde bu sesi "kaynayıp feveran eden ateşten çıkan korkunç bir homurtu" olarak tarif etmiştir. Kuşkusuz inkarcılar bu korkunç homurtuyu duyduklarında tarif edilemeyecek bir sıkıntı ve korku yaşayacaklardır. Allah bir başka ayetinde ise, ateşi, inkar edenler için öfkesinden patlayıp parçalanacak şekilde yarattığını bildirmiştir. (Mülk Suresi, 8) Bu dehşet verici olaylara şahit olan inkarcılar nasıl bir azapla karşı karşıya olduklarını anlamanın verdiği çaresizliği yaşayacaklardır. Ve yukarıdaki ayetlerde Rabbimizin bildirdiği gibi, dünyada bunları akledememiş olmanın pişmanlığını dile getiren konuşmalar yapacaklardır.

Böyle bir sıkıntı yaşamaları son derece normaldir çünkü karşılaşacakları her azap birbirinden dehşet verici ve can yakıcı olacaktır. Allah ayetlerinde cehennemin kalınacak en kötü yer olduğunu bildirmiştir:

...Ne kötü barınaktır o (Al-i İmran Suresi, 162)

...Ne kötü bir yataktır o. (Nisa Suresi, 115)

...Onların barınma yerleri ateştir. Zalimlerin konaklama yeni ne kötüdür. (Al-i İmran Suresi, 151)

(Ki bu) Cehennemdir. Ona yaslanırlar. Ne kötü bir karar (yeridir) o. (İbrahim Suresi, 29)

Cehennem ehli bu en kötü barınma yerine büyük bir kalabalık halinde atılacaktır. Bir ayette Allah "Artık onlar ve azgınlar onun içine dökülüverilmiştir." (Şuara Suresi, 94) şeklinde bildirmiştir. Bu ifadeden dünyada kendilerince mal, mülk, itibar sahibi olduklarını düşünerek büyüklenenler de dahil tüm inkarcıların, cehennem ateşine değersiz bir yığın halinde dökülecekleri anlaşılmaktadır. Dünyada kibirlenmelerine karşılık bugün küçük düşürülecek, horlanacak ve aşağılanacaklardır.

Orada hiçbir zaman değer görmeyecek ve esirgenmeyeceklerdir. Öyle ki cehennemin odunu olacak ve ateşin kaynağı olarak sonsuza dek acı içinde yaşayacaklardır. Bu gerçeği haber veren ayetlerde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

Gerçekten siz de, Allah'ın dışında taptıklarınız da cehennemin odunusunuz, siz ona varacaksınız. (Enbiya Suresi, 98)

...Ve onlar ateşin yakıtıdırlar. (Al-i İmran Suresi, 10)

Allah'ın Kuran'da bildirdiği cehennem azapları çok çeşitlidir. İnsanlardan bir çoğu orada bir ayetin ifadesiyle "bütün zamanlar boyunca", yani Allah takdir ettiği sürece, her an azapla içiçe bulunacaklardır. Bu azap çeşitlerinden bazılarını şöyle sayabiliriz:

Furkan Suresi'nin 13. ayetinde Allah inkarcıların ateşin sıkışık bir yerine elleri boyunlarına bağlı olarak atılacaklarını haber vermiştir. Bilindiği gibi dünyada insanlar dar bir yerde birkaç dakikadan fazla kaldıklarında son derece rahatsız olur ve hemen buradan çıkmak isterler. Kendilerini dört tarafı kapalı dar bir alanda düşünmek bile istemezler. Ancak cehennemde tarif edilen azap dünyadakiyle kıyaslanmayacak kadar büyüktür. İnkarcılar orada hem dar ve sıkışık bir yere atılacaklardır, hem de bulundukları yerde ateş azabı olacaktır. Üstelik elleri boyunlarına bağlanmış şekilde oldukları için değil ateşten kurtulmak, hareket etme imkanı bile bulamayacaklardır. Elbette insan böyle bir ortamı zihninde canlandırırken bile çok şiddetli sıkıntı duyar ki bunu yaşamanın nasıl bir acı vereceği açıktır.

Allah bir başka ayetinde inkarcıların kapkara dumandan bir gölge içinde olacaklarını bildirmiştir. (Vakıa Suresi, 43-44) Ancak gölge deyince genelde insanlar serin, ferah bir yer algılarlar. Oysa cehennemde var olduğu bildirilen bu gölge dünyada algıladıklarından tamamen farklıdır. Allah bu gölgenin ne serinletici, ne de ferahlatıcı olduğunu haber vermiştir.

Bir başka büyük azap şekli de cehennemdeki insanların sonsuza kadar ölmemeleri olacaktır. Çünkü ölüm onlar için bir kurtuluş ve azaptan kurtulmaları için bir yoldur. Bu nedenle Allah onların ölmelerine izin vermeyecektir. Rabbimizin ayetlerinde haber verdiği gibi, onlara her yandan ölüm gelecektir ama hiçbir zaman ölmeyeceklerdir. (İbrahim Suresi, 17) Dünyadayken ölüm sebebi olabilecek her türlü olayla orada karşılaşacaklardır. Bu olaylar sırasında hissedilen acıları, sıkıntıları, korkuları son derece açık bir şuurla yaşayacaklardır. Ama buna rağmen ölemeyecek ve yeni azap çeşitleri ile Allah dilediği sürece sonsuz yaşamlarına devam edeceklerdir.

Dünyada bir insan ciddi bir şekilde yandığında kısa bir süre içinde ölür. Ateşe ancak az bir süre dayanabilir. Eğer ölmez de yaralanırsa bu sefer de yaraları belirli bir süre sonra iyileşir. Ancak cehennemdeki ateş azabı dünyadakiyle kıyas edilemeyecek kadar farklı olacaktır. Orada Allah'ı inkar eden insan ateşe sokulacak ve derisi, yanıp döküldükçe, azabı daha fazla tatması için yeni derilerle değiştirilecektir. (Nisa Suresi, 56) Kısa bir süre yanıp acının yok olması gibi bir durum söz konusu olmayacak, Allah dilediği sürece devamlı ateşin yakmasının verdiği acıyı yaşayacaktır.

