Allah insanı nasıl korur?

Zünnu-i Mısri'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir :Bir gün elbiselerimi yıkamak için Nil nehrinin kenarına gitmiştim. Nehrin kenarında dururken, bir de baktım ki, görülmemiş şekilde büyük bir akrep bana doğru geliyor.

Bu sudan İçmek Müslümana Haram

Vaktiyle Bursa’ da bir Müslüman, eski adı “Yahudilik Yolağzı,” bugünkü adı Arap Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş: - “Her kula helâl, Müslüman’a haram!”

Hiçbirinin haccı kabul edilmedi!

Ali bin Muvaffak hazretleri, Şam’da yaşamış olan evliyânın büyüklerindendir. Zünnûn-ı Mısrî ve Abdullah bin Mübarek ile görüştü. 878 (H.265) senesi vefât etti... Abdullah bin Mübarek bir hac mevsiminde Mekke’de hac vazifelerini ifa ettikten sonra, Harem’de uyuyakalır

Kuran Sırları

Bilindiği gibi DNA terimi, canlılardaki genetik malzemenin kısaltılmış ifadesidir. Genetik biliminin başlangıç tarihi ise, Mendel isimli bilim adamının 1865 yılında hazırlamış olduğu genetik yasalarına dayanır. Bilim tarihi için bir dönüm noktası oluşturan bu tarihe, Kuran’da 18:65 numaralı Kehf Suresi’nin 65. ayetinde işaret edilmektedir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Nefsin Mertebeleri

BİRİNCİ DAİRE: Nefs-i Emmare: Allah`ın emirlerine uymayan, yasaklarını çekinmeden yapan ve zevkine tabi olan nefistir. Nefs-i emmâre denilen bedbaht nefis zenginleştikçe şımarır. Bilgisi arttıkça kibri, gururu da artar. Hele bir de makam sahibi olursa artık onun yanına varmak, sokulmak ne mümkün!

YAHUDİLERİN MAYMUN OLMASI

Onlar, Davud Aleyhisselâm’ın zamanında "Eyle" denilen bir şehirde yaşıyorlardı. Eyle Medine ile Şam arasında bir yerde ve Kızıldenizin sahilinde bir yerdeydi. Allah onlara cumartesi günü balık avlamayı yasak etti. Cumartesi günü olduğu zaman, denizde balık kalmaz, hepsi sahile gelirdi.

ARAPÇA ÖĞRENİYORUM

Öncelikle Hafıza tekniği konusunda size olağan üstü bir ip ucu.Sureler kolaydan zora doğru sıralanır. Bir sayfa alınarak 3′e bölünür. Önce ilk 5 satır, daha sonra diğer satırlar 5′er 5′er ezberlenir ve sonrasında birleştirilerek tekrar yapılır.

Günahın Reçetesi

Büyük Mutasavvıf Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri bir gün tımarhanenin önünden geçiyordu. Tımarhane hizmetçisinin tokmakla birşeyler dövdüğünü görüp

Ahir Zaman Bu Zaman Mı?

Ahir zamanın kendini hissettirdiği şu günlerde, Rabbimizin ikazlarını neden duymamazlıktan geliyoruz acaba? Nereye gidiyorsunuz? Nerede Muhammed ümmeti?

Şeytan İşi

Günlerden birgün şeytanın yolu bir köye düşmüş.Keyfi yerinde olan şeytan sırtını bir ağaca dayamış ve buzağısı kazığa bağlı olan ineğini sağan genç bir kadını uzaktan izlemiş.

Artan pilav

Yahya baba, II. Bâyezîd Hân zamanında, Edirne Bâyezid Külliyesi'nin aşçılarından biridir.. Arkadaşları hoşaf, kebap sebze, bakliyat pişirir. Ama onun ihtisası pilavdır. Mübârek işe girişti mi, ibadet ettiğini sanırsınız.

Olgun İmana Kavuşma

MESCİD-İ Saadet'te Ashab-ı Kiram toplanmışlar, derin bir vecd ve huşu içinde Allah'ın Resûlünü dinlemekteydiler. Hazret-i Fahr-i Kâinat Efendimiz ise, Al-i İmrân sûresinden şu mealdeki Âyet-i Kerimeyi okuyordu:

Gönül Örtüsü Hayâ

Gönlün titremesidir hayâ. Gönül ki kurtulmuştur da ağırlıklarından, bir yaprak kadar incelmiştir. İşte o nazenin yapraktır müminin gönlü. Titrer bir günah, bir yanlış, bir aykırı hal gördüğünde.

KÂLU BELÂ

Ve kıyâmet günü, gerçekten biz bundan gâfildik (gâfilleriz) dersiniz diye (dememeniz için), senin Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından onların zürriyetlerini aldığı zaman onları, nefsleri üzerine şahit tuttu. (Allahû Tealâ şöyle buyurdu): “Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?” Dediler ki: “Evet, (Sen, bizim Rabbimizsin), biz şahit olduk.”

AY'IN RESÛLULLAH (S.A.V)'A SELAM VERMESİ

Ebû Kubeys dağının altında duruyorduk.Ay doğu tarafından göründü.Yükselerek yukarı çıktı. Nûru bütün âlemi doldurmaya başladı.Göğün ortasında kâmil bir dolunay haline geldi...

