Allah insanı nasıl korur?

Zünnu-i Mısri'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir :Bir gün elbiselerimi yıkamak için Nil nehrinin kenarına gitmiştim. Nehrin kenarında dururken, bir de baktım ki, görülmemiş şekilde büyük bir akrep bana doğru geliyor.

Bu sudan İçmek Müslümana Haram

Vaktiyle Bursa’ da bir Müslüman, eski adı “Yahudilik Yolağzı,” bugünkü adı Arap Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş: - “Her kula helâl, Müslüman’a haram!”

Hiçbirinin haccı kabul edilmedi!

Ali bin Muvaffak hazretleri, Şam’da yaşamış olan evliyânın büyüklerindendir. Zünnûn-ı Mısrî ve Abdullah bin Mübarek ile görüştü. 878 (H.265) senesi vefât etti... Abdullah bin Mübarek bir hac mevsiminde Mekke’de hac vazifelerini ifa ettikten sonra, Harem’de uyuyakalır

Kuran Sırları

Bilindiği gibi DNA terimi, canlılardaki genetik malzemenin kısaltılmış ifadesidir. Genetik biliminin başlangıç tarihi ise, Mendel isimli bilim adamının 1865 yılında hazırlamış olduğu genetik yasalarına dayanır. Bilim tarihi için bir dönüm noktası oluşturan bu tarihe, Kuran’da 18:65 numaralı Kehf Suresi’nin 65. ayetinde işaret edilmektedir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Nefsin Mertebeleri

BİRİNCİ DAİRE: Nefs-i Emmare: Allah`ın emirlerine uymayan, yasaklarını çekinmeden yapan ve zevkine tabi olan nefistir. Nefs-i emmâre denilen bedbaht nefis zenginleştikçe şımarır. Bilgisi arttıkça kibri, gururu da artar. Hele bir de makam sahibi olursa artık onun yanına varmak, sokulmak ne mümkün!

YAHUDİLERİN MAYMUN OLMASI

Onlar, Davud Aleyhisselâm’ın zamanında "Eyle" denilen bir şehirde yaşıyorlardı. Eyle Medine ile Şam arasında bir yerde ve Kızıldenizin sahilinde bir yerdeydi. Allah onlara cumartesi günü balık avlamayı yasak etti. Cumartesi günü olduğu zaman, denizde balık kalmaz, hepsi sahile gelirdi.

ARAPÇA ÖĞRENİYORUM

Öncelikle Hafıza tekniği konusunda size olağan üstü bir ip ucu.Sureler kolaydan zora doğru sıralanır. Bir sayfa alınarak 3′e bölünür. Önce ilk 5 satır, daha sonra diğer satırlar 5′er 5′er ezberlenir ve sonrasında birleştirilerek tekrar yapılır.

Günahın Reçetesi

Büyük Mutasavvıf Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri bir gün tımarhanenin önünden geçiyordu. Tımarhane hizmetçisinin tokmakla birşeyler dövdüğünü görüp

Ahir Zaman Bu Zaman Mı?

Ahir zamanın kendini hissettirdiği şu günlerde, Rabbimizin ikazlarını neden duymamazlıktan geliyoruz acaba? Nereye gidiyorsunuz? Nerede Muhammed ümmeti?

Şeytan İşi

Günlerden birgün şeytanın yolu bir köye düşmüş.Keyfi yerinde olan şeytan sırtını bir ağaca dayamış ve buzağısı kazığa bağlı olan ineğini sağan genç bir kadını uzaktan izlemiş.

Artan pilav

Yahya baba, II. Bâyezîd Hân zamanında, Edirne Bâyezid Külliyesi'nin aşçılarından biridir.. Arkadaşları hoşaf, kebap sebze, bakliyat pişirir. Ama onun ihtisası pilavdır. Mübârek işe girişti mi, ibadet ettiğini sanırsınız.

Olgun İmana Kavuşma

MESCİD-İ Saadet'te Ashab-ı Kiram toplanmışlar, derin bir vecd ve huşu içinde Allah'ın Resûlünü dinlemekteydiler. Hazret-i Fahr-i Kâinat Efendimiz ise, Al-i İmrân sûresinden şu mealdeki Âyet-i Kerimeyi okuyordu:

Gönül Örtüsü Hayâ

Gönlün titremesidir hayâ. Gönül ki kurtulmuştur da ağırlıklarından, bir yaprak kadar incelmiştir. İşte o nazenin yapraktır müminin gönlü. Titrer bir günah, bir yanlış, bir aykırı hal gördüğünde.

KÂLU BELÂ

Ve kıyâmet günü, gerçekten biz bundan gâfildik (gâfilleriz) dersiniz diye (dememeniz için), senin Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından onların zürriyetlerini aldığı zaman onları, nefsleri üzerine şahit tuttu. (Allahû Tealâ şöyle buyurdu): “Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?” Dediler ki: “Evet, (Sen, bizim Rabbimizsin), biz şahit olduk.”

AY'IN RESÛLULLAH (S.A.V)'A SELAM VERMESİ

Ebû Kubeys dağının altında duruyorduk.Ay doğu tarafından göründü.Yükselerek yukarı çıktı. Nûru bütün âlemi doldurmaya başladı.Göğün ortasında kâmil bir dolunay haline geldi...

14 Temmuz 2013 Pazar

İmanın Şubeleri


1.Bölüm
“Bir Hadis ve Düşündürdükleri” başlıklı bundan önceki yazımızda “İman yetmiş küsur şube olup; en yüksek mertebesi şehadet (‘Allah’tan başka ilah yoktur.’ demek), en alt tabakası ise eziyet ve sıkıntı verecek olan taş, diken vb. şeyleri Müslümanların yolundan kaldırmaktır.” mealindeki hadis-i şerifin açıklamasını yaparken, imanın yetmiş yedi derecesini saymış idik.

Bu yazımızda ise, İsmail Hakkı Bursevi (1137/1725)’nin 1721 yılında kaleme aldığı “Şerhu Şuabi’l İman” isimli eserinde[1] yaptığı tasnif ve verdiği malumat çerçevesinde, bu dereceleri dokuz ana başlık altında toplayarak söz konusu hadis-i şerifi açıklamaya devam edeceğiz.

A) İmanın Başlangıç Şubesi:

Mebde-i Evvel (varlığın ilk unsuru ve başlangıç sebebi) olan Allah Teâlâ’nın zatı ve sıfatlarıyla alakalı olduğu için “şu’be-i mebdeiyye” diye de isimlendirebileceğimiz bu iman derecesi, layıkı vechile inanılması gereken şu dokuz tabakadan oluşmaktadır:

1. Vücud-i Sani’e İman (Allah’ın varlığına inanmak): Allah Teâlâ’nın vacip olan, yani varlığı zorunlu olduğu için yokluğu düşünülemeyen, varlığı zatının gereği olduğundan var olma konusunda başkasına ihtiyacı bulunmayan varlığını tasdik (kabul) etmektir.

Öyle ya, Allah’ın varlığı olmasaydı kâinatın varlığı nereden gelecekti? Hâlbuki kâinatın varlık sebebi, her şeyi Nur isminin tecellisiyle ortaya çıkaran Allah Teâlâ’dır. İşte bu yüzden Allah’ın varlığı mümkün değil vaciptir. Çünkü mümkün, hadistir yani sonradan olandır ve varlığını başkasına muhtaçtır. Dolayısıyla, Allah Teâlâ’nın varlığı vacip olmasaydı varlığını başkasına muhtaç olacaktı. Oysa Allah Teâlâ “İnsanlar! Allah’a muhtaç olan sizsiniz.”[2] buyurmaktadır. Yani hem zatı, hem sıfatları ve hem de varlığının devamı bakımından bütün insanlar Allah Teâlâ’ya muhtaçtır. Allah Teâlâ ise, ne zatı ne sıfatları ve ne de varlığının devamı bakımından insanlara muhtaçtır. Nitekim Allah Teâlâ “Zengin ve övülmeye layık olan ancak O’dur.”[3] buyurmaktadır.

Gerçekte Cenâb-ı Allah’ın âlemleri yaratmış olmasının sebebi, isimlerinin ve sıfatlarının mertebelerini ortaya çıkarmaktır, yoksa yaratılmışlara muhtaç olması değildir. İşte bu yüzden arifler, “Allah, önceden nasıl idiyse şu anda da öyledir.” demişlerdir. Yani kâinatı var etmiş olması, Allah Teâlâ’yı (olumlu veya olumsuz) etkilemiş ve zatında bir değişme olmuş değildir. Aksine, kerim olan Zat-ı Şahanesi yüce bir şan üzere olmaya devam etmiştir.

Bu da bize Kutbu’l-Aktab”ın (Kutuplar kutbu, en büyük kutup, Allah Teâlâ’nın, kendisine yeryüzünde nazar ettiği kişi, Hz. Muhammed’in nübüvvetinin batını) ve “Sultan”ın her asırda ortaya çıkacağını göstermektedir ki, bunlar varlık sırrının sûretleri olduklarından ikişer değil birer tane olurlar. Nitekim organlar çok olmasına rağmen vücut (sır) bir, fonksiyonları çok olmasına rağmen kalp de bir tanedir.

2. Tevhid (Allah’ın birliğine inanmak): Celal sıfatlarının başka bir deyişle selbi sıfatların, yani Allah’ın zatına mahsus olan ve yaratılmışların hiç birisine isnat edilemeyecek olan tenzihî sıfatların özü olup, tevhidin de özü “La ilahe illallah” demektir ki kişi böylece, Allah Teâlâ’nın dışındaki her varlığın uluhiyyetini (Tanrılığını) nefiy (redd) etmiş ve yalnızca Cenâb-ı Hakk’ın uluhiyyetini ispat (kabul) etmiş olur.

Cenâb-ı Hakk’ın ulûhiyetinin tespiti ancak selbi sıfatlarla mümkün olmaktadır. Cisim olmadığı için, cisim ve cismanî olmanın gerektirdiği özelliklerin Allah Teâlâ’da bulunması muhal yani imkânsızdır. Çünkü O, zatı, sıfatları ve fiilleri itibariyle hiçbir varlığa benzemez, hiçbir varlığa ihtiyacı yoktur, varlığının başlangıcının ve sonunun olması da düşünülemez.

Kâfirlerin Allah’a ortak koşmaları vehimlerinden dolayıdır. Çünkü Kendisine isnat ettikleri ortağın gerçek bir varlığı yoktur. Allah’a evlat isnat etmeleri de böyledir. Zira Allah’a evlat olmak için mücaneset yani O’nunla aynı cinsten olmak ve müşabehet yani O’na benzemek gerekir. Ayrıca, ubudiyyet (kul olmak) ile validiyyet (baba olmak) bir yerde toplanmaz. Üstelik bütün varlıklar Cenâb-ı Hakk’ın mahlûku, mülkü ve kuludur.

İslâm âlimlerine göre Yahudi ve Hıristiyanların sadece kelime-i şahadet getirmekle Müslüman olamayacaklarını, ayrıca “Yahudilik, Hıristiyanlık ve diğer batıl dinlerden vazgeçtim.” demeleri gerektiğini belirtelim ki, Resûlullah (sas)’ın ismini bilmek de şarttır.

“La Ma’bude illallah (Allah’tan başka Mabut yoktur)” şeklindeki şahadet avamın, “La maksude illallah (Allah’tan başka gaye yoktur)” şeklindeki şahadet havassın, “La mevcude illallah (Allah’tan başka varlık yoktur)” şeklindeki şahadet ise ehassu’l-havassın tevhididir. Ancak, üçüncüsü hariç ilk iki şahadeti benimseyenlerin tevhidinde gizli şirk (şirk-i hafi) vardır. Çünkü Allah’a ortak koşma vehminden kurtulmuş olan bir kimsede Hakk’ın varlığının dışında bir düşünce kalmaz, hatta bu düşünceden bile kurtulup tam bir vahdet ve hakikat üzere olur.

3. Sıfat-ı Hayata iman (Allah’ın Hayat Sıfatı olduğuna inanmak): Allah Teâlâ’nın Hayy (canlı, diri) olduğunu, yani zatıyla kaim olan ve sağlık, ilim ve kudret vasıflarını içeren bir Hayat Sıfatına sahip bulunduğunu tasdik etmektir.