Bir başka cehennem azabı olarak inkarcıların o gün ateşin üzerinde tutulup eritileceklerini Allah haber vermiştir. (Zariyat Suresi, 13) Böyle bir durumun nasıl büyük bir azap vereceğini dünyadayken kavramak bir insan için mümkün dahi değildir. Dünya şartlarında çok basit bir yaralanmanın ne derece şiddetli bir acı verdiğini bilen insan için, Allah'ın bu azabı çok ibret vericidir. Üstelik tüm bunlar olurken bir yandan da;

Bukağılara vurulacaklardır. (Hakka Suresi, 32)

Zincirlere ve demir halkalara bağlanacaklardır. (İnsan Suresi, 4)

Demir kamçılarla kamçılanacaklardır. (Hac Suresi, 21)

Vücutları, alınları, sırtları, böğürleri ayrıca bir de ateşle dağlanacaktır. (Tevbe Suresi, 35)

Başlarının üzerinden kaynar sular dökülecektir. (Hac Suresi, 19)

Üzerlerinde ise katrandan ve ateşten elbiseler olacaktır.(Hac Suresi, 19) (İbrahim Suresi, 50)

Kendilerine ferahlık verecek tek bir damla serinletici su dahi bulamayacaklardır. O gün onlara verilecek olan tek içecek, kaynar su, irin ve kandır. (Sad Suresi, 57) (Hakka Suresi, 36)

Yiyecekleri ise sadece zakkum ve darı dikeni olacaktır. Allah zakkum ağacının inkar edenlerin karınlarında nasıl azaba dönüşeceğini şöyle bildirmiştir:

Doğrusu, o zakkum ağacı;

Günahkar olanın yemeğidir.

Pota gibi; karınlarda kaynar-durur;

Kaynar-suyun kaynaması gibi.

Onu tutun da cehennemin orta yerine sürükleyin.

Sonra kaynar suyun azabından başının üstüne dökün;

(Azabı) Tad; çünkü sen, (kendince) üstün, onurluydun.

Gerçekten bu, sizin kuşkuya kapıldığınız şeydir. (Duhan Suresi, 43-50)

Allah onların orada yedikleri yemeğin "boğazı tıkayıp kaldığını" bildirmiş, içecekleri irinli suyu ise yutkunmaya çalışacaklarını ama boğazlarından geçirmeyi başaramayacaklarını söylemiştir. Dünyada iken insanın en iğrendiği ve ne kokusuna, ne de görüntüsüne tahammül edemediği irin, orada sonsuza kadar cehennem halkının yiyeceği olacaktır. Cehennem ehli bundan büyük bir azap duyacak ama açlıklarından dolayı da bunu yemek zorunda kalacaklardır. Buna rağmen yedikleri de açlıklarını gidermeyecektir. Sonsuza kadar açlığın acısını da aralıksız tadacaklardır. Allah yedikleri darı dikeninin de onların açlıklarını gidermeyeceğini şöyle bildirmiştir:

Onlar için (zehirli olan) darı dikeninden başka bir yiyecek yoktur. Ne doyurup-semirtir, ne açlıktan korur. (Gaşiye Suresi, 6-7)

Cehennemde inkarcıların yaşayacakları azaplarla ilgili Kuran'da Allah'ın bildirdiği başka konular da vardır;

-Orada onlar için "kemikleri çatırdatan inlemeler" vardır. (Enbiya Suresi, 100)

-Bütün zamanlar boyunca orada kalacaklar (Nebe Suresi, 23)

ve onların azabı hafifletilmeyecektir. (Al-i İmran Suresi, 88)

-Ateşten çıkmak isteyecekler ama çıkamayacaklardır. (Maide Suresi, 37)

Tüm bu anlatılanlar inkar edenlere tarif edilemeyecek kadar büyük bir azap ve pişmanlık yaşatacaktır. Bu azaptan kurtulabilmek için canlarının alınmasını isteyecekler ve bunun için de defalarca yalvaracaklardır. Cehennemdeki insanların konuşmalarını Allah Kuran'da şöyle haber vermektedir:

(Cehennem bekçisine:) "Ey Malik (bekçi), Rabbin bizim işimizi bitirsin" diye haykırdılar. O: "Gerçek şu ki siz, (burada) kalacak kimselersiniz" dedi. "Andolsun, size hakkı getirdik, fakat sizin bir çoğunuz hakkı çirkin görüp-tiksinenlerdiniz." (Zuhruf Suresi, 77-78)

Ancak Rabbimizin ayette de bildirdiği gibi Allah dünyada iken hak dinden yüz çevirdikleri, yapılan uyarıları dinlemedikleri için onların yalvarmalarına icabet etmeyecek ve onları dilediği sürece sürekli olarak azabın içinde tutacaktır.

İşte burada anlatılanlar dünyada Allah'ı ve ahiret gününü inkar edenlerin, cennet ve cehennem konusundaki uyarıları dinlemeyenlerin kesin olarak yaşayacakları azaplardan bir kısmıdır. İnkarcıların bu azapların yanında asla kurtulamayacakları büyük bir azap daha vardır ki bu, kişinin aklından bir an dahi uzaklaşmayacak olan pişmanlık hissidir. Bu his, bir insanın görebileceği en korkunç yer olan cehennemde yaşamak zorunda kalmanın verdiği sıkıntıyla katlanarak artacaktır. Çünkü baştan beri belirttiğimiz gibi inkarcılar cehennem azabını tattıkları her an, eğer dünyada doğru olan yolu seçmiş olsalar bunların hiçbirini yaşamayacaklarını hatırlayacaklardır. Ve bunun verdiği pişmanlıktan kurtulmaları da mümkün değildir.

İnkarcıların Cehennemde Yaşayacakları Pişmanlık

İnkar edenler cehennemdeki azabın şiddetini yaşadıkça, dünya hayatında Allah'a iman etmemiş oldukları için çok büyük bir pişmanlığa kapılacaklardır. Ancak bu pişmanlık, onlara hiçbir şekilde telafi imkanı sağlamayacaktır. Çünkü dünyada kendilerine yeterince fırsat verilmiştir ama onlar bunu değerlendirememişlerdir. Bunu anladıklarında, kendilerini Allah'tan uzaklaştıran, ahireti unutturan ve dünyaya çeken her şeye ve herkese lanet edecek ve onlara karşı büyük bir öfke duyacaklardır. Allah bu kimselerin öfke dolu pişmanlıklarına şöyle dikkat çeker:

Yüzlerinin ateşte evrilip çevrileceği gün, derler ki: "Eyvahlar bize, keşke Allah'a itaat etseydik ve Resûl'e itaat etseydik." Ve dediler ki: "Rabbimiz, gerçekten biz, efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik, böylece onlar bizi yoldan saptırmış oldular." "Rabbimiz, onlara azabtan iki katını ver ve büyük bir lanet ile lanet et." (Ahzab Suresi, 66-68)