23 Ekim 2013 Çarşamba

Yağmursuzluğun mânevî sebepleri



Risale-i Nur : Emirdağ Lâhikası | 31-32-33

Suâl: Üstadım, yağmur duâsı ve namazın neticesi görünmedi, faydasız kaldı. İki üç defa bulut toplandı, yağmur vermeden dağıldı. Neden?
Elcevap: Yağmursuzluk, bu çeşit duâ ve namazın vaktidir, illeti ve hikmeti değil. Nasıl ki güneş ve ayın tutulması zamanında küsuf ve husuf namazı kılınır ve güneşin gurubuyla akşam namazı kılınır; öyle de, yağmursuzluk, kuraklık, yağmur namazının ve duâsının vaktidir. İbadet ve duânın sebebi ve neticesi emir ve rıza-i İlâhidir, faydası uhrevidir. Eğer namazdan, ibadetten dünyevî maksatlar niyet edilse, yalnız onlar için yapılsa, o namaz battal olur. Meselâ, akşam namazı güneşin batmaması için ve husuf namazı ayın açılması için kılınmaz. Öyle de, bu nevi ibadet, yağmuru getirmek için kılınsa yanlış olur. Yağmuru vermek Cenâb-ı Hakkın vazifesidir. Biz vazifemizi yaptık; Onun vazifesine karışmayız.
Gerçi yağmur namazının zahir neticesi yağmurun gelmesidir; fakat asıl hakikî, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki: Herkes o vaziyetle anlar ki, onun tayınını veren babası, hanesi, dükkânı değil; belki onun tayınını ve yemeğini veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir tarla gibi tasarrufunda bulunduran bir Zat, onu besliyor, rızkını veriyor. Hatta en küçücük bir çocuk da, daima aç olduğu vakit validesine yalvarmaya alışmışken, o yağmur duâsında, küçücük fikrinde büyük ve geniş bu mânâyı anlar ki: Bu dünyayı bir hane gibi idare eden bir Zat, hem beni, hem bu çocukları, hem validelerimizi besliyor, rızıklarını veriyor. O vermese, başkalarının faydası olmaz. Öyleyse Ona yalvarmalıyız der, tam imanlı bir çocuk olur. Bu münasebetle kısacık altı nokta beyan edilecek.
Birinci nokta : Nimet ve rahmet-i İlahiyenin fiyatı, şükürdür. Biz şükrü hakkıyla vermedik. Evet, rahmetin fiyatını şükürle vermediğimiz gibi; zulmümüzle, isyanımızla gazabı celb ediyoruz. Şimdi zemin yüzünde zulüm ve tahribat, küfür ve isyan ile, nev-i beşer tam tokada kendini müstahak etti ve dehşetli tokatlar yedi. Elbette bir parça hissemiz de olacak.
İkinci nokta : Hadiste var ki: "Hatta deniz dibindeki balıklar dahi günahkar ve zalimlerden şekva ediyorlar ki, onların yüzünden yağmur kesilir, hatta bizim de nafakamız azalır" derler. 1   Evet, bu zamanlarda öyle günahlar, zulümler oluyor ki, rahmet istemeye yüzümüz kalmıyor, masum hayvanlar da azap çekerler.
Üçüncü nokta : Ayette vardır: "Öyle musibetten kaçınız ki, geldiği vakit zalimlere mahsus kalmaz, masumlar ve mazlumlar da içinde yanar." 2  Çünkü, musibet-i ammeden masumlar harika bir tarzda, yangın içinde selamette kalsalar, hikmet-i diniye bozulur. Çünkü din bir imtihan, bir tecrübedir. O vakit, Ebu Cehil gibi fenalar, aynen Ebu Bekir-i Sıddık Radıyallahu Anh gibi tasdik ederler. Onun için, musibet-i ammede masumlar da bela çekerler.
Dördüncü nokta : Şimdi, malda ve rızıkta hilelerle suistimal ile, rüşvetle çok haram karıştığı ve ekinciler kendi malına hakkıyla sahip olmadığı ve on adamdan iki-üçü tam rahmete müstahak ise, ekincilerin malından istifade edenlerden beş-altısı ya zulümle, haram karıştırmakla, ya şükürsüzlükle rahmete istihkakını kaybediyor.
Beşinci nokta : Risale-i Nur, bu Anadolu memleketine, belaların def’ine ehemmiyetli bir vesiledir. Sadaka nasıl belayı def ediyor; onun intişarı ve okunması külli bir sadaka nev inde semavi ve arzi belaların def’ine çok emareler ve çok hadiselerle tebeyyün etmiş. Hatta Kur’ân ın işaretiyle tahakkuk etmiş. Ve yazmasını ve intişarını men etmek zamanlarında dört defa zelzelelerin başlaması ve intişarıyla durmaları ve Anadolu da ekser okunması İkinci Harb-i Umuminin Anadolu ya girmemesine bir vesile olduğu Sure-i Ve l-Asr işaret ettiği, bu iki ay kuraklık zamanında mahkemenin Risale-i Nur’un beraatine ve vatana menfaatli olduğuna dair kararını Mahkeme-i Temyiz tasdik ederek tam bir serbestiyetle Risale-i Nur’un intişar ve okunmasını beklerken, bütün bütün aksine olarak men edilmesi ve mahkemedeki risalelerin sahiplerine iade edilmemesi ve bizi de o cihetle konuşmaktan men etmeleri cihetiyle, belaların def’ine vesile olan bu külli sadaka-i maneviye karşı çıkamadı, günahımız neticesi kuraklık başladı.
Altıncı nokta : Yağmursuzluk bir musibettir ve ceza-yı amel bir azaptır. Buna karşı, ağlamakla ve hüzün ve kederle, niyaz ve hazinane yalvarmakla ve pek ciddi nedamet ve tevbe ve istiğfar ile karşılamak ve sünnet-i seniye dairesinde, bid alar karışmadan, şeriatin tayin ettiği tarzda dergah-ı İlahiyeye iltica etmek ve dua ve o hale mahsus ubudiyetle mukabele etmektir.
Hem böyle umumi musibetler, ekser nasın hatasından geldiği cihetle, o insanların ekseri (kısm-ı azamı) tevbe ve nedamet ve istiğfar etmekle def olur.
Biz Risale-i Nur şakirtleri dünyaya çok ehemmiyet vermediğimizden, dünyaya yalnız Risale-i Nur için baktığımızdan, bu yağmursuzlukta dahi o noktadan bakıyoruz. İşte, Denizli de mahkemeye verilen cüz i bir kısım Risale-i Nur, sahiplerine iadesinin aynı zamanında, burada dahi bir kısım zatlar yazmaya başlamaları aynı vaktinde, bu yağmursuzlukta bir derece rahmet yağdı. Fakat Risale-i Nur’un serbestiyeti cüz i olmasından, rahmet dahi cüz i kaldı. İnşaallah, yakında benim de risalelerim iade edilecek, tam serbest ve intişarı küllileşecek ve rahmet dahi tam olacak.