Varlıklardaki doğal hayat, ciğer (kalp)’deki kanın, bahçe sulayanların açtıkları ince yollar gibi vücudu saran damarlarda dolaşmasıyla mümkün olmaktadır. Eğer bu kan, tuğyan (taşkınlık, bozulmuşluk) durumuna gelmişse, artık beden için sağlık ve hayat değil, hastalık ve ölüm sebebi olacağından hacamat ve kan almak suretiyle vücuttan çıkarılır ve geriye hayat verecek miktarı bırakılır.

Varlıklarda, insani ve hayvani ruhtan kaynaklanan yukarıda sözünü ettiğimiz doğal hayatın haricinde, ancak sahih keşif ile yani anlaşılmaya kapalı olan şeylerin kişiye açılması ve sanki gözle görüyormuş gibi zihninde belirmesiyle bilinebilen ve “zati hayat” dediğimiz bir hayat daha vardır. Dış dünyada varlığına dair bir eser bulunmamakla birlikte bu hayat, hissettiğimiz soyut hayat sıfatının vasfettiği asıl nesnedir. Buradan hareketle, cansız varlıkların (cemadat) bile hayat sahibi olduklarını söyleyebiliriz. Çünkü hakiki hayatın sırrı bulaşmadıkça dış dünyada hiçbir varlık vücut bulamaz.

Sözün özü; var oluş kokusunu asla koklamamış olan ma’dumat (mutlak manada yok olan şeyler) hariç, bütün varlıklarda Allah Teâlâ’nın Hayat Sıfatının sırrı vardır.

4. İlm-i Hakk’a iman (Allah’ın İlim Sıfatı olduğuna inanmak): Allah Teâlâ’nın âlim (her şeyi en ince detayına kadar bilen) olduğunu, yani zatıyla kaim olan ve ister külli (tümel)’ lere, ister cüz’i (tikel)’lere ilişkin olsun bütün ma’lumatı (bilgileri) kapsayan bir İlim Sıfatına sahip bulunduğunu tasdik etmektir.

Demek oluyor ki; Cenâb-ı Hakk’ın bilmediği bir zerre bile yoktur; kumların adedini de bilir, yaprakların adedini de. Bütün varlıklar hakkında bilgi sahibidir. Allah’ın ilmi, bilgisiz ve fikirsiz iken belli bir gayret sarf edilerek sonradan kazanılmış bir sıfat değildir, yani kadimdir. Bütün varlıkların her türlü incelik, detay ve derinliklerine (künhüne) vakıftır.

Peygamberler ve bütün veli kullar haricindeki kimselerin ilmine gelince; bunlar “şu’ur” adı verilen ve perde gerisinden (vera-i hicabdan) edinilen bilgilerdir.

Kâinattaki bütün varlıkların bilgisi Allah’ın ilmine göre yedi denizin bir damlacığı gibidir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de; “Size pek az bilgi verilmiştir.”[4] buyrulmaktadır. Gerçi bu ilahî hitaba Resûlullah (sas) da muhataptır, fakat O’na verilen ilmin azlığı Cenâb-ı Hakk’ın ilmine kıyasladır. Yoksa diğer insanların bilgisi de, Hz. Peygamberin (sas) ilmine kıyasla yedi denizin bir damlacığı gibidir.

İlm-i İlahî Allah Teâlâ’nın zatı, sıfatları ve fiilleriyle alakalı ilimdir. İlm-i rüsum ise, kâinattaki varlıklarla ilgili bilgidir. Nitekim bu ilimle meşgul olanlara “ulema-i rüsum (şekil bilginleri)” ve “ulema-i zahir (görüntü bilginleri)” denir. Çünkü bunların inceledikleri, ilahî hakikatlerin keşif ve tecellilerle yani İlahî hakikat ve nurların Allah’a yönelenlerin kalplerine doğmasıyla değil, akıl ve ara’ (görüşler) ile algılanan görüntüleri ve resimleri (şekilleri)’dir.

5. İrade-i Hakk’a İman (Allah’ın İrade Sıfatı olduğuna inanmak): Allah Teâlâ’nın Mürid (dileyen, isteyen, irade eden) olduğunu, yani zatıyla kaim olan ve bütün varlıklarla ve onlara ait hükümlerle alakalı bir İrade Sıfatına sahip bulunduğunu tasdik etmektir.

İnsan davranışları gibi bütün iradi (istemli) ve taş ve ağaç hareketleri gibi bütün (istem dışı) fiillerin hepsi kaynağını Cenâb-ı Hakk’ın iradesinden almaktadır. Bu nedenle, şâyet Onun ezeli (yaratılmamış, hep var olan) iradesi olmasa hiçbir varlık meydana gelmezdi. Nitekim yaratılmışların hepsi bir araya gelse, Allah dilmedikçe, varlık âleminde iğne ucu veya zere kadar bir şeyi ne eksiltebilirler, ne de arttırabilirler.

“Allah Teâlâ’nın iradesi ile meydana gelen her işte aynı zamanda Onun rızası da vardır” denilemez. Mesela; küfür (inkâr etmek) kâfirin ve ma’siyet (günah işlemek) asinin tabiatı gereği ve cüz’i iradesinin bir sonucu olarak Allah tarafından yaratılmasına rağmen, bu gibi işlerde Cenâb- ı Allah’ın külli iradesi olmakla birlikte rızası bulunmamaktadır.

İster adil ister zalim olsun herkesin yaptığı bütün davranışlar apaçık bir hikmet üzere meydana gelir. Ancak, hakikat dili çekip uzatmaya (yorum ve te’vile) gelmez. Şeriat dili ise yerine göre övmeye ve yermeye müsaittir.

Hakikat penceresinden bakanlar; “insanlar içinde gerçek mürid iradesi olmayandır” demişlerdir. Yani gerçek mürid, kendi iradesinden vazgeçerek kalben Allah’ın iradesine teslim olan kişidir. Zaten gerçekte, Allah Teâlâ’dan başka Mürid (İrade Sahibi) yoktur, kul ise ancak “murad” (irade olunan)’dır. Çünkü irade ademe (yokluk) yöneliktir, vücuda (varlık) değil. Kul, mümkün varlık (varlığını başkasına borçlu) olması bakımından her ne kadar mevcut ise de, ma’dum (yok) hükmündedir. Allah Teâlâ ise, vacib varlık (varlığı zorunlu ve zatının gereği olarak kendinden olan) olması bakımından gerçek mevcuttur. Sonuç olarak; Mürid olmak mevcudun, murad olmak ise ma’dumun sıfatıdır, dolayısıyla Allah Teâlâ murad olmaz.

İrade; insanın bir şeyi kalben istemesi yani ona niyet etmesi demektir. İlim (bilmek) ise iradeden farklıdır. Bu nedenle, kişi iman veya küfrü bilmekle değil, bunlara niyet ve irade etmekle mümin veya kâfir olur. Nitekim bir kimse o günün oruç tutma günü olduğunu bilse fakat niyet etmese, aç ve susuz durmakla oruç sevabı alamaz. Çünkü niyette akit (sözleşme, kararlaştırma) ve ikbal (arzu, istek) vardır, ilimde ise bu anlamlar yoktur.

Hakikat ehli; “Bütün makamların (tasarruf ve hakikat vadisinde elde edilen mertebeler) başlangıcı irade, sonu ise yakin (şüphe olmayan, kesin iman)olup, matlub (istenen) ve la-talep (istemeyen) hariç, iradesi olmayanın yakini de olmaz” demişlerdir. Nitekim bazı kabiliyet sahibi kimselerin istekleri (matlubu) ayağına gelir, bazıları ise isteklerini ancak uzun süre talep etmek ve çalışmak sûretiyle elde ederler, bazıları da isteklerine asla ulaşamazlar. İsteklerine ulaşamamalarının sebebi, ya gerçekten istememeleri yahut isteklerine ulaşma kabiliyetlerinin bulunmayışıdır. Yine de “Hüküm Yüce ve Kerim olan Allah Teâlâ’nındır.”[5]

6. Kudret-i Hakk’a iman (Allah’ın Kudret Sıfatı olduğuna inanmak): Allah Teâlâ’nın Kadir (sonsuz güç ve kuvvet sahibi) olduğunu, yani zatıyla kaim olan ve kudreti dâhilinde olan her şeyi (makdur) arada bir vasıta olmaksızın vücuda getirmeye kadir olduğunu ifade eden bir İrade Sıfatına sahip bulunduğunu tasdik etmektir.

İlahî Kudret, muhal ve mümteni’ olanla yani yokluğu zatının gereği olan ve varlığı asla kabil olmayanla ilgilenmez. Çünkü muhal ve mümteni’ olanın, İlahî Kudretin kendisiyle alakadar olmasını gerektirecek hiçbir kabiliyeti yoktur.

Bu bakımdan eksiklik muhal ve mümteni’ olandadır, yoksa Hakk’ın Kudretinde değildir. Buradan anlaşılmaktadır ki; hariçte varlıkları olmayan fakat Allah’ın ilminde sabit olan varlıklar, İlahî Kudretin kendileriyle alakadar olmasıyla, ayn mertebesinde derhal harici vücutlarıyla var olmuşlar ve her biri kendilerine has sûretlere bürünmüşlerdir. Ancak, muhal ve mümteni’ olanlar, harici vücut sahibi olmaya kabiliyetleri bulunmadığından yokluk karanlığında kalmışlardır.

Allah Teâlâ Kudret Sıfatıyla kendisi üzerinde değil, diğer varlıklar üzerinde tasarrufta bulunur; yani Kudret yüzü halka dönüktür. Bu nedenle; “Allah Teâlâ’nın kendisi gibi bir varlık veya mümteni’ olanı yaratmaya gücü yetmez” demek edepsizlik cümlesinden olup, “gücü yeter mi?” diye soru sormak ise büyük bir hatadır ve buna cevap vermek uygun değildir. “Allah Teâlâ cennet ehlinin aldığı nefeslerin sayısını bilebilir mi?” diye soranlara; ise “Cenâb-ı Hakk cennet ehlinin aldığı nefeslerin sayısının olmayacağını bilir.” şeklinde cevap vermek gerekir. Kısacası, Allah Teâlâ’nın yüce sıfatlarını yaratılmış varlıkların sıfatlarıyla mukayese etmemek ve -Allah muhafaza- yüce şanına yakışmayacak şekilde ileri geri konuşmamak gerekir.

Etkin kudret (kudret-i müessire) Cenâb-ı Hakk’ın İlahî kudretidir. Eser mahalli (etkilenen mahal) olan kul bu kudretten şüphesiz etkilenir, fakat bu zorlayıcı bir etki değildir. Yani İlahî kudretin tesiri sonucunda meydana gelen insan davranışları ile cansız varlıkların davranışları bir tutulmamalıdır. Özetle, İlahî tesir (cebr-i ilahî), insandan sağlıklı (istemli) fiillerin ortaya çıkmasına engel değildir.

Yayın okun atılma mahalli olması bu duruma güzel bir örnektir. Nitekim okun atılması atanın gücüne bağlı zannedilir, fakat yay da bu gücün ortaya çıktığı mahal olduğundan yayın gevşek veya gergin oluşu, oku atanın gücünü sınırlamakta ve okun hızını etkilemektedir.

Bu örnekte olduğu gibi, kulun kabiliyetleri de, o fiili özel bir şekilde ortaya çıkarma konusunda İlahî Kudreti sınırlamaktadır. İşte bu yüzden, gerçek kudret sahibi Allah Teâlâ olmasına rağmen, güç ve kudret kula nispet edilmekte ve bu duruma “kesb (kazanma, elde etme) mertebesi” denilmektedir.

7. Sıfat-ı Sem’a iman (Allah’ın İşitme Sıfatı olduğuna inanmak): Allah Teâlâ’nın Semi’ (her şeyi duyan, işiten) olduğunu ve mesmuatı (işitilme özelliği olan her şeyi)  en mükemmel bir şekilde keşfeden bir İşitme Sıfatına sahip bulunduğunu tasdik etmektir.

Buradan işitme (sem’) ile bilmenin (ilim) birbirinden ayrı (bağımsız) sıfatlar olduğu anlaşılır ki, bilmek ma’lumatla, işitmek ise mesmuatla ilgilidir.