Sonunda Bize geldiği zaman, der ki: "Keşke benimle senin aranda iki doğu (doğu ile batı) uzaklığı olsaydı. Meğer ne kötü yakın-dost(muşsun sen)." (Bu söylenmeleriniz,) Bugün size kesin olarak bir yarar sağlamaz. Çünkü zulmettiniz. Şüphesiz azapta da ortaksınız. (Zuhruf Suresi, 38-39)

Ayetlerde görüldüğü gibi, suçu, dünya hayatında kendilerini saptıran kimselere yükleyerek azaptan kurtulabileceklerini umarlar. Halbuki Allah herkese doğruyu bulabileceği bir vicdan ve bunu uygulayabileceği bir irade vermiştir. Herkese her iki alternatif de anlatılmış ve herkese doğru olan da yanlış olan da sunulmuştur. Ve her insan kendi tercihini kendi iradesiyle bilerek ve isteyerek yapmıştır. Ayrıca Allah herkesin kalbinde yaşadığı imanı ve inkarı da bilir. Bu nedenle cehennem ehli arasında insanların inkar etmesine öncülük edenler de, onlara uyanlar da hak ettikleri karşılığı göreceklerdir. O gün kimse başkasının işlediği günahtan sorumlu olmayacak ve kimse kimsenin günahını yüklenmeyecektir.

Bu insanlar, dünya hayatında birbirlerini günaha çekerlerken belki de çoğu defa ahirette hesap vereceklerini hatırlamış ama bunu önemsiz görmek istemişlerdir. Birbirlerine "sen yap ben senin günahını yüklenirim" demiş ve inkar etmeleri için birbirlerini teşvik etmişlerdir. Şeytan da onlara birtakım süslü vaatlerde bulunarak onları inkara yönlendirmiştir. Halbuki Allah ". o Bize, 'yapayalnız tek başına' gelecektir." (Meryem Suresi, 80) şeklinde buyurarak bu vaatlerin inkarcılar için hiçbir faydası ve geçerliliği olmadığını önceden bildirmiştir.

O gün inkar edenler tamamen yalnız olduklarını açıkça göreceklerdir. Ve Allah'tan başka kendileri için ne bir dost ne de bir veli bulamayacaklarını da anlayacaklardır. Çünkü dünyada peşlerinden gittikleri, kendilerine dost olarak gördükleri herkes cehennemde onları terk edecek ve yüzüstü bırakacaktır. Aynı şekilde Allah'ı unutarak veli edindikleri şeytan da kendilerine ihanet edecek ve şöyle diyecektir:

İş hükme bağlanıp-bitince, şeytan der ki: "Doğrusu, Allah, size gerçek olan va'di va'detti, ben de size vaadde bulundum, fakat size yalan söyledim. Benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu, yalnızca sizi çağırdım, siz de bana icabet ettiniz. Öyleyse beni kınamayın, siz kendinizi kınayın. Ben sizi kurtaracak değilim, siz de beni kurtaracak değilsiniz. Doğrusu daha önce beni ortak koşmanızı da tanımamıştım. Gerçek şu ki, zalimlere acı bir azab vardır." (İbrahim Suresi, 22)

Dost olarak gördükleri herkesin kendilerine böyle ihanet ettiğini ve kendilerini yüz üstü bıraktığını görmek inkar edenlerin pişmanlığını daha da arttıran bir neden olacaktır. Artık Allah'tan başka sığınacak kimseleri olmadığını çok açık olarak anlamışlardır. Ancak bunu anlamanın kendilerine hiçbir fayda sağlamadığını görmek de onlara büyük bir sıkıntı verecektir. O gün bir yandan birbirleriyle tartışırlarken, bir yandan da dünyada yapıp ettikleri günahları itiraf ederler. Bu durumu Allah ayetlerde şöyle haber vermektedir:

Orada birbirleriyle çekişip tartışarak derler ki:
"Andolsun Allah'a, biz gerçekten apaçık bir sapıklık içindeymişiz,"
"Çünkü sizi (yalancı olanları) alemlerin Rabbiyle eşit tutuyorduk.
"Bizi suçlu-günahkarlardan başka saptıran olmadı."
"Artık bizim için ne bir şefaatçi var,"
"Ne de candan-yakın bir dost."
"Bizim bir kere daha (dünyaya dönüşümüz mümkün) olsaydı da iman edenlerden olabilseydik." (Şuara Suresi, 96-102)

Ayetlerde görüldüğü gibi, inkarcılar büyük bir pişmanlıkla dünyaya geri dönebilmeyi, iman eden insanlardan olup, ahiret hayatları için kendilerine fayda sağlayacak hayırlı bir şeyler yapabilmeyi dilerler. Ancak bu dilekleri kabul edilmez. Yıllarca peşinden koştukları paranın, güzelliğin, itibarın, dünyada elde etmeye çalıştıkları başka bir şeyin hiçbir anlamı olmadığını görürler. Kuran'da onların bu pişmanlık dolu ifadelerine Allah şöyle yer verir:

Kitabı sol eline verilen ise; o da, der ki: "Bana keşke kitabım verilmeseydi."
"Hesabımı hiç bilmeseydim."
"Keşke o (ölüm her şeyi) kesip bitirseydi.
"Malım bana hiçbir yarar sağlayamadı."
"Güç ve kudretim yok olup gitti."
(Allah buyruk verir:) "Onu tutuklayın, hemen bağlayın."
"Sonra çılgın alevlerin içine atın."
"Daha sonra onu, uzunluğu yetmiş arşın olan bir zincire vurup gönderin."
"Çünkü, o, büyük olan Allah'a iman etmiyordu."
"Yoksula yemek vermeye destekçi olmazdı."
"Bundan dolayı bugün, kendisine hiçbir sıcak dost yoktur." (Hakka Suresi, 25-35)

O gün, cehennem de getirilmiştir. İnsan o gün düşünüp-hatırlar, ancak (bu) hatırlamadan ona ne fayda? Der ki: "Keşke hayatım için, (önceden bir şeyler) takdim edebilseydim." (Fecr Suresi, 23-24)

Tüm bunların yanında cennet halkının sevincini ve mutluluğunu görmek de inkar edenlerin yaşadıkları pişmanlığı artırır. Çünkü cennette yaşayan insanlarla kendi yaşantıları arasındaki olağanüstü büyük farklılığa şahit olurlar. Ahirette cennet ehli ile cehennem ehli arasındaki büyük farka dikkat çekilmiştir.