İmanın Vesile ve Neticesi Duâdır

Duâ, insana samimi ve katışıksız tevhid inancı kazandırır. Bediüzzaman ın ifadesiyle: Duâ eden adam anlar ki, Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder. (23. Söz, 5. Nokta). Aslında duâlarımızla biz, beşerî isteklerimizin gerçekleştirilmesinden daha çok, Rabbimize kulluğumuzu arz eder, O na olan saygımızı, güvenimizi ve O nun gücünün her şeye yettiğini itiraf eder; son noktayı bazen bir sükûtla, bazen de †esbâba tevessül mülâhazası mahfuz†her şeyi O ndan bekleme durumunda bulunduğumuzu vurgulama adına: Ne hâlimiz varsa hepsi de Sana ayân/ Duâ, kapı kullarından miskince bir beyan.. manâsına hâl-i pür-melâlimizi dile getiririz. İnanan bir insan ellerini açıp yakarışa geçince, kendisini gören, soluklarını duyan, içinden geçenleri bilen ve iniltilerini değerlendiren her şeye Kâdir, her şeye Hâkim, istediğini istediği gibi yapan, yaptığı her şeyde farklı hikmetler gözeten birinin var olduğunu düşünür; O nun merhameti, iradesi, meşieti sayesinde her şeyin üstesinden gelebileceği inancıyla gerilir ve en karanlık anlarında bile sürekli huzur yudumlar, itminan soluklar ve ümitle oturur-kalkar. Bu çerçevede günde birkaç defa O na yönelmek, kalbin gözü-kulağıyla fizik ötesi şeyleri görüp işitmeye çalışmak o kadar derin ve anlamlıdır ki, bir kere bu mazhariyeti duyup tadan birinin, bir daha da o kapıdan ayrılması düşünülemez (Gülen 2000, s. 251, 55).

Duâ, aynı zamanda gerçek tevhid inancının bir neticesidir. Duâ konusuna tahsis ettiği 24. Mektub un birinci Zeyl inde Bediüzzaman şöyle yazar: Duâ ubudiyetin ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir. Çünkü duâ eden adam duâsıyla gösteriyor ki: Bütün kâinata hükmeden birisi var ki, en küçük işlerime ıttılaı var ve bilir. En uzak maksudlarımı yapabilir. Benim her halimi görür, sesimi işitir. Öyleyse, bütün mevcudatın bütün seslerini işitiyor ki, benim sesimi de işitiyor. Bütün o şeyleri O yapıyor ki, en küçük işlerimi de Ondan bekliyorum, Ondan istiyorum . İşte, duânın verdiği hâlis tevhidin genişliğine ve gösterdiği nur-u imanın halâvet ve sâfiliğine bak, De ki: Duânız olmazsa Rabbim size ne diye değer versin ki? (Furkân sûresi, 25/77) sırrını anla ve Rabbiniz buyurdu ki: Bana duâ edin, size karşılık vereyim. (Mü min sûresi, 40/60) fermanını dinle. Yine aynı bahiste duâ ile elde edilen sonuçları latîf, leziz ve hazır bir meyveye benzeterek Duâ eden adam bilir ki, birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli her şeye yetişir. diyerek Cenab-ı Hakk ın onun bütün hallerini bildiği gibi, keremiyle bütün ihtiyaçlarını da yerine getireceğini vurgular. Böylece insan, kendini Cenab-ı Hakk ın huzurunda tasavvur ederek, tam bir teslimiyet ve gönül rahatlığıyla O na tevekkül eder.