Allah Teâlâ’nın işitmesi kulak, kulaklık vb. bir alet vasıtasıyla olmadığından uzaktakini de yakındakini de mükemmelen işitir. Nitekim zifiri karanlıkta, siyah bir taşın üzerindeki kara karıncayı gördüğü gibi, o karıncanın ayak sesini de işitir. Dua edenleri işitir ve dualarını kabul eder, hamd edenleri işitir ve onları mükâfatlandırır. İşitmesine hiçbir şey engel olamaz ve bu durum asla değişmez.

Manen kemale erip işitme kabiliyeti güçlense, yakınlık ve uzaklık hali ortadan kalkar ve insan, gezegenlerin (eflak) hareket ederken çıkardığı sesleri ve okyanustaki balıkların tesbihatını (Allah Teâlâ’yı zikrederken çıkardıkları sesleri) bile işitir. “Bu ise, Allah’ın dilediği kimseye bahşettiği bir lütfüdür.”[6]

8. Sıfat-ı Basara iman (Allah’ın Görme Sıfatı olduğuna inanmak): Allah Teâlâ’nın Basir (her şeyi görüp anlayan) olduğunu ve mubsaratı (görülme özelliği olan her şeyi) bütün detaylarıyla en mükemmel bir şekilde keşfeden bir Görme Sıfatına sahip bulunduğunu tasdik etmektir.

Görmek (basar) ile bilmek (ilim) birbirinden ayrı (bağımsız) sıfatlardır.

Allah Teâlâ’nın görmesi (rü’yet) göz organı ile olmadığından, ortamın karanlık ya da aydınlık olması fark etmez. O, varlıkları yokluk hallerinde bile müşahede eder (görür).

İnsanın görmesi ise böyle olmamakla birlikte, Hakikat Ehli demiştir ki; “Sadece Allah Teâlâ’ya mahsus bulunan ve vacib olan vücud sıfatı dışında, kabiliyeti ölçüsünde kulun, Hakk’ın sıfatlarıyla muttasıf olması mümkündür.” Nitekim varlığını günah kirlerinden temizlemek (tezkiye-i vücud) sûretiyle kendisini engelleyen sınırlardan kurtulan seçkin kimseler, hiçbir engelle karşılaşmadan aynı anda hem doğuyu hem batıyı seyredebilmektedir. Dahası, Zerka-i Yemaniyye adındaki bir kadın “ismid” (rastık taşı, antimon) denilen sürmeyi gözlerine sürünce üç günlük uzaklıktaki şeyleri görürdü.

Bedene (göze) sürülen bir ilaç ile görme kuvveti bu kadar artabiliyorsa, ruha uygulanacak manevi bir tedavi sonrasında görme gücünün ne denli artacağını varın siz hesabedin.

9. Sıfat-ı Kelama iman (Allah’ın Konuşma Sıfatı olduğuna inanmak): Allah Teâlâ’nın Mütekellim (konuşan, konuşucu) olduğunu ve “Rahmanî Nefes” diye de isimlendirilen boğaz, dil, sözcük, harf ve sese ihtiyaç duymayan bir Kelam (Konuşma) Sıfatına sahip bulunduğunu tasdik etmektir.

Rahmanî Nefes; bütün mertebe ve hakikatlerin belirdiği emmare mertebesinde gaybdan ve ilim mertebesinden zahir ve sadır olmuş (taşarak ortaya çıkmış) bir ilahî tecellidir.

Kelam Sıfatının hafa (gizli kalma) ve zuhur (aşikâr olma) gibi özellikleri varsa da, bunlar bu sıfatın muhataba taalluk edip etmemesiyle ilgilidir. Yoksa Allah Teâlâ’nın mütekellim (konuşan, konuşucu) olması, ezeli ve ebedidir; yani Cenâb-ı Allah bu sıfata hep sahip idi ve daima sahip olacaktır.

Kelam Sıfatının muhatabı, cisim olmaları yönüyle sonlu, İlahî Kudretin kendilerine taalluk etmesi bakımından ise sonsuz olan yaratılmış bütün varlıklardır. Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın “ol! (kün)” hitabını işiten bütün varlıklar, Kur’ân-ı Kerim’de de işaret buyrulduğu gibi[7] derhal varlık sahasına çıkarlar.

Hakikat Ehli ile bazı zahir uleması buradaki “ol!” hitabını hakikat makamında ele alarak; “Varlıklar henüz Cenâb-ı Allah’ın ilminde iken, İlahî buyruğu duyar duymaz hemen ayn âlemi ne çıktılar” demişlerdir. Ancak, varlıkların İlahî hitabı henüz Allah’ın ilminde iken işitmeleriyle bu dünyaya geldiklerinde işitmeleri aynı değildir.

Bu nedenle, akıllı bir kimse, gaib ile şahidi (olanla olmayanı) ayırt edebilmeli, yani mertebeleri karıştırmamalı ve “Şari’i A’zam (en büyük kanun koyucu)” olan Allah Teâlâ bir işi ne şekilde tespit etmiş ise o da o şekilde kabul edip hakkında lakırdı etmemelidir. Çünkü Allah Teâlâ, kadim olan kelamını ve “ol!” hitabını işittirmeye her şekilde kadirdir.

Hakikat Ehline göre anne karnındaki ceninde ilk olarak işitme melekesinin geliştiği gibi, henüz Allah’ın ilminde olan varlıklarda da ilk olarak işitme mertebesi ortaya çıkmaktadır.

İlahî Kelamdan ilk olarak işitilen “Elestü bi-Rabbiküm (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?)” sözü, varlıklardan bu soruya gelen ilk karşılık ise “bela (evet)” cevabı olmuştur. Nitekim bu hitapta geçen “Elestü” kelimesinin ilk harfi olan “elif (e)” ile ilk başlangıca (mebdeiyyet-i ula yani ilk İlahî kelam) ve “bela” kelimesinin ilk harfi olan “b” harfiyle de ikinci belirlemeye (ta’yin-i sani yani sarf edilen ikinci söz) işaret vardır.

“B” hakikatte “elif”tir ve yedi noktadan oluşur. Mümkün ile vacibin farkını belirtmek için “b”nin altına bir nokta konulmuştur ki bu nokta, hem varlık mertebelerini birbirinden ayırmakta (temyiz), hem de hakikatleri aydınlatmaktadır.

Bu yüzden, Allah Teâlâ’nın fiili kelamı olarak noktaya nazır olan insan, Cenâb-ı Hakk’ın lâfzî kelamı olan Kur’ân-ı Kerim’e “bismillah” diyerek “b” ile başlamaktadır ki böylece lafızda olan başlangıç (mebdeiyyet) manada olan başlangıca delil olmaktadır. Bunun sonucu olarak da, “O Evvel (İlk), Ahir (Son), Zahir (Görünen) ve Batın (Gizli olan)dır”[8] sırrı ortaya çıkmaktadır.

Buraya kadar açıkladığımız, Allah Teâlâ’ya imanı bildiren bu toplam dokuz subuti sıfatın, Hayat’tan Kelam’a kadar olan son yedisine “ikram sıfatları” adı verilir. Subuti Sıfatların sonuncusu olan Kelam Sıfatı, kemal (mükemmeliyet) mertebelerinin de sonuncusudur. Zaten kelam sözcüğü, “kemal” kelimesinin ters çevrilmiş (“m” harfi ile “l” harfinin yer değiştirmiş) halidir.

Allah Teâlâ, Hz. Âdem (as) ve çocuklarını bu son yedi sıfat ile yaratmış ve Hz. Âdem (as) sahip olduğu bu sıfatlarla ortaya çıkarak “Rahmanî bir sûret” kazanmıştır.


2.Bölüm
B) İmanın İkinci Şubesi:

Allah Teâlâ’nın fiilleri ve İlahî hükümlerle alakalı bir derece olup, inanıp tasdik edilmesi gereken şu dört iman konusunu içermektedir:

1. İman bi’l-Melaike (Meleklerin varlığına inanmak): Meleklerin, Allah Teâlâ’nın kulları ve Onunla Peygamberler arasındaki elçileri olduğunu tasdik (kabul) etmektir.

Melekler kadına veya erkeğe ihtiyaç duymazlar, çünkü onların erkeklik veya dişilikleri yoktur. Melekler Cenâb-ı Allah’a mutlak itaat halindedirler, çünkü onlar için isyan veya itaatsizlik asla söz konusu değildir. Nitekim Kur’ân’da; meleklerin, Allah Teâlâ’nın buyruklarına asla karşı gelmedikleri ve emrolundukları şeyi aynen yaptıkları[1] beyan edilmektedir. 

Meleklerin Cenâb-ı Allah’a isyan veya buyruklarına itaatsizlik edebileceğini düşünmek veya söylemek, nassı (âyetleri) inkâr anlamına gelir ki bunun sonucunda kişi kâfir olur.

Harut ve Marut ismli melekler insan suretine büründükten sonra; “Biz sizi imtihan için gönderildik, sakın ola ki size öğreteceğimiz şeylere inanarak (aldanarak) kâfir olmayın!”[2] dedikten sonra insanlara sihir ve büyü yapmayı öğretmek suretiyle zahirde ma’sıyet (suç, günah) işlemiş görünseler de, bu davranışları insanları sınamak için İlahî emre istinaden olduğundan, yaptıklarının hakikatte isyan değil bilakis itaat olduğu anlaşılacaktır.

İblis’e (Şeytan) gelince o, melekler zümresinden değil cin taifesindendir. Kur’ân’da istisna şeklinde olsa da adı meleklerle birlikte anıldığı[3] için, İslâm bilginlerinden bazıları onun da bir melek olduğunu vehmetmişler, fakat hata etmişlerdir. Çünkü melekler, Allah Teâlâ’nın Nur isminin tecellisinden yaratılmış soyut varlıklar (ukul-i mücerrede) olduklarından onlarda günah ve isyan kirleri (zulmet-i ma’sıyet) olmaz.

Gerçi akıl (mantık) kurallarına göre, melekleri isyan etmezler diyerek övmekle, aynı zamanda isyan etmelerinin imkânından da söz edilmiş olunur. Fakat olması mümkün ve caiz olan şeylerin, her zaman gerçekleşmediği de unutulmamalıdır. Nitekim “teklif-i ma-la yutak (gücünü aşan şeylerden kulu sorumlu tutmak)” veya “ta’zib-i beri (suçsuzu cezalandırmak)” gibi. Yani bu gibi fiilleri gerçekleştirmek Cenâb-ı Allah için mümkün (gücü dâhilinde) ise de, hiçbir zaman gerçekleşmemiştir.

Melekler tek sınıftır ve hepsi itaatkârdır. İnsanlar ve cinler ise yapıları gereği mümin ve kâfir olmak üzere ikişer sınıftır ve itaatkârları olduğu gibi asileri de vardır. Dolayısıyla melekleri insanlarla ve cinlerle mukayese etmemek gerekir.

Melekler konumları itibariyle iki kısımdır:

1) Ervah-ı müheyyeme: Bu gruba dâhil olan melekler, Allah aşkıyla mütemadiyen Hakk’ı müşahede (seyir, temaşa) ile kendilerinden geçmiş bir halde olduklarından, ne varlık (âlem) bilirler ne de yokluk (adem).

2) Müdebbirat: Bu gruptakiler ise, yeryüzü semasında takdir olunan ve feleklerle insan ve diğer varlıkları ilgilendiren işleri yürütmeye vekil kılınmış meleklerdir. En seçkinleri; Cebrail tenzil (vahiy indirmek), İsrafil nefh-i Sur (Sur’u üflemek), Mikail ifaza-i erzak (rızıkları dağıtmak) ve Azrail kabzı ervah (canları almak) ile görevlendirilmiştir. “Katibeyn” denilen ikişer melek de, her sabah ve akşam insanları takip işine vekâlet etmekte olup, bunlardan sağda olanları yapılan hayırları (iyilikler), solda olanları ise işlenilen şerrleri (kötülükler) yazarlar (kaydederler).

Cinler gibi melekler de çeşitli şekil ve kılıklara girebilirler ki “insan-ı kâmil” de böyledir. Ancak, şekillerinin değişmesiyle asıl yapılarının da değiştiği anlaşılmasın; onlar hakikatte yine cin, melek veya insandırlar. Çünkü bir şeyin şekli ve kılığı değişince aslı (hakikati) değişmez. Nitekim Cebrail (as), Dıhye isimli sahabinin kılığına girerek Peygamber (sas)’in huzuruna gelmekle,[4] gerçekten Dıhye olmamış hakiki yapısı gene melek olarak kalmıştır.