Cehennem ehlinin görünümünü Allah Kuran'da "gözleri 'korkudan ve dehşetten düşük', kendilerini de zillet sarıp-kuşatmış" (Kalem Suresi, 43) şeklinde ifade etmiştir. Bir başka ayette ise yüzlerinin "kararmış ekşimiş" (Kıyamet Suresi, 24) olduğunu bildirmiştir. Buna karşılık cennetle müjdelenen müminlerin yüzlerini şöyle tanımlamıştır:

O gün, öyle yüzler vardır ki apaydınlıktır;
Güler ve sevinç içindedir. (Abese Suresi, 38-39)

İnkar edenler cehennemde kaynar su, irin, kan, zehirli darı dikeni ve zakkum dışında hiçbir yiyecek bulamayacaklarken, iman edenler cennette baldan, sütten ırmaklarla, kadehler içerisindeki birbirinden güzel içeceklerle, kesilip eksilmeyen, yüklü dalları bükülmüş, meyveleri sarkmış meyve ağaçlarıyla ve nefislerinin isteyeceği daha pek çok nimetle ödüllendirileceklerdir. Bir ayette Allah cennet halkının yiyeceklerini şöyle tanımlar:

Takva sahiplerine va'dedilen cennetin misali (şudur): İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenler için lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır ve orda onlar için meyvelerin her türlüsünden ve Rablerinden bir mağfiret vardır. Hiç (böyle mükafatlanan bir kişi), ateşin içinde ebedi olarak kalan ve bağırsaklarını 'parça parça koparan' kaynar sudan içirilen kimseler gibi olur mu? (Muhammed Suresi, 15)

Allah'ın ayette de belirtildiği gibi böyle mükafatlandırılan kimseler ile inkar edenlerin hem açlıklarını gidermeye yaramayan, hem de büyük bir azaba dönüşen rızıkları kesinlikle bir değildir. Onlar orada sonsuz defa yakılacak, sonsuz defa derileri eritilip dökülerek yenileriyle değiştirilecek ve sonsuza kadar bir parça serinlik ya da ferahlık bulabilmek için yalvararak yardım isteyeceklerdir. Cennet halkının gölgeliklerde, serinliklerde nimet içerisinde olduklarını görecek ve onlara sahip olduklarından bir parça kendilerine de vermeleri için yalvaracaklardır. Rabbimiz Kuran'da onların bu haberini şöyle verir:

Ateş halkı cennet halkına seslenir: "Bize biraz sudan ya da Allah'ın size verdiği rızıktan aktarın." Derler ki: "Doğrusu Allah, bunları inkar edenlere haram (yasak) kılmıştır." (Araf Suresi, 50)

Ama cehennemde pişmanlık içinde yaşayan inkarcıların bu yardım istekleri asla karşılık görmeyecektir. Allah, bunu haber verdiği ayette şöyle buyurmaktadır:

... Şüphesiz Biz zalimlere bir ateş hazırlamışız, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. Eğer onlar yardım isterlerse, katı bir sıvı gibi yüzleri kavurup-yakan bir su ile yardım edilirler. Ne kötü bir içkidir o ve ne kötü bir destektir. (Kehf Suresi, 29)

Yine aynı şekilde cennet halkına atlas ve ipekten elbiseler, sayısız ziynetler, altınlar, gümüşler sunulurken, cehennem halkına katrandan ve ateşten biçilen elbiseler giydirilecektir. Onlar zincirlere vurulup, demir halkalarla bağlandıkları "cehennemden yataklar"a yatırılıp üzerleri de "cehennemden örtüler" ile örtülürken, müminler yüksek köşkler ve güzel konaklar içerisindeki yükseklere kurulmuş ve "özenle işlenmiş mücevher" tahtlarda, çarpıcı güzellikteki döşeklerde, astarları ağır işlenmiş atlastan yataklar üzerinde ağırlanacaklardır.

Allah Kuran'da müminlerin diledikleri her şeyi orada kendilerine vereceğini bildirmiştir. Allah onların hoşnut bir yaşam içerisinde olduklarını, mutlu ve huzurlu olduklarını ve sevinç içerisinde ağırlandıklarını da şöyle bildirmiştir:

... Rableri katında her diledikleri onlarındır... (Şura Suresi, 22)

Artık Allah, onları böyle bir günün şerrinden korumuş ve onlara parıltılı bir aydınlık ve sevinç vermiştir. (İnsan Suresi, 11)

İnkarcılar da dünya hayatında eğer Allah'ın emrine uyarak vicdanlı, samimi ve dürüst bir tavır göstermiş olsalardı, bugün cehennem ateşi içerisinde azap çekmiyor ve cennet halkı gibi nimetler içerisinde yaşıyor olacaklardı. İşte bu nedenle inkar edenler cennet halkını her düşündüklerinde bu pişmanlığı kat kat artarak hissedeceklerdir. Allah, onların içerisinde bulunduğu cehennem azabını ve bu pişmanlıklarını "sarsıcı üzüntü" olarak tanımlamış ve bundan ne zaman kurtulmak isteyecek olurlarsa, bir kez daha azaba döndürüleceklerini bildirmiştir:

Ne zaman ordan, sarsıcı-üzüntüden çıkmak isterlerse, oraya geri çevrilirler ve (onlara:) "Yakıcı azabı tadın" (denir). (Hac Suresi, 22)

Çünkü cehennem artık geri dönüşü olmayan ve pişmanlık hissinin bir fayda sağlamayacağı, hatta hiçbir anlam ifade etmeyeceği bir yerdir. Melekler daha ilk öldükleri anda inkarcılara Allah'ın dilemesi dışında artık sonsuza kadar bir güzellikle karşılaşmayacaklarını haber vermişlerdir:

Melekleri görecekleri gün, suçlu-günahkarlara bir müjde yoktur. Ve o gün (melekler onlara) derler ki: "(Size sevinçli haber) Yasaktır, yasak." (Furkan Suresi, 22)

Bu nedenle inkar edenler ancak yok olarak bu azaptan kurtulabileceklerine inanmışlardır. Yok olmak için yalvaracaklardır ama bu istekleri kabul edilmeyecektir. Çünkü onlara dünyada öğüt alabilecekleri kadar bir ömür verilmişken onlar bile bile inkarı tercih etmiş ve haktan yüz çevirmişlerdir. Bu nedenle onlara Allah şunları söyleyecektir:

"Bugün bir yok oluşu çağırmayın, bir çok (kere) yok oluşu isteyip-çağırın." (Furkan Suresi, 14)

"Girin ona; artık ister sabredin, ister sabretmeyin. Sizin için birdir. Siz ancak, yaptıklarınızla cezalandırılıyorsunuz." (Tur Suresi, 16)

Allah Araf Suresi'nin 40. ayetinde, onların halat (ya da deve) iğnenin deliğinden geçinceye kadar cehennemden kurtulamayacaklarını ve cennete giremeyeceklerini bildirmiştir. Ayrıca Allah, inkarcıların dünyada iken nasıl haktan yüz çevirip, ahiret gününü ve Kendisine kavuşmayı unuttularsa o gün de onların unutulacağını, yani Rabbimizden asla bir karşılık alamayacaklarını, yardım görmeyeceklerini bildirmiştir:

(Allah da) Der ki: "İşte böyle, sana ayetlerimiz gelmişti, fakat sen onları unuttun, bugün de sen işte böyle unutulmaktasın." (Taha Suresi, 126)

Denildi ki: "Bugününüzle karşılaşmayı unuttuğunuz gibi, Biz de sizi bugün unutuyoruz. Barınma yeriniz ateştir. Ve sizin için hiçbir yardımcı yoktur." (Casiye Suresi, 34)

Onlar, dinlerini bir eğlence ve oyun (konusu) edinmişlerdi ve dünya hayatı onları aldatmıştı. Onlar, bu günleriyle karşılaşmayı unuttukları ve Bizim ayetlerimizi 'yok sayarak tanımadıkları' gibi, Biz de bugün onları unutacağız." (A'raf Suresi, 51)

Yine de yalvaracak ve Allah'tan kendilerini ateşten çıkarmasını dileyeceklerdir ama Allah onlara şöyle cevap verecektir:

(Allah) Der ki: "Onun içine sinin ve Benimle söyleşmeyin." (Müminun Suresi, 108)

İşte inkar edenlerin alacakları karşılık, hiçbir şekilde yardım görmemek ve cehennem azabı içerisinde terk edilmek olacaktır. Allah onlara rahmet etmeyecek, onları esirgemeyecek ve işledikleri günahları, hataları bağışlamayacaktır. Oysa dünyada iken Allah'a sığınmış olsalardı, O'nu kendilerine karşı sonsuz esirgeyen, sonsuz bağışlayan ve sonsuz rahmet eden olarak bulacaklardı. Ama cehennemi gördüklerinde hatırladıkları bu gerçekler artık onlara hiçbir yarar sağlayamayacaktır.

Tüm bu anlatılanların ardından insanların, Allah'ın kullarına karşı sonsuz seven ve sonsuz affedici olduğunu şimdiden düşünüp, yalnızca O'nu dost ve vekil edinmeleri gerekir. Zira cehennemin kapıları insanın üzerine bir kere kilitlendi mi, artık Allah takdir ettiği sürece açılmayacak ve şu an insanın elinde olan fırsatlar bir daha kendisine geri verilmeyecektir. Bu ebedi pişmanlıktan kurtulmanın yolunu ise Allah Kuran'da şöyle bildirmiştir:

Ancak tevbe edenler, ıslah edenler, Allah'a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini katıksız olarak Allah için (halis) kılanlar başka; işte onlar mü'minlerle beraberdirler. Allah mü'minlere büyük bir ecir verecektir. Eğer şükreder ve iman ederseniz, Allah azabınızla ne yapsın? Allah şükrün karşılığını verendir, bilendir. (Nisa Suresi, 146-147)

Eğer şükreder ve iman ederseniz, Allah azabınızla ne yapsın? Allah şükrün karşılığını verendir, bilendir. (Nisa Suresi, 147)

İnsan birtakım kusurlara, eksikliklere, acizliklere sahip olarak yaratılmış bir varlıktır. Kendisine verilen ömür süresince unutur, yanılır ve sayısız hata yapar. Ama aynı zamanda Allah'ın vermiş olduğu tevbe gibi büyük bir nimetle, bu hataların telafisi dünyada her zaman için mümkündür. Zaten dünya, insanın eğitilmesi, hatalarından arındırılması ve kendisine verilen nimetlerle denenmesi için var edilmiştir. İnsan dünyada iken, yaptığı hatalardan ya da yaşadığı hayattan kimi zaman büyük bir pişmanlık duyabilir ama bu pişmanlığı telafi etme imkanı vardır. İnsan yaşadığı bu pişmanlığın ardından tevbe edip, Allah'ın kendisini bağışlayacağını ve esirgeyeceğini umabilir.

Kuran'da Allah, samimi olarak yapılan her tevbeyi bağışlayacağını müjdeler. Allah insanın içinde sakladığı, düşündüğü, aklından geçirdiği her kelimeyi, her düşünceyi ve insanın kendi içinde samimi olup olmadığını bilir. Nitekim Allah Kuran'da, "Rabbiniz, sizin içinizdekini daha iyi bilir. Eğer siz salih olursanız, şüphesiz O da, (Kendisine) yönelip dönenleri bağışlayıcıdır" (İsra Suresi, 25) şeklinde buyurarak insana olan yakınlığını haber verir.

Ancak çok önemli bir gerçek daha vardır ki; öldükten sonra dünyada yapılan hataların, işlenen günahların telafi edilmesi -Allah'ın dilemesi dışında- asla mümkün değildir.

O halde insanın kaybedeceği tek bir an dahi yoktur. Yaşadığı dakikalar göz açıp kapayıncaya kadar geçmekte, insan ölüme her geçen saniye daha da yaklaşmaktadır. Üstelik ölümün ne zaman, hangi gün ve saat kendisini bulacağından da emin değildir. Bir gün mutlaka ölecek ve dünyada yapmış olduğu davranışlar ile yaşadığı hayattan dolayı Rabbimizin huzurunda hesaba çekilecektir.

Bu nedenle insan çok yakında öleceğini sürekli aklında tutmalı ve ahirette pişman olmamak için yaşamını yeniden gözden geçirmelidir.

Şu an ölüm melekleri ile karşılaşmış olsa, acaba geçirdiği bunca senenin hesabını verebilecek midir?

Bugüne kadar Allah'ı razı etmek için neler yapmıştır?

O'nun hükümlerini uygulamadaki titizliği yeterli midir?