Bediüzzaman, yağmur namazında yapılan duânın imanın hakikatini, çocukların dahi anlamasına vesile olduğunu söyler ve şöyle der: Yağmur namazının zahir neticesi yağmurun gelmesidir; fakat asıl hakikî, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki: Herkes o vaziyetle anlar ki, onun tayınını veren babası, hanesi, dükkânı değil; belki onun tayınını ve yemeğini veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir tarla gibi tasarrufunda bulunduran bir Zat, onu besliyor, rızkını veriyor. Hattâ en küçücük bir çocuk da, daima aç olduğu vakit validesine yalvarmaya alışmışken, o yağmur duâsında, küçücük fikrinde büyük ve geniş bu manâyı anlar ki: Bu dünyayı bir hane gibi idare eden bir Zat, hem beni, hem bu çocukları, hem validelerimizi besliyor, rızıklarını veriyor. O vermese, başkalarının faydası olmaz. Öyleyse O na yalvarmalıyız der, tam imanlı bir çocuk olur (Risale-i Nur Külliyatı, Emirdağ Lâhikası, II, 1688-9).

İnanan insanın esas vazifesi duâdır. Bediüzzaman ın ifadesiyle İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyleyse, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duâdır. Duâ fıtratın gereğidir. İnsan fıtratı ilim, duâ ve ubudiyet ile tekemmül eder. Bediüzzaman, mahiyet ve istidat itibarıyla her şeyi ilme bağlar; gerçek ilimlerin kaynağının da Allah ı bilmek ve O na iman etmek olduğunu söyler. İnsan, yaratılış gayesi olan iman hakikatine ise duâ ile ulaşır. Kimin merhametiyle böyle hikmetli idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle şefkatle terbiye ediliyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nezaket ve ihtimamla besleniyor ve idare ediliyorum? sorularının cevapları, insanı esas vazifesi olan imana ulaştırır. İnsan, binde birisini dahi yerine getirmekten âciz kaldığı ihtiyaçlarını, bütün ihtiyaçları yerine getiren Zat tan acz ve fakr lisanıyla yalvararak ister. İnsanın esas vazifesi, Aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı âlâ-yı ubudiyete uçmaktır. Demek, insan bu âleme ilim ve duâ vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. (23. Söz, 4. Nokta).

Duâ insanı iman hakikatine ulaştırdığı gibi duâların kabulü ve kabul keyfiyeti de Cenab-ı Hakk ın varlığının delillerindendir. Tohumların ve benzeri maddelerin istidatlarıyla, hayvanların fıtrî ihtiyaçlarıyla ve zorda kalanların ıztırar lisanıyla yaptıkları duâların kabul edilmesi O nun varlığının delilerindendir. Bediüzzaman, İşte, bu nihayetsiz duâların bilmüşahede kabul ve icabeti, her biri vücuba ve vahdete şehadet ve işaret ettikleri gibi, mecmuu, büyük bir mikyasta, bilbedâhe, bir Hâlık-ı Rahîm ve Kerîm ve Mücîbe delâlet eder ve baktırır. diyerek, duânın kabulünün tevhid delillerinden olduğunu ifade eder (33. Söz, 4. Pencere).


Ubudiyetin Ruhu Duâdır

Bir hadislerinde Peygamberimiz, sallallahu aleyhi ve sellem, Allah, kendisinden bir şey istenilmesini sever. İbadetin en faziletlisi, insanın (duâ edip de duâsının neticesinde) sıkıntıdan kurtuluşu beklemesidir. (Taberânî, II, 795); yine başka bir hadislerinde: Duâ ibadettir. buyurmuş ve sonra Rabbiniz buyurdu ki : ‘Bana duâ edin ki size karşılık vereyim. Zira bana ibadet, yani duâ etmeyi kibirlerine yediremeyenler, zelil ve rezil olarak Cehennem e gireceklerdir. (Mü min Sûresi, 40/60) âyetini okumuştur (Tirmizî, Duâ , 1). Duânın ubudiyet olması, hadis-i şerifte işaret buyurulduğu gibi Cenab-ı Hakk ın emri olmasından dolayıdır. Dünyevi, uhrevi bir çok fayda ve hikmetlerinin yanı sıra duâ, edası bizatihi sevap kazandıran bir ibadettir. Zira Cenab-ı Hak, kullarına kendisine duâ etmelerini emretmiştir. Bediüzzaman Hazretleri, duânın ibadet oluşunu, 23. Söz ün Birinci Mebhas ında şöyle delillendirir: Hem duâ bir ubudiyettir. Ubudiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise, o nevi duâ ve ibadetin vakitleridir. O maksatlar, gayeleri değil. Meselâ, yağmur namazı ve duâsı bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa, o ibadet ve o duâ, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyetle olsa, o duâ, o ibadet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz. Nasıl ki, güneşin gurubu, akşam namazının vaktidir. Hem güneşin ve ayın tutulmaları, küsuf ve husuf namazları denilen iki ibadet-i mahsusanın vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nuranî âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i İlâhiyeyi ilâna medar olduğundan, Cenâb-ı Hak, ibâdını o vakitte bir nevi ibadete davet eder.