“Her şey kendine has özelliklere sahip olarak var olur” kuralına göre hareket etmek her ne kadar caizse de, “Cebrail (as) insan kılığına girdiği zaman, acaba insana has özellikleri de taşımakta mıdır?” şeklinde soruşturmak iyi bir şey değildir. Bu gibi konularda en iyisi edebe riayettir. Çünkü “Meleklerden herhangi birini küçümseyen (alaya alan) veya ayıplayan kişi kâfir olur” hükmü verilmiştir.

Alay ve düşmanlık etmek kastıyla değil de, ölümün kötülüğünü anlatmak maksadıyla söylenmesi hariç, “Senin yüzün bana Azrail’in yüzü gibi (kötü) geliyor” diyenin kâfir olacağı gibi. “Ben Cebrail ve Mikail’i bile şahit olarak kabul etmem (onlara güvenmem, sözlerini değerli ve güvenilir bulmam)”, “Hem bir melek olacaksın hem de böyle yapacaksın, yazık sana!” demek de böyledir.

2. İman bi’l-Kütüb (Kutsal Kitaplar indirildiğine inanmak): Allah katından bazı İlahî Kitap ve Sayfaların (Kütüb ve Suhuf-i İlahîyye) indirildiğini tasdik etmektir.

Bazı haberlere göre sayıları yüz dört olan bu İlahî Sayfaların dördü büyük (hacimli) Kitap şeklinde olup şunlardır: Tevrat, Zebûr, İncil ve Kur’ân-ı Kerim. Bunların “Kitap” ismiyle anılmayı hak edenleri yalnızca Tevrat ve Kur’ân-ı Kerim olup, diğerlerine “Kitap” denilmesi mecazidir; çünkü diğerleri az sayıdaki sayfalardan ibarettir.

Kütüb-i Münzeleye iman; hepsinin Allah katından gönderildiğine ve öncekilerin mensuh olmayan (nesh edilmemiş, yani yürürlükten kaldırılmamış veya yenisiyle değiştirilmemiş) ve Kur’ân-ı Kerim’in reddetmeyerek kabul ettiği bütün hükümlerine inanmak ve kabul etmek demektir. Çünkü dindeki temel inanç ve ibadet esasları (usul-i şerai’) hiç değişmemiş, hatta sonraki Kitaplarda da varlığını muhafaza eden detay kabilinden bazı ameli hükümler (ahkâm-ı ameliyye) bile olmuştur. Hz. İbrahim’in (as) dinine uymak gibi.

Kur’ân-ı Kerim’e icmalen (topluca) inanmak her kese farz, fakat tafsilatına (bütün teferruat ve detaylarına) inanmak farz-ı kifayedir (yani her kesin bu şekilde iman etmesi şart değildir). Aksi halde, insanlar çok büyük sıkıntı yaşarlar ve hayatları mahvolurdu.

Öyleyse, Muhammed Ümmeti olarak bizler, Kur’ân’ın tafsilatına imanla mükellef değiliz, fakat tafsilatıyla amel etmekten sorumluyuz. Diğer İlahî Kitaplara ise, tafsilatıyla inanmakla yükümlü olmadığımız gibi, tafsilatıyla amel etmekten de sorumlu değiliz. Yani, Kur’ân-ı Kerim’in dışındaki İlahî Kitaplara karşı sorumluluğumuz, onlara topluca inanmaktan ibarettir.

Kur’ân-ı Kerim, hem nazmı hem de manası bakımından “muciz” yani, benzerini ortaya koymaktan varlıkları aciz bırakandır. Nitekim Arapçayı en iyi ve en güzel konuşan Arap edip ve şairleri dahi onun en kısa bir sûresinin bile benzerini ortaya koyamamışlardır.

Kur’ân-ı Kerim’i önceki İlahî Kitaplar da haber vermekte olduğundan, onu inkâr (redd) eden kâfir olur.

Neml sûresindeki “besmele”yi[5] inkâr etmek de küfürdür. Sûre başlarına teberrüken (mübarek sayarak) konulan diğer besmeleler ise, aslında bir tek besmele ve bir tek âyet hükmünde olup, bazı âyetlerin bazı sûrelerde tekrarlanması gibi, aynı besmele sûre başlarında tekrarlanmaktadır. Zahir bilginleri, besmelenin Kur’ân’ın aslından olup-olmadığı konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerse de, Hakikat Ehli; “Besmelenin Kur’ân’ın aslından olduğunda şüphe yoktur” diyerek, aksini söylemeyi küfür saymışlardır.

Kur’ân-ı Kerim’e imanın gereği olarak; onu tazim (yüceltme)’den geri durmamak, âyet ve hükümlerini küçümsemek yahut hafife almak veya başka iş ve söz ile meşgul olan kimselerin yanında okuyarak ona saygısızlık yapmaktan şiddetle kaçınmak her müminin asli görevidir.

Kur’ân-ı Kerim’e “mahlûk (yaratılmış)” diyen küfre girer. Çünkü o, hakikati yönüyle İlahî Kelamdır ve mahlûk değildir. Lafzı bakımından ise hadistir; yani sonradan meydana gelmiştir, dolayısıyla mahlûktur. Fakat lafız yönüyle hadis olması asıl (hakikat) yönüyle hadis olması sonucunu doğurmaz. Nitekim bir kimse yeni elbiseler giydiğinde kendisi de yenilenmez.

3. İman bi’r-Rusul (Peygamberlere inanmak): Cenâb-ı Hakk’ın, yaratılmış varlıklar içerisinden seçerek onlarla kendisi arasında iletişim vasıtası olarak görevlendirdiği nebi ve Resûlleri tasdik etmektir.

Peygamberler, diğer varlıklara göre üstün meziyetlere sahip seçkin kimseler olduklarından Cenâb-ı Hakk’tan birtakım feyizler alırlar ve içlerinden biri olmaları hasebiyle de aldıkları bu feyizleri hemcinslerine iletirler. Çünkü bütün insanlar direkt olarak Cenâb-ı Hakk’tan feyiz almaya muktedir olmadıklarından, dini hüküm ve İlahî buyrukları bilmek ve böylece Cenâb-ı Hakk’a her yönden kurbiyyet (yakınlık) sağlamak için Peygamberlerin aracılığına ihtiyaç duymaktadırlar. Zira insan aklı sınırlıdır ve tek başına her hakikati kavramaya yeterli değildir. Bu sebepten, hususi bir rahmet olsun diye ve İlahî hikmetin bir gereği olarak Peygamberler gönderilmiştir.

Peygamberlerin peygamber olarak gönderildiklerini ispat etmek ve insanları bu hususta ikna etmek için mu’cizeler gösterirler; basireti (kalp gözü) açık olanlar gerçeği kavrar ve iman ederler, manen kör olanlar ise hakikati reddeder ve kâfir olurlar.

İnsan yaratılışı bakımından bütün yaratılış biçimlerine sahip olduğundan ve bütün kemalatı (mükemmellikler) ihtiva ettiğinden, Peygamberler meleklerden daha üstün ve faziletli (efdal)’ dirler.

Eğer, “Meleklerin insanlardan daha yüksek bazı makam ve mertebeleri var!” denilecek olursa, “Peygamberlerde de üstünlük ve faziletlerin en büyüğü (fazilet-i cem’iyyet-i kübra) vardır” deriz. Nitekim Resûlullah (sas) Mirac gecesi Beyt-i Makdis’te diğer Peygamberlere imam olduğu gibi, Beyt-i Ma’mur’da meleklere de imam olmuş, fakat Arş’ tan daha yücelere doğru yolculuğu sırasında meleklerin en faziletlisi olan Cibril (as) kendisine yol arkadaşlığı bile edememiştir. Çünkü bu yolculuk, bütün kemal tecellilerini cami’ (toplayan) çok özel bir seyahattir. Melekler ise her ne kadar “nur”dan teşekkül etmiş ve mücerred (Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyden soyutlanmış) bir akla sahibi iseler de, kemalleri (yetkinlikleri) insanın kemalinin bir parçası mesabesindedir.

İnsan ve cin topluluklarında her kesin kendine göre bir mertebesi vardır. Kâmil insanın (insan-ı kâmil) mertebesi ise bunların hepsinin üstündedir. Dolayısıyla, insanın yükseldiği “müşahede” makamına meleklerin yaklaşması bile mümkün değildir.

Çünkü “müşahede (kalp gözüyle yani manen görme)” ve “rü’yet (beden gözüyle görme)” için yalnız nurani bir yapıya (kemal-i letafet) ve mücerred bir akla sahip olmak yetmez. İlave olarak “cem’iyyet” yani akıl ve nefsin aynı kişide birleşmesi de gerekir ki, bu durum kimde daha mükemmel bir şekilde gerçekleşirse, onun rü’yet ve müşahedesi daha yüksek olur.

Peygamber (sas) Efendimiz, ruhlar âleminde (âlem-i ervah) bilfiil peygamber olduğu gibi, kıyamete kadar da bilfiil peygamberdir. Çünkü O’nun Allah katından getirdiği din nesh edilmeyecek yani yerine bir başka din gönderilmeyecektir.

Denilebilir ki; peygamberlik mertebesi (mertebe-i nübüvvet) dinin zahirinde baki kalmış ve velâyet mertebesi (mertebe-i velâyet) “kutb-i vücud” ta ve diğer “aktab” ta ortaya çıkmış, getirdiği Hanif Dini de onlar sayesinde ayakta durmaya devam ettiği için ümmetinin âlimleri peygamberlere bedel olmuştur.

Peygamber (sas), Peygamberlerin sonuncusu (Hatemü’l-Enbiya) ve getirdiği İslâm dini de kıyamete kadar baki olduğundan, O’nun halen bilfiil peygamber olduğuna inanmak vacip (yani mümin sayılmak için zorunlu)’dir. Bu nedenle, bir kimse Peygamberin (sas) peygamber olduğunu bilse (tasdik etse), fakat son peygamber olduğunu bilmese (kabul etmese), mümin olmaz. Şerefli ismini bilmek (tasdik etmek) de İslâm’ın şartları arasındadır.

Diğer Peygamberler ise, ruhlar âleminde bilfiil peygamber olmayıp, yaratılışlarındaki şartlar tamamlandıktan sonra özel (sınırlı) bir zaman diliminde bilfiil peygamber olmuşlardır. Kendileri dünyadan göçtükten sonra getirdikleri dinler de nesh edilmiş olduğundan, artık onlara bilfiil peygamber demek için bir neden kalmamış bulunmaktadır. Bu yüzden, onların yaşadıkları zaman diliminde peygamber olduklarına inanmak yeterlidir.

Hz. İsa (as), ahir zamanda yeryüzüne indiğinde yeni bir din getirmeyerek Peygamber (sas) Efendimizin dinini yürütmesi (yani peygamber değil bir veli olarak gelmesi) gerekir. Çünkü bunun aksi bir durum nassa (Kur’ân-ı Kerim’e) aykırıdır.

Öyleyse, “Hz. İsa’nın inmesi velâyetin (velâyet-i amme), Mehdi’nin ortaya çıkışı ise hilafetin (hilafet-i hassa) sonlandırılması içindir.” diyebiliriz.

Peygamberler Allah katından aldıkları her türlü bilgiyi insanlara aynen (ilave, eksiltme veya değişiklik yapmaksızın) tebliğ etmişlerdir. Peygamberlerin ilki Hz. Adem (as) ve sonuncusu Hz. Muhammed (sas) olup, sayılarının yüz yirmi dört bin veya iki yüz yirmi dört bin olduğu “haber-i vahid”[6] ile sabittir. Fakat en güzeli, rakam telaffuz etmeden hepsinin peygamberliğinin hak ve kendilerinin de sadık (emin, güvenilir ve dosdoğru) kimseler oldukların tasdik etmek ve öylece inanmaktır.

Evliya (veli kullar) niyet, söz ve fiil bakımından günah işleme hususunda korunmuş (mahfuz)oldukları gibi, Peygamberler de masumdurlar yani asla günah işlemezler. Fakat konu ile ilgili nassın (âyet-i kerime ve hadis-i şerifler) yorumlanması (tevil) ve âlimlerin onlardan çıkardığı hükümlere (ictihad) dayalı olarak, Adem (as)’in cennette iken yasak meyveden yemesi gibi, “zelle” adı verilen bazı küçük hatalar işleyebilmeleri söz konusudur.