Bu soruların belki de hiçbirine verebileceği olumlu bir cevabı olmayabilir. Ama eğer, şu anda tevbe eder ve bundan sonraki hayatını Allah'ı razı etmek için geçireceğine samimi olarak karar verirse, Allah'ın tevbesini kabul edeceğini, onu bağışlayacağını umabilir.

İnsan, Gaffar (merhametlilerin en merhametlisi), Halim, (kullarına karşı çok yumuşak olan) ve Tevvab (bağışlayan ve esirgeyen, tevbeleri kabul edip günahları iyiliklere çeviren) olan Rabbimize sığınmalıdır. Allah sabredenlerin ve kendisine yönelip dönenlerin karşılığını mutlaka verecektir. İman eden kullarının günahlarını bağışlayarak iyiliğe çevirecek ve yaptıkları hayırlı işleri en güzeliyle mükafatlandıracaktır. Nitekim bir ayette Allah, kullarına bu büyük müjdeyi şöyle vermektedir:

Sizin yanınızda olan tükenir, Allah'ın katında olan ise kalıcıdır. Sabredenlerin karşılığını yaptıklarının en güzeliyle Biz muhakkak vereceğiz. Erkek olsun, kadın olsun, bir mü'min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz. (Nahl Suresi, 96-97)

Unutmayın ki her insan bir anda ölümle karşılaşabilir ve her ne kadar pişman olsa da bir daha geri dönüp yaptıklarını düzeltme imkanı bulamayabilir. Bu nedenle bir kişi eğer Rabbimizin kendisini esirgemesini, O'nun sevdiği bir kul olmayı ve ölümünden sonra Allah'ın salih kulları için hazırladığı cennete kavuşmayı istiyorsa, bir an önce Rabbimizden bağışlanma dilemeli ve hayatını O'nun emrettiği şekilde Kuran'a ve Peygamber Efendimiz (sav)'in sünnetine uyarak yaşamalıdır.

GÖKLERİN VE YERİN TABAKALARI

YEDİ KAT GÖKLER VE MELEKLERİ:
7.KAT: Yedinci kat göğün adı ARİBA dır. Renkli nurdan ve kırmızı yakuttandır. Buradaki melekler erkek insan şeklindedir.Koruyucu baş meleğin adı RAKYAİL dir. Bu katın melekleri ayakta durup, Allah korkusundan ağlarlar. Sürekli Allah'ı tesbih ederler. Tesbihleri" Subhaneke vebihamdihi adede halkıhi ve zinete arşihi ve midadi kelimatih" dir.
6.KAT: Altıncı göğün adı RAKA dır. İncidendir.Buradaki melekler Gılman şeklindedir. Hepsi Rukuda dır. Baş koruyucu meleği KEMHAİL dir.Tesbihleri" Subhane külli şey in" dir.
5.KAT: Beşinci göğün adı DİNEKA dır. Altından dır.Melekleri huri şeklinde dir.Oturur vaziyettedir.Baş koruyucu meleği SEMHAİL dir. Tesbihleri"Subhanel halıkın nuri vebihamdih" dir.
4.KAT: Dördüncü göğün adı ERKALUN dur.Gümüşten dir. Melekleri at şeklindedir. Baş koruyucu meleği KAKAİL dir. Tesbihleri" Subhanel Melikil Kuddus Rabbuna ve Rabbul Melaiketi Verruh " dur.
3.KAT: Üçüncü göğün adı MAUN dur. Sarı yakuttan dır. Melekleri kartal şeklindedir. Baş koruyucu meleği SAFDAİL dir. Tesbihleri" Subhanel Melikil hayyıllezi la yemut" dur.
2.KAT: İkinci göğün adı KAYDUM dur.Kırmızı yakuttan dır. Melekleri deve şeklindedir. Baş koruyucu meleği MİHAİL dir. Tesbihleri" Subhane zil izzeti vel Ceberut" dur.
1.KAT: Birinci göğün adı BERKİA dır. Yeşil zebercedden (krizalit) dir. Melekleri sığır şeklinde dir. Baş koruyucu meleği İSMAİL dir. Tesbihleri" Subhane zil mülki vel Melekut" dur.

7 KAT YERİN ALTINDAKİ TABAKALAR VE ORALARDA YAŞAYANLAR
1.TABAKA: Adı DİMKA dır.Berşem adında yaratıklar vardır. Onlarada hesap ve ceza vardır.
2.TABAKA: Adı CELCE dir. Burada Tamas'lar vardır.Bunlar birbirlerini yerler.
3.TABAKA: Adı ARKA dır. Burada büyük akrepler vardır. Bu akrepler katır büyüklüğünde ve mızrak şeklinde kuyrukları vardır. Kabes adında bir kavim vardır. Yiyecekleri toprak, içecekleri çiğ taneleridir.
4.TABAKA: Adı HARBA dır. Burada dağ büyüklüğünde zehirli ejderhalar vardır. Bu tabakada Cülham'lar vardır. Cülhamların gözleri ve ayakları yoktur. Uçarlar.
5.TABAKA: Adı MELESEL dir. Burada mıhtat' lar vardır. Onlarda birbirlerini yerler.
6.TABAKA: Adı SİCCİN dir. Burada Kutafe'ler vardır. Cehennem ehlinin amel defterleri buradadır. Kutafeler kuş şeklindedir. Elleri insan eli, kulakları sığır kulağı, ayakları koyun ayağı biçimindedir. Yeme ve içmeleri yoktur.
7.TABAKA: Adı UCBA dır. Burada Cusum'lar vardır. Cusumlar siyah renkte, kısa boyludurlar. El ve ayakları pençe şeklindedir.

CEHENNEM TABAKALARI
Cehennem 7 tabakadır. Cehennemde; gök gözlü, sağır ve merhametsiz zebaniler vardır. Baş zebaninin adı MALİK dir. Cehennemin 7 de kapısı vardır.
1.TABAKA: Adı CEHENNEM dir. Günahkar müslümanların azap yeridir.
2.TABAKA: Adı SAİR dir. Hıristiyanların azap yeridir.
3.TABAKA: Adı SEKAR dır. Yahudilerin azap yeridir.
4.TABAKA: Adı CAHİM dir. Şeytanların ve dininden dönenlerin azap yeridir.
5.TABAKA: Adı HUTAME dir. Kafirlerin ve yecüc mecüc ün azap yeridir. GAYYA KUYUSU bu 5. tabakadadır.
6.TABAKA: Adı LEZİ dir. Sihir, büyü yapanlar ve putperes ile ateşe tapanların azap yeridir.
7.TABAKA: Adı HAVİYE dir. Allah'ı inkar edenlerin ve münafıkların azap yeridir.
Her tabakadaki kâfirlerin de azabı farklıdır. Aynı tabakada olan cömert bir kâfir ile zalim bir kâfirin azabı aynı değildir. Her k^+afir, zulmünün derecesine göre farklı azap görür. Yerleri aynı olmasına rağmen azapları farklı olur. Zalim kâfir, diğer kâfirlere göre azabı daha şiddetli hisseder.