Duâ, ibadet olduğu için istenilen maksatlar, bazen aynıyla yerine getirilmediği gibi bazen de insana sebepler üstü bir keyfiyette lütuflar ihsan edilebilir. duâda Rabbimiz den istediğimiz şeylerle O nun veriş keyfiyeti arasında sebep-sonuç mülahazasına göre bir münasebet yoktur. Müsebbibü l-esbab ve Kâdiu l-hâcat olan Cenab-ı Allah, O ndan güven ve itimat ederek istenildiğinde, sebeplerle tartıldığında bizim istek ve yakarışlarımızla ortaya çıkması imkânsız neticeleri, hatta bazen herhangi bir sebebe iktiran ettirmeksizin verdiği görülür (Gülen, 2002, s. 131). Bediüzzaman, bazen olması sebepler dairesinde kesin gibi gözüken bazen de olması imkânsız şeyler için duâ edilmesinin sırrını izah ederken duânın ibadet olduğunu söyler ve Abd, kendi aczini ve fakrını duâ ile ilân eder. Zâhirî maksatlar ise, o duânın ve o ibadet-i duâiyenin vakitleridir; hakikî faydaları değil. İbadetin faydası âhirete bakar. Dünyevî maksatlar hâsıl olmazsa, ‘O duâ kabul olmadı denilmez. Belki ‘Daha duânın vakti bitmedi denilir. diyerek, dünyevi maksatların duâda esas alınmaması gerektiğini vurgular (24. Mektup, Birinci Zeyl). Duânın dünyevi fayda ve maksatlarının duâya vakit olduğunu, duânın tam karşılığının âhirette verileceğini ifade eder: Duâ bir ibadettir. İbadetin semeresi âhirette görülür. Dünyevî maksatlar ise, namaz vakitleri gibi, duâ ibadeti için birer vakittirler. duâların semeresi değillerdir. Bediüzzaman a göre, Zâlimlerin tasallutu ve belâların nüzulü, bazı hususî duâlara vakittir. Bu vakitler bâki kaldıkça, o namazlar, o duâlar yapılır. Duânın dünyevi maksatları ise duâların neticesi değil, mukaddimesidir (Külliyat, Mesnevi-i Nuriye, II, 1359).

Bediüzzaman Hazretleri, yağmur duâlarının bazen kabul edilmemesinin hikmetini izah ederken Yağmursuzluk, bu çeşit duâ ve namazın vaktidir, illeti ve hikmeti değil. Nasıl ki güneş ve ayın tutulması zamanında küsuf ve husuf namazı kılınır ve güneşin gurubuyla akşam namazı kılınır; öyle de, yağmursuzluk, kuraklık, yağmur namazının ve duâsının vaktidir. İbadet ve duânın sebebi ve neticesi emir ve rıza-i İlâhîdir, faydası uhrevîdir. Eğer namazdan, ibadetten dünyevî maksatlar niyet edilse, yalnız onlar için yapılsa, o namaz battal olur. Meselâ, akşam namazı güneşin batmaması için ve husuf namazı ayın açılması için kılınmaz. Öyle de, bu nevi ibadet, yağmuru getirmek için kılınsa yanlış olur. Yağmuru vermek Cenab-ı Hakk ın vazifesidir. Biz vazifemizi yaptık; Onun vazifesine karışmayız. der (Külliyat, Emirdağ Lâhikası, II, 1688).

Acze Karşı İstinat Noktası Duâdır

İnsan, fıtraten zayıf ve âcizdir. İnsanın zayıflığına bir çok yazar dikkat çekmiştir. Fransızların ünlü yazarlarından Montaigne, Ne kadar bilge olmak istesek de sonuçta insanız. İnsandan daha dayanıksız, daha sefil ve daha hiç ne var ki? diyerek, insandaki zayıflık halinin fıtriliğini vurgular (Sponville, s. 183). İnsanın kendi güçsüzlüğünü ve zaafını bilmesi büyük bir erdemdir. Kibirlenme ise bilgisizlikten kaynaklanır. Kendini bilen, alçakgönüllü ve mütevazıdır. Yaratıcısına karşı kibirlenen insan ise ya O nu bilmiyordur ya da kendini (Sponville, s. 184).

Bediüzzaman, insanın benlik ve iktidarının gerçekte yaratıcı hiçbir gücü bulunmadığını, her şeyin acz, ihtiyaç, samimî istemek ve fiilî duâ ya dayandığını söyler. Ona göre dış âlemde tabiat fikri insanların sapmalarına nasıl sebebiyet veriyorsa iç âlemde de ben/ene duygusunun bütün sapmaların menşei olduğunu şöyle ifade eder: Zaten ben, nasıl tabiatı icad itibarıyla inkâr ediyorum ve Risale-i Nur bunu kat î ispat etmiş. Öyle de, beşeri gurura, enaniyete, firavunluğa sevk eden iktidarı da tabiat gibi inkâr ediyorum der. Konunun devamında, Kur ân ın feyzi ve Risale-i Nur un delilleriyle evvelâ kendi nefsinde, sonra da herkesteki benlik ve iktidarın Cenab- Hakk ın icad, ihsan ve tevfikinin yalnızca bir perdesi olduklarını aynelyakîn gibi kesin olarak bildiğini söyler (a.g.e., EL . II, 1874). Böylece insan tabiatında asıl olanın acz ve zaaf olduğunu belirten Bediüzzaman, Acz, nidânın mâdenidir. İhtiyaç duânın menbaıdır. (a.g.e., Mesnevi, II, 1320) diyerek, duâ ve yakarışın kaynağının da bu sürekli ve değişmez acz hali olduğunu vurgular.