Gerçi Adem (as)’in bu hatası, insanın yeryüzüne halife tayin edilmesi ve ondan diğer insanların türemesi gibi sayısız İlahî hikmet ve faydalara önayak olduğundan, bu uzaklaşma (bu’d) aslında yakınlaşma (kurb) hükmündedir. Nitekim Peygamber (sas)’den sadır olan bazı hatalar da (sehviyyat), ümmetin dinini daha iyi öğrenmesi (teşri’-i ümmet) gibi İlahî hikmete dayalı olarak ortaya çıkmıştır. Bazı hatalar ise müşahede yoğunluğundan (istigrak-ı müşahede) kaynaklandığından bunlara hata (sehiv) bile denilemez.

Ama biz yine de “hata” diyelim; çünkü Peygamberlerin her yönüyle masumiyetini yani hata bile işlemeyeceklerini kabul etmek, onlardan bu gibi hataların ortaya çıkmasındaki İlahî hikmet ve faydaları göz ardı etmek olur.

Bu nedenle, şâyet imamın kendisi hata etmeseydi, imama uyanların (me’mum) yapacakları hatanın hükmü anlaşılamazdı. Buradan çıkarılacak hüküm ise şudur: İmamiyye Mezhebi mensuplarının iddialarının aksine olarak, imamın ma’sumiyet (ismet) sıfatına sahip olması şart değildir.

4. Hudus-i âleme iman (Âlemin hadis olduğuna inanmak): Âlemin (kâinat), bütün unsurlarıyla hadis olduğunu (yani yok iken sonradan ortaya çıktığını, ezeli olmayıp varlığının bir başlangıcı bulunduğunu) tasdik etmektir.

Bir şeyin yokluktan (adem) varlık (vücud) sahasına çıkmasına / çıkarılmasına “hudus” denilir ki buradan; her ne kadar bilimsel metotla veya keşif yoluyla hiç kimse henüz tespit edebilmiş değilse de, alemin bir başlangıcının olduğu anlaşılmaktadır.

Adem (as)’den önce “Can kavmi ” yaratılmıştır. Can kavminden önce dünyada her biri binlerce yıl hayat süren beş tür topluluk var idi. Bunların yaratılışından önce uzayıp giden zamanı ise Allah Teâlâ bilir.

Hz. Adem, Can kavminden altmış bin yıl sonra yaratılmış ve kendisine yedi bin yıl süren “devr-i sünbüle (başak çağı)” verilmiştir. Hatta Adem (as)’den önce yüz bin Adem (as) daha geldiği bildirilmektedir.

Bütün bunlar da bize, filozofların (hukema) iddialarının aksine, bu âlemin hadis olduğunu yani kadim olmayıp varlığının bir başlangıcı bulunduğunu göstermektedir. Çünkü şâyet âlem hadis değil de kadim olsaydı, kıyamet, yeniden dirilme ve Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda toplanmanın (ba’s ve haşr u neşr) olmaması gerekirdi. Hâlbuki bu hakikatlerin varlığı nass (Kur’ân-ı Kerim) ile bildirilmiştir. Nitekim filozoflar, âlemin kadim olduğu görüşünü ileri sürmekle haşri reddetmiş olduklarından, tekfir edilmişler yani küfre girmekle suçlanmışlardır.

Ancak şu hususa açıklık getirmeliyiz ki; burada filozoflar âlemin sûret bakımından baki olduğunu iddia etmeleri nedeniyle küfürle suçlanmışlardır. Yoksa “âlemin sureti fani (sonlu, ölümlü), hakikati (melekûtu) ise bakidir!” demek küfür değildir.

Çünkü her varlığın aslı, özü (cevher-i aslisi) ve mayasının hamuru bakidir. Nitekim insanın da “acbu’z-zenebi”[7] (kuyruk sokumu kemiğinin altında bulunan ve insanın ilk yaratılışında olduğu gibi yeniden diriltilirken de bedenin özünü oluşturacak olan, iğne başı büyüklüğündeki kemik veya bir tür genetik şifre) ile ruhu baki, cesedi ise fanidir.

Kısacası, Allah Teâlâ ezeli ve ebedi (kadim ve baki), fakat O’nun dışındaki bütün varlıklar mutlak sûrette hadistir. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır: “Allah Teâlâ’nın yaratmış olduğu varlıkların ilki akıldır.”[8] Yaratılmış ilk varlık olarak akıl hadis olduğuna göre, akıldan sonra var edilen diğer bütün varlıkların hadis olması kaçınılmazdır.

Ancak “bir varlığın hadis olması onun baki olmasına engeldir” diyemeyiz. Çünkü fani olmak bazı durumlarda mutlak manada fani olmayı gerektirmez. Mesela yedi varlık (Arş, Kürsü, Levh, Kalem, Cennet, Cehennem ve Ruhlar) bazı İslâm bilginlerine göre hiç fena bulmayacak (yok olmayacak)’tır. Bazılarına göre ise bunlar bir an için de olsa yok olacaktır. Elbette ki işin doğrusunu en iyi Allah Teâlâ bilir.

3.Bölüm
C) İmanın Üçüncü Şubesi:

“Meadiyye” yani öldükten sonra dirilme (ba’s) ve ahiret hayatı ile ilgili sekiz iman konusunu içeren bir derecedir.

1) İman bi’l- ba’s (Öldükten sonra dirilmeye inanmak): Bütün ölülerin Allah Teâlâ tarafından diriltilip kabirlerinden çıkartılacağını tasdik (kabul) etmektir.

Nitekim sura birinci üfürülüş (nefha-i ula)ile kıyamet kopup yeryüzünde “Allah, Allah” diye sürekli zikir halinde olan bir “insan-ı kâmil” bile kalmayarak hepsi ahirete göç edince, âlem (evren, kâinat) ruhsuz beden (ceset) haline gelir.

Bundan sonra Cenâb-ı Allah yeryüzüne yaklaşık kırk gün boyunca insan nutfesi (döl suyu, meni) gibi beyaz ve oldukça yoğun bir yağmur yağdırır. Vahşi hayvanların karınlarında ve kuşların kursaklarında dahi olsa insanlara ait ne kadar parça (hücre) varsa bunları asıl parçalarına ekleyerek hepsini bir yere topladıktan sonra da, sura ikinci üfürülüş (nefha-i saniyye) ile onları yeniden canlandırır ki buna “ba’s ve neşir” denir. Daha sonra ise melekler vasıtasıyla onları“mevkıf”e doğru sevk eder ki buna da “haşr” adı verilir.

Kur’ân-ı Kerim haber verdiği için bu şekilde iman etmek kişiye farzdır.

Demek ki ba’s ve haşr, bazı dar görüşlü kimselerin anlayışlarının aksine,  yalnızca ruhların diriltilmesi demek olmayıp,  aynı zamanda ruhlarla birlikte bedenlerin de diriltilmesi demektir. Bu duruma Hz. Üzeyir (as) kıssasında[1] işaret buyrulmaktadır.  Nitekim Allah Teâlâ, Hz. Üzeyr’i öldürüp yüzyıl sonra tekrar dirilttiğinde eşeğini de onunla birlikte öldürmüş ve diriltmiştir. Burada eşek ile Hz. Üzeyir (as)’in bedeni arasında bir benzerlik vardır. Şöyle ki; eşek Hz. Üzeyir (as)’in bineği olduğu gibi, beden de ruhun bineğidir ve ona bağlıdır. İşte bu yüzden ikisi (ruh ve beden) birlikte diriltilir.

Mahsüs (beş duyu ile algılanan)varlık ile ma’kul (beş duyu ile algılanamayıp ancak akıl ile kavranan) varlığın bir arada yaratılması, nimet verme ve azap etmenin birlikte olması gibi hususlar İlahî kudretin yüceliğini ortaya daha iyi çıkarmaktadır.

Yani ruhani (manevi) nimet ve azap olacağı gibi, cismanî (maddi) nimet ve azap da olacaktır. Demek oluyor ki, ahiret hayatı yalnızca akıl ile kavranılan (ma’kul) ruhani bir hayat değildir, çünkü böyle olması işin özüne aykırıdır. Zaten bu şekilde olacağını iddia etmek, peygamberleri yalanlamak anlamına geleceğinden küfrü gerektirir. Kısacası; öldükten sonra dirilmeye (ba’s) iman etmek vacip (zorunlu), inkârı ise küfürdür.

2) Vakfeye iman (Kıyamet günü durdurulup sorgulanacağına inanmak): Kıyamette, insana her birinde ayrı bir konuda soruların sorulacağı; sorulara doğru cevap verenin kurtulacağı, yanlış cevap verenin ise biner yıl açlık, susuzluk, gam ve sıkıntı içerisinde kalacağı elli adet durak (konaklama yeri) bulunmaktadır.

Bunlardan özellikle İlahî durakta (Mevkıf-i İlahî) şu on iki konuda sorular sorulur:

1.  Unuk-i rikab (Köle azad etmek),

2.  Kur’ân-ı Kerim,

3.  Cihad,

4.  Gıybet (Mümin kardeşini çekiştirmek),

5.  Nemime (Söz getirip-götürmek),

6.  Kizb (Yalan söylemek),

7.  İlim talebi ve tahsili,

8.  Ucub (Kendini beğenmek),

9.  Tekebbür (Büyüklenmek),

10. Kunut min rahmetillah (Allah Teâlâ’nın rahmetinden ümit kesmek),

11. Emn min mekrillah (Allah Teâlâ’nın tuzağından emin olmak),

12. Hakku’l car (Komşu hakkı).

Bu duraklarda konaklamak nassla sabit olduğundan, bunlara inanmak vacip yani zorunludur. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de; “Rabbi’nin makamından (huzurunda bulunmaktan) korkanlara iki cennet vardır”[2] buyrulmaktadır.

Âyet-i kerimede geçen “makam” kelimesiyle anlatılmak istenen; Kıyamette kulların hesap vermek üzere konakladıkları, “İlahî divan ve Hakk’ın huzuru” denilen bu durak olsa gerek.

3) Hesaba iman (Dünyada yapılanlardan Kıyamette hesap verileceğine inanmak):

Dünya hayatında iken yapılanların Kıyamette hesabının verileceğinin hak olduğunu kesin bir şekilde tasdik etmektir. Kıyamet günü kişinin her türlü ameli, hayır ve şer (iyi-kötü) diye sınıflandırılarak cezası (karşılığı) takdir olunur. Şöyle ki önce, bütün halk kabirlerinden çıkarılır ve kâmil iman sahibi oldukları için kurtulanların dışındakiler, zillet (aşağılanma, horlanma) içerisinde kabirlerinin önünde bin yıl kadar bekletilirler.

Sonra, bu makamdan Mahşer (toplanma) yerine doğru sevk edilerek burada güneşin kavurucu sıcağı altında bin yıl ayakta tutulurlar.

İhlâs sahibi olanlar, peygamberleri tasdik edenler, Allah’a ortak koşmaktan (şirk), sihirden, büyüden, faldan ve müslüman kanı dökmekten uzak duranlar, Allah Teâlâ’ya ve Peygambere sadık olup ihanet etmeyenler, Cenâb-ı Allah’a ve Peygambere sadık kimseleri sevip onlara ihanet ve düşmanlık edenlerden de nefret edenlere gelince bunlar, sahip oldukları bu güzel hasletleri sayesinde bu dehşet ve şiddetten kurtularak Rahman’ın Arş’ının gölgesinde serinler ve dinlenirler.

Daha sonra ise halk, buradan alınıp nur ve zulmet makamına sevk edilerek bin yıl zulmet (karanlık) bataklığında bekletilir, Cenâb-ı Allah’ın dilediği kadar azap gördükten sonra da nihâyet yüzleri kapkara bir şekilde oradan çıkarılırlar.

Şirkten, nifaktan (münafıklık) ve dini (imani) konularda şüpheden kurtularak hakkı bulan ve hakkı söyleyenler, her hususta insaf sahibi olanlar, gizli olsun açıktan olsun Hakk’a itaat eden ve Cenâb-ı Allah’ın takdir ettiklerine (kader) razı olup verdikleriyle (kaza) yetinenler de aynı şekilde, taşıdıkları bu üstün vasıflar sayesinde zulmet bataklığından bir çırpıda kurtularak nur âlemine çıkarlar.