Cennet nimetleri de böyledir. Derecesi yüksek olan daha çok faydalanır. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Dünyada İslamiyet'in yalnız suretine kavuşanlar, Cennetin de yalnız suretien kavuaşcaklar, yalnız onun zevkini, tadını alacaklardır. Dünyada İslamiyet'in hakikatine kavuşanlar, Cennetin de hakikatine kavuşacaklardır. Cennetin yalnız suretine ve yalnız hakikatine kavuşanlar aynı nimetlerden mesela aynı meyvesinden yedikleri halde, farklı lezzet duyacaklardır. Resulullahın zevceleri, müminlerin anneleri olup, Cennette Resulullahın yanında bulunacaklar, aynı meyveyi yiyecekler, fakat farklı tad alacaklardır. Duydukları lezzet, hep aynı olsa idi, müminlerin annelerinin, bütün insanlardan [Peygamberlerden de] daha üstün olmaları lazım gelirdi. (2/50)

"Rüzgarın savurduğu küller gibi"

Cehennemden kurtulmak yalnız Müslümanlara mahsustur. Kâfirlerin iyi işleri, ne kadar çok olursa olsun, onları Cehennemden kurtaramaz ve azaplarını hafifletemez. Birkaç âyet meali şöyledir:

(Kâfirlerin faydalı işleri fırtınalı bir günde rüzgarın savurduğu küller gibidir. Ahirette o işlerin hiç faydası olmaz.) [İbrahim 18]

(Deki: Size en çok ziyana uğrayanları haber verelim mi? Onlar dünya hayatında iyi işler yaptıklarını sandıkları halde, çabaları boşa giden kimselerdir. İşte onlar, Rablerinin âyetleri ve Ona kavuşmayı (dirilmeyi, hesabı, ceza ve mükafat) inkâr eden, bu yüzden amelleri boşa giden kimselerdir. Onlar için, kıyamet günü, hiçbir terazi tutmayız. [İyilikleri ile kötülüklerini ölçmeyiz çünkü amelleri boşa gitmiştir, tartıya girecek makbul şeyleri kalmamıştır.]) [Kehf 103, 104, 105]

(Kâfirlerin iyi işleri engin çöllerde görünen seraba benzer. Susayan kimse onu uzaktan su sanır. Ama, yanına varınca, umduğunu bulamaz.) [Nur 39]
CENNET VE CENNETLERİN İSİMLERİ
Allah CC. Arş ve Kürsi'nin altında, 7kat göklerin üstünde, Arşın nuru ile birbirinden yüksek 8 cennet yaratmıştır. En yüksek olanı Allah'ın CC. görüleceği ADN cennetidir. Bu cennet hepsinden yüksek ve şereflidir. Cennetin toprağı misk, taşı cevher, bitkisi zaferandır. Cennette ayrıca nehirlerde vardır.

1.CENNET: Beyaz inciden olup, adı DARÜL CELAL dir.
2.CENNET: Kırmızı yakuttan olup, adı DARÜS SELAM dır.
3.CENNET: Yeşil zebercetten olup, adı CENNETÜL MEVA dır.
4.CENNET: Sarı mercandan olup, adı CENNETÜL HULD dur.
5.CENNET: Beyaz gümüşten olup, adı CENNETÜL NAİM dir.
6.CENNET: Kırmızı altından olup, adı CENNETÜL FİRDEVS dir.
7.CENNET: Sarı miskden olup, adı CENNETÜL KARAR dır.
8.CENNET: Eldeğmemiş inciden olup, adı CENNETÜL ADN dır.

İbn Abbâs (r.a.)'dan gelen bir rivayetlede, Cennetin yedi tabakası olduğu haber verilmektedir. Bu tabakalardan her birinde, müminlerin yaptıkları iyi işler karşılığında girecekleri veya yükselecekleri derece veya mertebeler vardır. Bunlar:
1-Nâim Cenneti: "Beni Cennetü'n-Nâim'in varislerinden kıl... "
(Şuârâ, 85) (Ayrıca bk. Mâide,65; Tevbe, 21; Yunus, 9)
2-Adn Cenneti : "Şüphesiz ki, iman edenler ve güzel amel işleyenler yok mu, işte onlar mahlûkatın en hayırlısıdırlar. Onların mükâfâtı Rableri katında And Cennetleridir ki onların altlarından nehirler akar, orada onlar ebedî kalıcıdırlar, Allah onlardan razı olmuştur, onlar da ondan razı olmuşlardır. Bu Rabb'inden korkanlar içindir. "
(Beyyine, 8, Ayrıca bk. Tevbe, 72; Ra'd, 23; Nahl, 31)
3-Firdevs Cenneti : "Şüphesiz, iman edip güzel amel işleyenler için barınak olarak Firdevs Cennetleri. vardır"
(Kehf, 107 ve Mü'minun, 11)
4-Me'vâ Cenneti: "İman edip güzel amel işleyenlere gelince, onlar için Me'vâ Cennetleri vardır. "
(Secde, 19 ve Necm, 15)
5-Dârü's-Selâm: "Halbuki Allah Dârü's-Selâm'a çağırıyor ve O, dilediği kimseleri dosdoğru bir yola hidâyet buyurur. "
(Yunus, 25 ve En'âm, 127)
6-Dârü'l-Huld: "O Rab ki, fazlından bizi durulacak yurda (Cennet'e) kondurdu."
(Fâtır, 35)
7) İlliyyûn :
Her ne kadar İbn Abbâs Cennet'in tabakalarını yedi ile sınırlandırmışsa da, ayetlerden anlaşıldığına göre, Cennet'in bir çok tabakası vardır. Burada İbn Abbâs'ın haber verdiği ve ayetlerde adları geçen Cennet tabakaları, Cennet'in en yüksek tabakalarıdır. Çünkü bu tabakalarda da bir çok tabaka vardır. Nitekim Allah Teâlâ'nın Nâim Cennetleri veya "Firdevs Cennetleri" şeklindeki çoğul ifade eden ayetleri buna delildir.
Nitekim Müslim'in Ebû Sâid el-Hudrî'den rivayet ettiği hadiste de, Allah yolunda cihat edenlerin, cihatları sebebiyle Cennet'te yüz derece yükselecekleri, her derecenin arasının ise, yer ile gök arasındaki mesâfe kadar olduğu, Hz. Peygamber tarafından haber verilmektedir (Müslim, İmâre, 116). Hadiste sözü edilen dereceler konusunda ise şu ihtimaller öne sürülmüştür. Bu dereceleri zahiriyle anlamak mümkündür. Gerçekten söz konusu derecelerin, zahirinden anlaşıldığı üzere, birbirinden daha yüksek menziller (tabakalar) olması muhtemeldir. Buna karşılık, yükseklikten kasdın, Cennet'teki nimetlerin çokluğu, insanın veya bir başka yaratığın hiç aklına bile gelmemiş, gönlünden dahi geçmemiş iyiliklerin büyüklüğü veya çokluğu anlamında olması muhtemeldir. Zira Allah Teâlâ'nın mücâhide lutfettiği iyilik veya cömertlik türleri birbirinden çok farklıdır, birbirinden üstündür. Buna göre, nimetlerin fazilet (üstünlük) konusundaki farklılıkları uzaklık açısından yer ile gök arasındaki mesafe gibidir. Fakat el-Kadî Iyad (544/1149) birinci görüşü tercih etmiştir (en-Nevevi, Şerhu Müslim, Kahire (t.y.), XIII. 28).