İnsandaki bu zayıflık hali Yaratıcı nın karşısında hissedildiğinde bir mâna ifade eder. Aksi halde ümitsizlik, ye s ve kederin kaynağıdır. Bu sebeple acz, başkalarına halini şikayete değil duâya vesile olmalıdır. Bu takdirde acz, büyük bir güç olur. Bediüzzaman, insanın acz ve zayıflığındaki bu gücü anlatmak için nazlı bir çocuk örneğini verir. Çocuğun zaafında büyük bir kuvvet, aczinde büyük bir kudret vardır. Eğer zaafını anlayıp duâ etse, aczini bilip istimdat etse, metalibine öyle muvaffak olur ve makasıdı ona öyle musahhar olur ki, iktidar-ı zâtisiyle, aşr-ı mişarına (yüzde birine) muvaffak olamaz. Çocuk ağladığı zaman istediği kendisine hemen verilir. Kendisinden çok daha kuvvetli anne-babası ise çocuk ağladığı zaman âdeta onun emrine girerler. Çocuk, kendi kuvvetiyle elde edemeyeceği bir çok şeyi ağlamasıyla kolaylıkla elde eder. Demek ki, saltanat-ı insaniyet, celb ve gasp etmekle ve galip olmakla değildir. Belki insana bu derece musahhariyetin sebebi, şefkat ve rahmet ve hikmet-i Hâlıktır ki, eşyayı insana musahhar etmiş. Bir gözsüz akrep ve bir ayaksız yılan gibi haşarata mağlûp olan insana, bir kurttan ipeği giydiren ve bir böcekten balı yediren, zaafının semeresi olan teshir-i Rabbânîdir. Yoksa netice-i iktidarı değildir. (Külliyat, Mesnevi-i Nuriye, II, 1386).

Bediüzzaman, 23. Söz ün birinci Mebhas ında duânın insana kazandırdığı kuvveti açıklarken İnsan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyâta maruz ve hadsiz âdânın hücumuna müptelâ; ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcâta giriftar ve nihayetsiz metâlibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, imandan sonra duâdır der. Duâ ise ubudiyetin esasıdır. Nasıl ki bir çocuk, eli yetişmediği meramını ya da arzusunu elde etmek için acz lisanıyla ya ağlayarak fiilî ya da isteyerek kavlî bir duâ etse maksuduna muvaffak olur. Öyle de, insan, bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nazenin, nazdar bir çocuk hükmündedir. Rahmânü r-Rahîm in dergâhında, ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla duâ etmesi gerekir ki fıtratındaki eksiklikleri kuvvete çevirebilsin.

Acz ve zaaf, Allah-u Tealâ nın isim ve sıfatlarının tecelli etmelerine sebep oldukları için insanı güçlü kılar ve insanın sürekli ibadet halinde olmasını temin eder: Cenâb-ı Hak insana hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir zaaf vermiş, tâ ki daimî bir surette dergâh-ı İlâhiye ye iltica edip niyaz etsin, duâ etsin (25. Lem a, 12. Deva). İnsanın fıtratındaki acz ve fakr, O nun Rahmet hazinelerine açılan iki küçük pencere gibidirler. Bu pencereler vasıtasıyla Hak Teâla nın isim ve sıfatlarının insan üzerinde tecelli edişi hakkında Bediüzzaman, Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâl in kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiye ye bu suretle ayinedarlık ediyor der (33. Söz, 31. Pencere).

Acz ve zaaf, duânın makbul ve tesirli olması için en önemli vesilelerdir. Bu sebeple hastaların, elden ayaktan düşmüş ihtiyarların ve çaresizlerin duâlarının makbul olduğu bildirilmiştir. Oruçlunun duâsının kabul edilmesinin bir sebebi de oruç esnasında açlığın getirdiği acz ve zaaftır. Bediüzzaman hazretleri, Bu Ramazan-ı Şerifte acz ve zaafı ve fakr ve ihtiyacı tam hissedip Cenab-ı Hakka iltica etmek, bu surette intibah ve heyecan ve şuur ve şiddet verdi. Ramazan-ı Şerifte şimdi okuduğum münacatların okunmasına bu hâdise mühim bir kuvvet oldu. Zaten musibetler, dergâh-ı İlâhîye sevk etmek için birer kader kamçısıdır. Her okuduğum bir kelime ve duâ da ve münâcâtda şuurlu ve şiddetli oluyor. Resmî ve ruhsuz olmuyor. diyerek Ramazan da yapılan duâların kabul edilmesinin sebebini izah eder. İçinde yaşadıkları ortamda manâsını tam hissederek tesbih ve zikirleri yaptıkları için sahabe-i kiram efendilerimizin ibadet ve duâlarına yetişilemediğini ifade eder (Külliyat, BL , II, 1525).