Bu makamdan sonra da bütün halk, cevap verememeleri halinde her birinde bin yıl misafir edilecekleri büyük hesap çadırlarına (süradikat-i hisab) sevk edilecektir. Sayıları on adet olan bu çadırlarda hesabı görülecek konular şunlardır:

1.  Muharremat (Haram kılınanlar),

2.  Ehva-i muhtelife (Nefsin her çeşit arzu, heves ve ihtirasları),

3.  Hukuk-i valideyn (Anne-baba hakları),

4.  Hukuk-i huddam ve etba’ (Emrinde çalışan hizmetli, işçi ve memurların hakları),

5.  Hukuk-i abid ve cevari (Köle ve cariye hakları),

6.  Hukuk-i karabet (Akrabalık hakları),

7.  Sıla-i rahim (Yakın akraba ziyareti),

8.  Hased (Kıskançlık, çekememezlik),

9.  Mekr (Hile yapmak, tuzak kurmak, düzenbazlık),

10. Hadia (Nitelikli yani profesyonelce yapılan dolandırıcılık, sahtekârlık).

Demek ki, bizde hakkı olanlara ihsânda bulunarak haklarını vermemiz; yani onlara Kur’ân’ı ve İslâm dinini öğretmemiz, onları en güzel bir şekilde terbiye etmemiz, ayrıca kıskançlık, hilekârlık, sahtekârlık, düzenbazlık, dolandırıcılık gibi kötü huy ve davranışlardan da şiddetle kaçınmamız gerekmektedir.

Halk bundan sonra da, amel defterlerini (kütüb-i a’mal) alacakları ve her birinde dinin farklı bir konusundan sorgulanacakları on beş durağın (mevkıf) olduğu makamda toplanırlar ki sorgulanacakları konular şunlardır:

1.   Sadakalar ve Zekât,

2.   Kul hakkı ve Afv ani’n-nas (İnsanları bağışlamak),

3.   Emr-i bi’l ma’ruf (İyiliklerin yapılmasını sağlamak) ,

4.   Nehy-i ani’l-münker (Kötülüklerin yapılmasına engel olmak),

5.   Hüsn-i hulk (Güzel ahlak),

6.   Hubb fi’llah (Allah için sevmek),

7.   Mal-i haram (Haram mal),

8.   Şurb-i hamr (İçki içmek, uyuşturucu kullanmak),

9.   Füruc-i haram (Zina),

10. Kavl-i zur (Yalan söylemek),

11. Yemin-i kazibe (Yalan yere yemin etmek),

12. Ekl-i riba (Faiz alıp-vermek),

13. Kazf-i muhsenat (İffetli kadınlara zina iftirası atarak onları karalamak, lanetlemek),

14. Şehadet-i zur (Yalancı şahitlik yapmak),

15. Bühtan (İftira atmak).

Amel defterini alıp okuyan ve yukarıda sayılan on beş konuda sorgulanan halk, daha sonra “mizan”a sevk olunur.

Muhakkik âlimlerin büyüklerinden bazıları; “Enbiya (as) risalet görevlerini tebliğden,  kâfirler Peygamberleri yalanlamaktan, bid’at ehli olanlar sünnetten ve bütün müminler yapıp ettiklerinden sorgulanırlar” demişler ve şu açıklamaları yapmışlardır:

Cennetlikler üç tabaka olarak haşr olunurlar:

1. Sabikun (MukarrEbûn yani Allah Teâlâ’ya yakınlaşmış olanlardır): Kendilerine hesap bile sorulmadan cennete girecek olanlardır.

2. Havass-ı müminin ve salihin (Mümin ve Salih kulların önde gelenleri): Kolayca hesap verdikten sonra cennete girecek olanlardır.

3. Umum-i müminin (Müminlerin geri kalan hepsi): Uzun bir sorgulama ve münakaşadan sonra cennete girecek olanlardır.

Cehennemlikler de üç tabaka olarak haşr olunurlar:

1. Abede-i evsan (Putlara tapanlar), Ye’cuc ve Me’cuc: Doğruca (Sorgulanmadan ve hesaba çekilmeden) cehenneme girecek olanlardır.

2. Ehl-i kebair (Büyük günah işleyenler) ve Münafıklar: Uzun bir sorgu ve münakaşadan sonra cehenneme girecek olanlardır.

3. Ümem-i enbiya-i salife (Önceki Peygamberlerin inkârcı ümmetleri): Yapıp ettiklerinden ayrı ayrı hesaba çekilmeyip, hepsi bir tek sorgu ve bekletmeden (tevkif) sonra cehenneme girecek olanlardır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de; “Kendilerine Peygamber gönderilen kimseleri de, gönderilen Peygamberleri de mutlaka sorgulayacağız.”[3] buyrulmaktadır.

İşte bu yüzden; Allah Teâlâ’ya yapılacak büyük sunum (arz-ı ekber) için haramlardan ve şüpheli işlerden kaçınıp amellerinizi süsleyerek ve ayne’l-yakin müşahedesi ile yani sanki gözle görüyormuşçasına, Hükümdarlar Hükümdarı (Melik-i ekber) olan Cenâb-ı Allah’tan korkup ürpererek, “Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz, ölçüye vurulmadan önce amellerinizi ölçünüz!”[4] denilmiştir.

4) Mizana iman (Dünyada yapılanların Kıyamette ölçülüp-biçileceğine inanmak):

İmanın şubelerinden birisi de “mizan”ın hak (varlığının gerçek) olduğuna inanmaktır.

Bazı tefsir kitaplarında belirtildiğine göre; Davûd (as) Hakk Teâlâ’dan mizanı kendisine asli şekliyle göstermesini niyaz etmiş, Cenâb-ı Allah da onun bu duasını kabul ederek doğudan batıya ve yerden göğe kadar her yeri kaplamış olarak onu kendisine gösterdiğinde, mizanın heybeti karşısında dehşete kapılarak bayılmış ve uzun bir süre de ayılamamıştır.

Buradan anlaşılmaktadır ki; mizan muhayyel (hayal ürünü) bir varlık olmayıp gerçek bir varlıktır ve aslı halen mevcuttur.

Mizanın, birisi iyiliklerin (hasenat) konduğu “nur kefesi”, diğeri ise kötülüklerin (seyyiat) konduğu “zulmet kefesi” olmak üzere iki kefesi ve bir dili vardır. Allah Teâlâ’nın rahmetinin tecellisiyle nur kefesi, adaletinin tecellisiyle ise zulmet kefesi ağır basar.

Mizanın subhu (terazi taşı, gramlık) Hakk Teâlâ’nın adlidir. Nasıl ki dünyadaki bir esnafın, müşterisinin bir kuruşunun (akçe) bile karşılığını ölçecek kadar gramlığı mevcut ise, Ahirette kulun hardal tanesi kadar, hatta daha küçük bir ameli bile olsa onu ölçecek küçüklükte İlahî bir gramlık da mevcut olacaktır.

İyilikleri kötülüklerine ağır geldiği için kurtulanların haricindeki halk, amelleri veya amel defterleri tartılıncaya kadar†mizanın yanında da bin yıl ayakta bekleşirler.

Sözünü ettiğimiz bu genel mizandan başka, ayrıca her amel sahibi için mizana dâhil olan ve kulak, göz, dil, el, mide, cinsel organ (ferc) ve ayak gibi organlarla işlenen iyiliklerin veya kötülüklerin (a’mal-i mahsüse) tartıldığı hissi mizanlar (mizan-ı mahsüs) vardır. Ancak, manevi ameller (a’mal-i batıne) bu mizanlarda tartılmazlar, çünkü İlahî adaletin sağlanması için bu amellerin tartılacağı hükmi mizanlar (mizan-ı hükmi) vardır. Yani, hissi ameller hissi mizana, manevi ameller de manevi mizana konularak tartılır.

Bundan, yazıcı meleklerin kulların dünyada işledikleri manevi amellere vakıf olmadıkları anlaşılmaktadır. Bu yüzden, kulların amelleri ya bir sûrete (beden) bürünerek mizana konulur veya -muhakkik âlimlerin görüşüne göre- ameller değil, melekler tarafından tutulan ve içinde kulların sevap ve günah şeklinde amellerinin kayıtlı olduğu amel defterleri mizana konulur. Kısacası, mizana dâhil olan ameller kullarım zahiri (hissi) amelleridir.

Mizana son olarak konulan “Elhamdülillah” sözcüğüdür ki, bu kelime konulmadıkça mizan boş kalır. Yani herkesin -ne bir eksik ne de bir fazla- bütün amelleri konulsa mizan dolmaz; ne zaman ki  “Elhamdülillah” sözcüğü konulur, mizan ancak o zaman tamamen dolar.

“La ilahe illallah” sözcüğünü alacak (tartacak) mizan ise bulunmamaktadır, çünkü her amel zıddıyla ölçülür. Kelime-i tevhidin zıddı ise şirktir ve şirk ile iman nasıl ki dünyada müminin kalbinde bir araya gelmemiş ise, ahirette de mizanda bir araya gelmez.

Sahih haberlerde bildirildiğine göre; Kıyamet gününde bir asinin kötü amellerine dair doksan dokuz kayıt ortaya konsa ve her bir kaydın uzunluğu doğudan batıya kadar olan alanı kaplasa, iyi amel olarak ise sadece bir defa ihlâsla“La ilahe illallah” dediği tespit edilmiş olsa, bu sözcük parmak kadar bir kâğıt üzerine yazılarak doksan dokuz günahın bulunduğu kefenin karşısındaki diğer kefeye konulacak ve bu küçücük kâğıt hepsinden ağır gelerek o asinin kurtuluşuna sebep olacaktır.

Ne mutlu tevhid ehline!.

Müşriklere ve Hakk Teâlâ ile yüzleşmeyi inkâr edenlere ise Ahirette hiçbir mizan yoktur. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de; “Biz onlar için Kıyamet gününde hiçbir ölçü (mizan) tutmayacağız”[5] buyrulmaktadır. Yani, müşrik ve inkârcıların Allah Teâlâ katında hiçbir kıymet ve saygınlıkları olmadığından, amelleri de tartıya değer görülerek mizana konulmaz. Çünkü onların iyi amelleri şirkleri sebebiyle geçersiz (batıl) hale gelmiş v geriye mizana konulmaya değer hiçbir amelleri kalmamıştır.

5) Sırata iman (Sıratın hak yani varlığının gerçek olduğuna inanmak): Klasik dini kaynaklarda “kıldan ince kılıçtan keskin” şeklinde vasıflandırılan Sırat, cehennemin üzerine kurulmuş olup; müminlerin ayaklarının sabit kalacağı ve oradan cennete gitme imkânı bulacakları, kâfir ve münafıkların ise ayaklarının takılarak cehenneme yuvarlanacakları bir geçit yeri (köprü) olsa gerek.

Ahiretteki Sırat, dünyadaki “sırat-ı müstakim” in yani dinin yansıması (sûreti) olup, genişliği (zuhuru) herkesin amellerinin nuru kadardır; salih amelleri az olanlara dar, çok olanlara ise geniş görünür.

Bu nedenle, dünyada dini hayatı düzgün olmayan (imanı ve salih amelleri bulunmayan) Ahirette tamamen karanlıkta (zulmet-i mahza) kalır, dini hayatı düzgün olan ise salih amelleri ölçüsünde karşılık (mükâfat) bulur.

Cehennem üzerinde, her birinin uzunluğu kırk bin yıl olan ve cehennemde son bulan yedi adet cisr (sırat, köprü) vardır ki, bunların etrafından alevler fışkırmakta ve üzerlerinde de ateşten engeller bulunmaktadır. Bu engeller, insanın dünyadaki kötü amellerinin (a’mal-i kabiha) şekillenmiş halleri olup, onu yakalayıp orada hapsederler de, Cenâb-ı Hakk’ın lutfu (İnâyet-i Hakk) ve Hz. Peygamberin (sas) şefaati imdadına yetişene kadar insan orada azap görür.

Bu yedi cisrin her birinin üzerinde de, bini tırmanışta (süud), bini inişte (hübut) ve bini de düzlükte olmak üzere aşılması üç bin yıl süren üç bin adet sarp geçit (akabe) ve ayrıca halkı gözetleyen melekler bulunmaktadır.