Yine Buhârî'nin bir rivayetinde Hz. Peygamber, Allah yolunda savaşan mücâhidler için Cennet'te yüz derece (tabaka) hazırlandığını ve iki derecenin arasının yerle gök arası gibi olduğunu haber vermekte ve sözlerine devamla "Allah'dan istediğiniz zaman Firdevs'i isteyin... Çünkü Firdevs, Cennet'in ortası ve Cennet'in en yükseğidir (...). Firdevs'ten Cennet nehirleri doğar" buyurmaktadır. (Buhârî, Cihad 4)

Aynî, "Firdevs, Cennetin ortasıdır (vasatıdır)." cümlesini, Cennet'in en iyi yeri veya üstünü (efdali) olarak yorumlar ve bu görüşüne "Böylece sizi en hayırlı bir ümmet kıldık" (el-Bakara, 2/143) ayetinde geçen "vesetan" kelimesini delil getirir (el-Aynî, Umdetü'l-Kârî fî Şerhi Sahihi'l-Buhârî, İstanbul 1309, VI, 539). Çeşitli rivayetlerde Firdevs Cenneti'nin güzellikleri dile getirilmiştir. Diğer taraftan hadiste söz konusu edilen Cennet dereceleri arasındaki mesafelerin çeşitli rivayetlere göre "yüz senelik mesafe", "Beş yüz senelik mesafe" şeklinde değiştiğine işaret edelim (el-Aynî, aynı yer).

Bütün bu ayet, hadis ve âlimlerin yorumlarından Cennet'in birçok tabakası olduğu anlaşılmaktadır. Bu tabakalardan bazılarının daha yüce ve nimetlerinin daha güzel veya daha efdal olması sebebiyle isimleri bize bildirilmiştir. Firdevs Cenneti mertebece en yüksek olan Cennet tabakasıdır. (Ayrıca bkz. et-Taberi, Tefsir, Mısır 1954, XVI. 37-8)
SIRAT KÖPRÜSÜ:

Sırat köprüsü; bin yıllık yolu yokuş, bin yıllık yolu iniş, bin yıllık yolu düz olmak üzere üç bin yıllık yoldur. Kıldan ince, kılıçtan keskin olarak tabir edilir. Cehennemin üzerine kurulur. İnsanlar dünyadaki amellerine göre bu köprüden geçecektir. Kimi gözaçıp kapayıncaya kadar, kimi şimşek gibi, kimi rüzgar gibi, kimi kuş gibi uçarak, kimi at gibi koşarak, kimi yürüyerek, kimi sürünerek, kimi dizlerinin üzerinde sürünerek, kimide karınlarının üstünde sürünerek geçerler. Düşenler ise cehenneme atılır.

Sırat köprüsünün 7 ayağı vardır. Sırat köprüsünün boyu 7 tabakadan oluşur. Yedinci tabaka diğer tabakalara göre ateş ve sıcaklık bakımından daha şiddetlidir. Her tabakanın şiddeti diğerinden 70 kat fazladır. Her tabakada 70 dağ ve bu dağların 70 bölümü vardır. Her bölümde yetmişbin zehirli ve dikenli ağaç ve her ağacında yetmiş bin dalı vardır. Ağacın her dalında da yetmişbin yılan ve akrep vardır. Yılanların boyu dağ gibi, akrepler ise katır büyüklüğündedir. Her ağaçtada korkunç görünüşlü bin meyva ve her meyvada 70 kurt ve kurtların boyuda yüz metre kadardır.
Sırat köprüsünde 700 bölüm ve bu bölümlerde kalınacak, beklenilecek yerlerde vardır.

ARAF DENİLEN YER HAKKINDA

Araf, cennet ve cehennem arasında olan bir yerdir. Araf denilen yere dört türlü insanın gireceği söylenir.

1)Kendilerine peygamber gönderilmeyen, iki peygamber arasında gelip geçen ve bu nedenle Allah'ın davetini işitmeyenler. Mecnun (deli) olanlar.

2)İyiliği ve kötülüğü (hayır ile şerri) denk gelenler

3)Kafirlerin buluğ çağına ermeden ölen çocukları

4)Ana ve babasına asi olup, fakat sonradan şehit olarak ölenler
Bunlar cennete bakıp, nimetleri gördükçe ağlarlar; cehenneme bakıp, azabı görüncede sevinirler.

KIYAMETTE DURAKLAR
Kıyamette insanların biner yıl bekleyeceği 50 durak yeri olduğu rivayet edilir. Bu durakların ilki mezar başıdır. İnsanlar tekrar dirilince bin yıl mezarlarının başında beklerler. Daha sonra mahşer yerine doğru sevkedilirler. Her durakta hesaba çekilirler. Hesabını verenler diğer duraklara geçer. Veremeyenler bin sene bekler. Bu bekleme mümin kullar için bir anlık iken, imanı zayıf ve kafirler için bu bekleme aç, susuz ve çıplak olarak bin yıllık zamandır.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...