Fakra Karşı İstimdat Noktası Duâdır

İnsanın bir çok şeye ihtiyacı vardır. İhtiyaçlar insanın hayallerinin ulaştığı yere kadar uzanır. Bediüzzaman ın ifadesiyle: İnsan, mahiyetinin câmiiyeti itibarıyla, sıtmadan müteellim olduğu gibi, arzın zelzele ve ihtizâzâtından ve kâinatın kıyamet hengâmında zelzele-i kübrâsından müteellim oluyor. Ve nasıl ki hurdebinî bir mikroptan korkar, ecrâm-ı ulviyeden zuhur eden kuyruklu yıldızdan dahi korkar. Hem nasıl ki hanesini sever, koca dünyayı da öyle sever. Hem nasıl ki küçük bahçesini sever; öyle de, hadsiz ebedî Cennet i dahi müştakane sever. Kâinatla bu derece alâkalı olan insanın Mâbudu, Rabbi, melcei, halâskârı, maksudu öyle bir Zat olabilir ki, umum kâinat Onun kabza-i tasarrufunda, zerrat ve seyyârat dahi taht-ı emrindedir. Müminler için makbul bir duâ olduğu hadis-i şerifte bildirilen (Taberânî, II, 838) Hazret-i Yunus Aleyhisselâm ın, balığın karnında yaptığı (Sonra karanlıklar içinde şöyle yakarmıştı:) Ya Rabbî! Sensin yegâne İlâh, Senden başka yoktur ilâh. Sübhansın, bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin. Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim! (Enbiyâ Sûresi, 21/87) duâ ve münacatı, sebeplerin sukût ettiği yerde, onları da yaratan Cenab-ı Hakk a halis teveccühten dolayı kabul görmüştür. O halde biz de aynelyakin anlamalıyız ki, gaflet ve dalâletimiz sebebiyle aleyhimize ittifak eden istikbal, dünya ve hevâ-yı nefsin zararlarını def edecek yalnız o Zat olabilir ki, istikbal taht-ı emrinde, dünya taht-ı hükmünde, nefsimiz taht-ı idaresindedir. Acaba Hâlık-ı semâvat ve arzdan başka hangi sebep var ki, en ince ve en gizli hâtırât-ı kalbimizi bilecek. Ve bizim için istikbali, âhiretin icadıyla ışıklandıracak ve dünyanın yüz bin boğucu emvâcından kurtaracak -hâşâ- Zât-ı Vâcibü l-Vücud dan başka hiçbir şey, hiçbir cihette, Onun izin ve iradesi olmadan imdad edemez ve halâskâr olamaz (1. Lem a).

İnsanın ihtiyaçlarını yalnızca Cenab-ı Allah karşılayabileceği gibi, elem ve kederlerini da yine O giderir. Zira insan ruhu Hadsiz hâcâta müptelâ, nihayetsiz a dânın hücumuna hedeftir. Allah a iman, ona bütün hâcâtını temin edecek bir hazine-i rahmet kapısını açar ve bütün a dâsının şerrinden emin edecek bir Kudret-i Mutlaka nın sahibi olan kendi Mâbudunu ve Hâlıkını bildirir ve tanıttırır, sahibini gösterir, mâliki kim olduğunu irâe eder. Böylece insan ruhu kuvvetli bir dayanak ve medet isteme mercii bularak kalbi, vahşet-i mutlakadan ve ruhu hüzn-ü elîmden kurtularak , bitip tükenmeyen bir ferah ve sürekli bir sevinç kazanır (20. Mektup, 1. Makam). İnsanın bütün ihtiyaçlarını karşılayıp onu sürekli mutlu edebilecek yalnızca Allah Teâlâ dır. Nitekim bir hadis-i şeriflerinde Peygamber Efendimiz, sallallahu aleyhi ve sellem, Allah tan kusurlarınızı örtmesini, korkularınızdan emin kılmasını isteyin. (Taberânî, II, 787) buyurmuştur. Bu sebeple Bediüzzaman tam bir teslimiyet içinde şöyle seslenir: Hiçbir şeyi duâlarıma, taleplerime ve niyazlarıma hedef ittihaz etmem. Ancak küre-i arzı harekete getiren, felek çarklarını durdurmaya ve şems ve kamerin yerleştirilmesiyle zamanın hareketini teskin ettirmeye ve vücudun şahikalarından yuvarlanıp gelen şu dünyayı sakin kılmaya kadir olan kudreti nihayetsiz Rabb-i Zülcelâle duâlarımı, niyazlarımı arz ve takdim ediyorum. Çünkü, her şeyle alâkadar âmâl ve makasıdım vardır. Ve keza, kalbime vaki olan en ince, en gizli hatıraları işittiği ve kalbimin müyûl ve emellerini tatmin ettiği gibi, akıl ve hayalimin de temenni ettikleri saadet-i ebediyeyi vermeye kâdir olan Zât-ı Akdes den maada kimseye ibadet etmiyorum (Külliyat, MN , II, 1322).

Acz ve fakrın duânın iki önemli esası olduğunu sürekli vurgulayan Bediüzzaman Hazretleri, Ey Said! Gurur ve enaniyeti bırak. Dergâh-ı ulûhiyetinde, acz ve zaafını, fakr ve fâkatını istimdat ve lisan-ı tazarru ve ubudiyetle ve duâyla ilân et. (a.g.e. 1386) diyerek, duâda acz ve fakrın kulluk şuurunun yerleşmesinde ne derece önemli olduğuna dikkat çekmiş ve duâlarında şöyle yakarmıştır: Yâ Rabbî, yâ Hâlıkî, yâ Mâlikî! Seni çağırmakta hüccetim, hâcetimdir. Sana yaptığım duâlarda uddetim fâkatimdir. Vesilem, fıkdan-ı hile ve fakrimdir. Hazinem aczimdir. Re sülmâlim, emellerimdir. Şefîim, Habîbin (aleyhissalâtü vesselâm) ve rahmetindir. Af eyle, mağfiret eyle ve merhamet eyle, yâ Allah, yâ Rahmân, yâ Rahîm! Âmin. (a.g.e., II, 1320).