Gözcü melekler, ilk cisrde Cenâb-ı Allah’a imanla ilgili sorgulama yaparlar; kişi şâyet samimi ve gerçek mümin (mümin-i muhlis) ise diğer cisre geçer, değilse orada bin yıl hapsedilir. İkincide namaz, üçüncüde zekât, dördüncüde oruç beşincide hacc, altıncıda temizlik (taharet) ve yedincide yaptığı haksızlıklardan (mezalim) sorgulanır; verilen cevaplar doğru ve yeterli değilse buralarda da “devr-i sünbüle” yılları kadar (yedi bin yıl) mahpus kalır.

“Bu âlem ezeli ve ebedidir” diyerek kâinatın bir yaratıcısı olduğunu inkâr eden Muattıla, varlık yolundan bile sapmıştır. Müşrikler ise, aslında Cenâb-ı Hakk’ın varlığını kabul ettikleri için varlık yolunda (sırat-ı vücudda) olmuşlar fakat Hakk Teâlâ’ya ortak koşmaları sebebiyle tevhid yolundan (sırat-ı tevhidden) sapmışlardır.

Bundan dolayı, müşriklerin sadece isbat-ı vücud (Cenâb-ı Hakkın varlığını kabul) etmelerine itibar edilmeyerek tevhid yolunda ayak izlerinin hiç olmaması nedeniyle, Muattıla ve diğer kâfirler ile birlikte cehenneme sevk olunacaklardır.

Muattıla ile diğer kâfirlerin yolları dünyada düzgün olmadığından, Sırat’a ulaştıklarında doğrudan cehenneme yuvarlanacaklar ve onlar için artık cennete herhangi bir dönüş yolu olmayacaktır.

Dünyada kalben tasdik etmedikleri halde iman ettiklerini sözlü olarak belirten münafıklar ise, cenneti ve cennet nimetlerini görünce onları şiddetle arzulayarak ümitlenecekler, fakat İlahî adaletin tecellisiyle dünyadaki kötü amellerinin karşılığını görmek üzere cehenneme döndürüleceklerdir.

“Sırat-ı müstakim” ok gibi dosdoğru olduğundan, bu yoldaki yolculuğu kolaylaştırması için namazların her rekâtında Cenâb-ı Allah’a; “Bizi doğru yola (sırat-ı müstakim) ulaştır!”[6] şeklinde dua etmek emrolundu.

Kim dünyada bir suçlunun suçunu affederse, Cenâb-ı Allah da Ahirette onun suçunu affeder. Kim dünyada borçlu bir fakirin borcunu ödemesinde kolaylık sağlar veya alacağını ona hediye ederse, Hakk Teâlâ da Ahirette ona kolaylık gösterir veya hakkından vazgeçer. İnsanlara dünyada zorluk çıkarana, Allah da Ahirette zorluk çıkarır.

Yani insan dünyada halka ne denli güzel muamele ederse, Ahirette o oranda kazançlı çıkar ve asla kaybetmez.

6) Şefaate iman (Şefaatin hak olduğuna inanmak): İmanın şubelerinden biri de şefaatin varlığına inanmak ve gerçekliğini kabul etmektir ki, kişinin imanı böylece kemale erer.

Peygamber (sas) Efendimiz sahih bir hadislerinde; “Ben Kıyamet gününde insanların efendisiyim”[7] buyurmaktadırlar. Hadis-i şerifin açıklaması şöyle olsa gerek: Kıyamette şefaate ihtiyaç duyduğunuzda benden başkasına başvurmayın, zira bu isteğinizi ancak ben karşılayabilirim. Çünkü Adem (as)’den son insana kadar bütün insanların en şereflisi ve efendisi benim.

Nitekim Hesap günü bekleşmekte olan halk, makam sahibi Peygamberlere (Enbiya-i ızam) şefaat talebiyle gittiklerinde her biri bir şekilde mazeret beyan edecekler de insanlar nihayet Resûlullah (sas)’in kapısında arzularına kavuşacaklardır.

Çünkü rivayet edildiğine göre; Allah Teâlâ, şiddetli gazabı (kahr-ı şedid) ve ürkütücü kudreti (ceberut-i azim) ile Ahirette tecelli ettiği vakit, insanların Allah indinde en saygın olanlarının (havass) bile bu heybet ve azametten solukları kesilip dilleri tutulduğunda, Hatemü’l- Enbiya (sas) Efendimiz halkın bu büyük ihtiyacı ve çaresizliği karşısında, Allah Teâlâ’yı O’na mahsus en güzel hamd ve senalarla överek Arş’ın altında secdeye kapanacak ve şefaat talebinde bulunacaktır.Bu yakarış üzerine, Cenâb-ı Allah vermeyi va’d ettiği “Makam-ı Mahmud”u ihsân ederek kendisine şefaat kapısını açacaktır.

Şefaat hususunda insanların olduğu kadar meleklerin de kendisine muhtaç oldukları gerçeğini dikkate aldığımızda, Resûlullah (sas)’ın meleklere olan üstünlüğü ve onların da sultanı ve efendisi olduğu hemen anlaşılacaktır.

Şefaat kapısı bir kere açılmaya görsün, artık meleklere, nebilere, Resûllere ve müminlerin seçkinlerine halka şefaat etmeleri için izin verilir de herkes makamları ölçüsünde bu hizmete koşar ve böylece cehennemde bir tek mümin (mümin-i şer’i) kalmaz. En sonunda, Rahman ismi gereği Cenâb-ı Erhamü’r- Rahimin’in şefaati de gerçekleşir ki, yalnızca akli deliller ile Allah Teâlâ’nın birliğine kanaat getirmiş olanlar (Muvahhidler) bile Cehe?nemden çıkarılır.

Muvahhid; tahkik (şer’i deliller) ile değil de te’vil (akli deliller) ile “illallah” (Allah vardır) diyen kimsedir ki, bu yüzden bunlara “mümin-i şer’i”değil, “muvahhid-i akli” denir.

Şefaat, asi ve günahkârları azaptan kurtarmak ve Mahşer’deki (Arasat) sorgulamayı hafifletmek için olacağı gibi, halkın derecelerini yükseltmek için de olabilir. Nitekim dünyada yapılan birtakım şefaatler ile bazı kimselerin suçlarının cezası hafifletilirken bazı kimseler de unvanlar veya yüksek makam ve mevkiler verilerek ödüllendirilir. Ancak dünyada şefaatin geçerli (meşru’) olması, henüz davanın yargıca (hâkim, kadı) götürülmemiş olmasına, ya da dava yargıca götürülmeden önce cezayı gerektirecek unsurların ortadan kalkmasına bağlıdır. Aksi takdirde şefaat cezaları (hadler) kapsar ki bu geçerli (meşru’) değildir.

Büyük günah işleyenler (Ehl-i kebair) tevbe etmeden Ahirete göçerlerse, durumları Allah Teâlâ’ya kalmış olup, onlara da şefaat caizdir. Bunlara şefaati caiz görmeyenler, yanıldıklarını anlayınca Ahirette yüzleri kızaracaktır.

Yetmiş üç fırka içinde sayılan[8] “Fırka-i Naciye” den maksat azaptan bila-şefaat (şefaate ihtiyaç olmaksızın) kurtulacak olanlardır ki, diğerleri ancak şefaatle kurtulurlar. İnançlarında küfrü gerektiren bir unsur olanlara gelince; bunların kurtulmaları imkânsızdır, çünkü kâfire şefaat olmaz.

Dağ başlarında veya dinin yaşandığı yerlerden uzak bölgelerde hayat süren Muvahhidler, zaten cehenneme girmeyeceklerinden şefaate de ihtiyaç duymayacaklardır. Şefaate ihtiyaç duyacak kimseler, tevhid ehlinden olup da kendilerine Peygamber daveti ulaşmış günahkârlar ve asilerdir.

Buradan anlaşılmaktadır ki; hangi çeşit muvahhid olursa olsun, cehenneme bir kez girmiş olması, orada ebediyyen kalmasını gerektirmez. İşin en güzel yanı da; şefaatle bile olsa bütün iman sahiplerinin cehennemden kurtularak cennette bir araya gelmeleridir.

İblis’in (Şeytan) ve Cenâb-ı Allah’a ortak koşmada ona uyan müşriklerin, Allah Teâlâ’nın varlığını ve birliğini kabul etmeleri (vahdet-i vücud etmeleri), cehennemden kurtulmalarına yetmeyecektir. Çünkü mümin ve muvahhid olmak için, Allah Teâlâ’nın dışında başka ilahlar kabul etmemek ve Peygamberlere iman etmek de lazımdır.

Resûlullah (sas)’in, Müslümanların günahkâr ve asilerine şefaat edecek olmasından, ümmetinden nice kemal sahiplerinin de, doğru yoldan sapanlara (münkir-i tarikat olanlar) şefaat edebileceklerini anlıyoruz.

Bu konuda en doğru davranış şekli, batın ilmini ehline teslim etmek ve bilip bilmeden ileri geri konuşmamaktır. Aksini yapmak kötü bir ölüme (su-i hatime) sebep olur ki Allah Teâlâ muhafaza buyura.

Bu nedenle, Allah’tan başkasına ihtiyacı olmayan gerçek fakirlerle (fukara-i hakikiyye) yani kemal sahipleriyle tanışmak lazımdır. Çünkü bunlar, Kıyamette şefaat kapısında şanları yüce, kudretli ve sözleri dinlenir (nazları geçer) kimselerdir.

7 ) Cennete iman: Cennet, Cenâb-ı Allah tarafından müminler için yaratılmış (halen mevcut olan) gerçek bir varlıktır.

Allah Teâlâ’nın bir ihsanı (fazl-ı İlahî) olarak müminlere vaadedilmiş olan cennet nimetleri ile salih amellere bağlı olarak Kıyamete kadar sürekli artmakta olan cennet dereceleri ve makamları ise, şu anda mevcut olmayıp peyderpey yaratılmaktadır. Cennetin sekiz adet olması da aynı şekilde İlahî bir ihsândır.

Cennet nimetleri baki (sürekli, daimi, artıcı) olup, sapkın fırkalardan (fırak-ı dalle) Cehmiyye Mezhebi mensuplarının iddialarının aksine olarak, cennet ehli, amelleri ölçüsünde onlardan faydalandıktan sonra bitip tükenmezler. Nitekim hadis-i şerifte: “Cennet nimetlerinin sonu yoktur ki hissedilebilsin (hayal edilebilsin)” buyrulmaktadır Aynı şekilde cehennem azabı da kâfirler için bakidir. cennet nimetleri ile cehennem azabının bekası (sürekliliği) ise, mümin ve kâfirin inancı ölçüsünde olacaktır.

Yedi cehennemin yüzer derekesinin (tabaka) olması gibi, sekiz cennetin her birinin de yüzer derecesi ve her bir dereke ve derecenin de binlerce dereke ve dereceleri vardır.

Sekiz cennet şunlardır:

1. Vesile (Makam-ı Muhammedi): Cennetlerin en yücesi olup, dünyadaki sûreti “Ravza-i Mutahhara” dır.

2. Adn Cenneti (Makam-ı Ru’yet)

3. Firdevs Cenneti

4. Huld Cenneti

5. Na’im Cenneti

6. Me’va Cenneti

7. Darü’s- Selam

8. Darü’l Makam

Cennet ehli; Enbiya (Peygamberler), Evliya (Veli kullar), nazar ve istidlal ehli Âlimler ile bunları taklit eden diğer Müminler olmak üzere dört kısımdır.

Bu dört sınıf cennet ehli, “ru’yet makamı”nda farklı konumlarda bulunurlar ve ru’yetleri (basiretleri) ölçüsünde kendilerine gelen İlahî tecellilere muhatap olurlar.Bu tecelliler arasında ma’nevi cennet (cennet-i ma’neviyye) de bulunmaktadır ki ru’yet, dışarıdan bakıldığında her ne kadar hissi (beş duyu ile ilgili) görünse de, hakikatte manevi cennet meyvelerindendir.

Yani cennet ehlinin maddi yönü ağır basanları, cennet nimetlerinin maddi olanlarından (na’im-i cennet-i suveriyyeden), manevi yönü güçlü (nasib-i ruh) olanları ise cennetin manevi nimet ve zevklerinden (zevk-i cennet-i ma’neviyyeden) nasipleneceklerdir. Cennet içinde cennet bu olsa gerek.

Bu yüzden insanlar, Ahirette hem bedeni (maddi) hazları, hem de ruhi (manevi) lezzetleri elde etmek için, dünyada iken var güçleriyle çalışmalıdırlar. Yani bir yandan İlahî ru’yet için gönül gözlerini (çeşm-i basiret) en iyi şekilde parlatırken, diğer yandan da dinin emrettiği salih amelleri (a’mal-i şer’iyyeyi) yapmaya büyük gayret göstermelidirler. Tabii ki insanların asıl gayesinin, cennetlere değil cennetlerin Rabbi’ne kavuşmak olması lazımdır.

8 ) Cehenneme iman: Cehennem, Cenâb-ı Allah tarafından kâfir, müşrik ve münafıklar için yaratılmış (halen mevcut olan) gerçek bir varlıktır.

Cehennemdeki azap vasıtaları (alat-ı azab) ise, halen mevcut olmayıp, insan ve cinler kötü ameller (a’mal-i seyyie) işledikçe sûret bulmakta yani yaratılmaya devam etmektedirler.

Yakıtı, insanların cimrileri, put yapımında kullanılan taşlar ve cinler olan cehennem, Cenâb-ı Allah’ın kâfirler için yarattığı ebedi bir hapishanesidir. Öküz tabiatlı ve manda (camız, su sığırı) kılıklı olarak yaratılmış en büyük ve iri varlıklardan birisidir.

Kıyamet gününde zincirlere vurulmuş bir şekilde çekilerek getirilmesi, hakikatte Peygamberlerin övüncü (Fahru’l-Enbiya sas)’den utancından ve Cenâb-ı Allah’ın Muhammed ümmetine olan merhametinden dolayıdır.

Allah Teâlâ’nın gazap sıfatından yaratıldığı için, zorbalara (cebabire) ve büyüklük taslayanlara (mütekebbirin) karşı da müthiş bir kini ve saldırma güdüsü vardır.

Şiddetli ateşte kaynayan etlerin parçalanarak dağılması gibi, cehennemde azap gören insan ve cinlerin asileri de, cehennemin bu son derece şiddetli ateşi karşısında parçalanıp altüst olacaklardır.

Cehennem ateşinin sıcaklığı dünyadaki ateşten altmış dokuz kat fazladır. Buna rağmen zebaniler (cehennemde görevli melekler) bu ateşten asla etkilenmezler. Çünkü onlar, Allah Teâlâ’nın rahmeti ile kuşatılmış olduklarından ya cehennem ateşi onlara hiçbir şekilde zarar vermemekte ya da “semender”in (ateşte yanmayan mitolojik bir hayvan) ateşten hoşlanması gibi onlar da ateşten zevk almaktadırlar.

Cehennem ahalisi Allah Teâlâ’nın Cemalini göremeyecek olmalarının yanı sıra, gönüllere sevinç ve neşe veren diğer cennet nimetlerinden de (niam-i safa) mahrum ve yasaklı oldukları için, kendilerine hiç açılmayacak olan“Babü’l-hicab an ru’yetillah” adındaki kapı haricinde, cehennemin toplam yedi kapısı vardır.

Cennetin ise sekiz kapısı vardır. Bunlardan yedisi beden yönüyle olup cennetin maddi (hissi) nimetlerine açılır. Nitekim insan, yedi organını (kulak, göz, dil, el, mide, cinsel organ ve ayak) Allah Teâlâ’nın emrettiği şekilde kullanırsa, ona cennetin maddi nimetlerini içeren yedi kapı açılır. Bu yedi organı yaratılış gayelerinin aksi yönde kullanması durumunda ise, kendisine cehennemin yedi kapısının açılmasına sebep olur.

Cennetin geriye kalan sekizinci ve son kapısı ise ruh (kalp) yönüyle olup cennetin manevi nimetle?ine açılır ki cennet kapılarının böylece, yedisi cismanî boyuta ait olup yeme, içme, evlenme, giyinme gibi maddi hazlara, sonuncusu ise ruhani boyuta ait olup ru’yetullaha yani manevi lezzetlere açılan sekiz kapıdan oluştuğu iyice anlaşılmış bulunmaktadır.

Kâfirlerde basiret (kalp gözü) olmadığından ru’yet kapısı onlara ebediyen kapalı olacak ve sahip oldukları yedi organı da yaratılış gayelerine uygun kullanmadıklarından kendilerine cehennemin yedi kapısı açılarak bu yedi organın hepsiyle azap görecekler, ayrıca cehennem ateşi kalplerine kadar ulaşacak ve kalplerini tamamen kaplayacaktır. Yani iman ve müşahede sonucu nur dolması gereken bu İlahî nazargahı, nar (ateş) ve zulmet (karanlık) kaplayacaktır.

Görülüyor ki, cehennem de tıpkı cennet gibi; bedenle ilgili olması bakımından “maddi” (hissi) ve kalp (ruh) ile alakalı olması bakımından “manevi” olmak üzere iki kısımdır.

Her türlü şirke ve Cenâb-ı Allah’ a karşı yapılan bütün isyankârlık ile itaatsizliklere ilk ve asıl sebep ve kaynak olduğu için cehennemde azabın en şiddetlisini İblis (Şeytan) tadacaktır.

Aslı ateş olan İblis’e cehennem ateşi nasıl zarar verebilir? Şeklindeki soruya cevabımız şudur: “Evet, İblisin yaratılış mayasını oluşturan unsurların ağır basanı ateştir, fakat diğer unsurların da karışmasıyla özel bir tabiata sahip olarak yeniden terkip olunduğundan, artık asli yaratılışı değişmiş bulunmaktadır. İnsanın yaratılış mayası toprak olmasına rağmen, özel bir mizaç ile yeniden terkip edilerek asli yaratılışının değişmiş olması gibi. Demek oluyor ki, ateşten yaratılmış bir varlığa ateş acı ve elem verebilecektir.

Başka bir misal verecek olursak;  canlılar hayatlarını içlerine çektikleri nefes ile devam ettirmektedirler, ancak aldıkları bu nefesi içlerinde tutsalar helak olurlar. Benzer şekilde İblis de, cehennemde azap gördüğü sırada ateşin aşırı sıcaklığından dolayı teneffüs edemeyip boğulacakmış gibi olur. Can havliyle ateşi içine çektiğinde ise ateş can evine kadar ulaşarak yakar kavurur. Kaldı ki İblis, yalnızca cehennem ateşiyle değil, ateş gibi yakıp kavuran dondurucu cehennem soğuğu ile de azap görür.

Cehennemde ebedi kalacak kimseler dört kısımdır:

1. İlahlık iddiasında bulunanlar (Allah’a karşı büyüklenenler): Firavun ve Nemrut gibileri,

2. Müşrikler,

3. Muattıla,

4. Münafıklar.

Cehennemin yedi kapısı ise şunlardır:

1. Bab-ı Cahim,

2. Bab-ı Sekar,

3. Bab-ı Sa’ir,

4. Bab-ı Hutame,

5. Bab-ı Leza,

6. Bab-ı Hamiye,

7. Bab-ı Haviye.

Cehennemlikler kötü amelleri çerçevesinde ceza görürler. Yani cennetliklere salih amelleri ölçüsünde cennetler olacağı gibi, cehennemliklere de kötü amelleri ölçüsünde cehennemler olacaktır.

Bütün cehennemliklerin azapları aynı olmayacaktır. Nitekim Kur’ân-ı Hakim’de; “Onların azabını kat kat arttırırız”[9] buyrulmuştur. Yani kendilerinin sapması yetmiyormuş gibi başkalarının da sapmasına sebep olduklarından, insanların hak yoldan sapmasına önderlik edenlerin azabı, saptırdıkları diğer kimselerden daha fazla olacaktır.

Bu nedenledir ki kötülüğe öncülük eden, yaptığı bu kötülüğün karşılığı olan cezaya ilave olarak, başlattığı bu kötü işi yapan diğer kimselerin toplam cezası kadar ceza ile cezalandırılır. Hayırlı bir işe öncülük edenin durumu da böyledir.

Müminlerden bazılarının günahları nedeniyle bir süre azap çektikten sonra cennete döndürüldüklerinde cehennemdeki yerleri boş bırakılacak ve azap çeken başka kimseler oralara yerleştirilmeyeceklerdir. Çünkü azap miras bırakılmaz.

Dünya hayatına gözlerini mümin olarak kapayanlar, azaptan herkesten önce kurtulacaktır. Ancak kimisi bir günde, kimisi bir Cumada, kimisi bir ayda, kimisi bir yılda ve kimisi de yedi bin yılda kurtulur. Gerçi bazı müminler, Cenâb-ı Hakkın inayetiyle şuursuz ve hissiz hale gelirler ve azabı hiç hissetmezler.

İlahî azabın “devr-i sünbüle” ile yani azami yedi bin sene olarak sınırlandırılmasının sebebi, Ademoğlunun dünyada devr-i sünbüle kadar hayat sürecek oluşudur. Çünkü dünya hayatına göre yedi bin yıl (devr-i sünbüle), Ahiret hayatının bir Cuması (bir haftası) kadardır.

Yani, Ahiret hayatının bir gününün dünya hayatının bin yılına, bir haftasının ise yedi bin yılına denk olmasındaki hikmet, bu ümmetin ömrünün yedi bin sene olmasıyla açıklanabilir ki böylece, azap süresi dünyadaki varoluş müddetini aşmamış olur. Çünkü İlahî adalet gereği, azap süresi hayat süresinden fazla olmaz.

Müminlerin cehennemde ebedi olarak kalmayacak olmalarının asıl sebebi imanlarıdır. Ayrıca, onların gerçekte asılları nur ve menşe’leri de cennet olduğundan, tabiatları ateşle bir müddet terbiye edildikten sonra tekrar asıllarına (cennete ve nura) iade edilirler.

Kâfirlerin cehennemde ebedi kalacak olmalarının sebebi ise küfürleri olup, asılları da gerçekte ateş ve cehennemdir. Bu nedenle, onlar da asıllarına (ebediyyen azap görecekleri cehenneme ve zulmete) döndürülürler.


Bu korkunç sondan Allah Teâlâ’ya sığınırız.



1.bölüm
[1] İsmail Hakkı Bursevi, Şerhu Şuabi’l- İman, Topkapı Sarayı, EH, 853.

[2] Fatır sûresi 35/15.

[3] Ankebût sûresi 29/6.

[4] İsra sûresi 17/85.

[5] Mümin sûresi 40/12.

[6] Cuma sûresi 62/4.

[7] Yasin sûresi 36/82.

[8] Hadid sûresi 57/3.


2.bölüm
[1] Tahrim sûresi 66/6.

[2] Bakara sûresi 2/102.

[3] Bakara sûresi 2/34.

[4] Buharî, İman: 1; Müslim, İman: 1.

[5] Neml sûresi 27/30.

[6] Haber-i vahid: Mütevatir olmayan, yani Hz. Peygamber (sas)’e ulaşıncaya kadar her dönemde çok sayıda ravi tarafından değil de isnadının her tabakasında sadece bir ravi tarafından nakledilen haber, hadis.

[7] Acbu’z-zeneb: Kuyruk sokumu kemiğinin altında bulunan ve insanın ilk yaratılışındaki gibi yeniden diriltilirken de bedenin özünü oluşturacak olan, iğne başı büyüklüğündeki kemik veya bir tür genetik şifre.

[8] Tirmizî, Nevadiru’l- usul, II, 354; İbn Hacer, Fethu’l- bari, VI, 289.

3.bölüm
[1] Bakara sûresi 2/259.

[2] Rahman sûresi 55/46.

[3] Araf sûresi 7/6.

[4] Tirmizî, IV, 638; İbn Ebi Şeybe, el-Musannef,VII, 96; İbnu’l-Mübarek, Kitabu’z-zühd, s. 103.

[5] Kehf sûresi 18/105.

[6] Fatiha sûresi 1/6.

[7] Buharî, Enbiya, 3; Müslim, İman, 327; Tirmizî, Kıyamet, 10.

[8] Ebû Davûd, Sünnet, 1; Tirmizî, İman, 18; İbn Mace, Fiten, 17; Darimî, Siyer, 75.

[9] Nahl sûresi 16/88.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...