Sonuç

Yalnızlık, çaresizlik, sıkıntı, ümitsizlik ve gelecek korkusu gibi çağımız insanının problemlerinin aşılması insan fıtratının tanınmasıyla mümkündür. Yaratılışın tesadüflere havale edilmesi, insanın başıboş ve gayesiz tasavvur edilmesi sonucunda ortaya çıkan psikolojik ve vicdani problemleri aşmanın yegane yolu insanın tanınmasıdır. Dahilerin, dünya nimetlerinden en üst seviyede istifade eden mal ve makam sahiplerinin iç sıkıntıları ve buhranlarını aşamadıkları, hattâ bu kabil problemlerle en fazla onların karşılaştığı müşahede edilmektedir. Halbuki insanın Cenab-ı Hakk a kul olduğunu kabul ederek, tam bir iman ile O na teslim olması durumunda geçmiş, şimdi ve gelecek anlam kazanmakta ve aydınlanmaktadır. Bunun sonucunda gelecek endişesi ve şimdiki halin sıkıntılarından kurtulan insan, tam bir hürriyet kazanarak hayatın anlamını idrak etmesi mümkün olmaktadır.

Hak Teâlâ ya teslimiyetin ve kulluğun en halis şekillerinden birisi duâdır. Duâ, sebeplerin bitip de insanın çaresiz kaldığı durumlarda bile her şeyi Allah tan bekleme ve O na sığınma duygusuyla insanı çaresizlikten kurtarmakta, ona önünde daima açık bir kapı bulunduğunu hatırlatmaktadır. Mevlanâ Câmi nin Bir i iste, başkaları istenmeye değmiyor; Bir i çağır başkaları imdada gelmiyor (17. Söz, 2. Makam) sözleriyle ifade ettiği her duâyı duyan, her ihtiyaca cevap veren bir Rabb-i Rahimimiz bulunduğu gerçeğine inanmak, her dönemde insan oğlunun en büyük dayanağı ve ümit kaynağıdır.

Ubudiyetin her an hissedilmesi ve hayatın kulluk şuuruyla tanzim edilmesi, böylece hayatın anlam kazanması ancak duâ ile mümkündür. İnsan, kendi fıtratını ve hayatın anlamını pratik olarak yalnızca duâ ile keşfedebilir. Nitekim ünlü hekim Alexis Carrel, Duâ ortamında insan kendini olduğu gibi görür, kendine gelir. Hırsını, hatalarını, eğri düşüncelerini, kibir ve gururunu belirleyerek ahlâki görevlerini yerine getirmeye hazır bir duruma ulaşır. (s. 45) diyerek duânın ahlâkın güzelleştirilmesindeki önemini vurgulamıştır. Ahlâk, duâ ile tekamül eder. Bediüzzaman bu hususu Duâ ve tevekkül meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelân-ı şerri keser, tecavüzâtını kırar. (26. Söz, İkinci Mebhas) ifadeleriyle belirtir. İnsanın cüzî iradesinin yaratıcılık gücü yoktur. Matüridîlere göre insan iradesi yalnızca hayra ya da şerre meyledebilir. İnsanın hayra meyletmesinde duânın ciddi tesiri vardır. Bu meyelanın ortaya çıkmasında da Cenab-ı Hakk ın irade ve kudretinin aslî rolü çok önemlidir.

Bediüzzaman hazretleri, duâ ve ibadetlerin yerine getirilmesinde aşk yerine acz ve fakrı hareket noktası almıştır. Zira o, Cenab-ı Hakk a olan ihtiyaçların hissedilmesinin insanı kademe kademe Hak Teâlâ nın esma ve sıfatlarına ulaştıracağını, acz ve fakrın şuurunda olarak yapılan duâ ve ibadetlerin aşkı da içine alan bir yol olduğunu vurgulamıştır. İnsanın mahiyeti ulviye, fıtratı câmia olduğundan, binler envâ-ı hâcât ile binbir esmâ-i İlâhiye ye, her bir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır. Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır. sözleriyle bu gerçeği ifade eder. Yani ihtiyaçlar insanı iştiyaka, katmerli iştiyak muhabbete, katmerli muhabbet ise aşka götürür. O, bu gerçeği bir başka yerde şöyle açıklar: Bazen insan, câmiiyet-i mahiyet cihetiyle hadsiz ihtiyacât noktasında esmâya muhtaç ve müştak olur ve o ihtiyaçla sever. Meselâ, sen bütün şefkat ettiğin akraba ve fukara ve zayıf ve muhtaç mahlûkata karşı âcizâne istimdat ihtiyacını hissettiğin halde biri çıksa, istediğin gibi onlara iyilik etse, o zâtın in âm edici ünvanı ve kerîm ismi ne kadar senin hoşuna gider; ne kadar o zâtı o ünvanla seversin. Öyle de, yalnız Cenâb-ı Hakk ın Rahmân ve Rahîm isimlerini düşün ki, sen sevdiğin ve şefkat ettiğin bütün mü min âbâ ve ecdadını ve akraba ve ahbabını dünyada nimetlerin envâıyla ve Cennet te envâ-ı lezâizle ve saadet-i ebediyede onları sana gösterip ve kendini onlara göstermesiyle mes ud ettiği cihette o Rahmân ismi ve Rahîm ünvanı ne kadar sevilmeye lâyıktırlar; ve ne derece o iki isme ruh-u beşer muhtaç olduğunu kıyas edebilirsin (32. Söz, 3. Mevkıf, 2. Mebhas).

Bediüzzaman hazretlerinin 32. Söz ün sonundaki şu münâcâtı onun duâ konusundaki fikirlerinin özeti gibidir: Yâ Rab! Nasıl büyük bir sarayın kapısını çalan bir adam, açılmadığı vakit, o sarayın kapısını, diğer makbul bir zâtın sarayca menus sadâsıyla çalar, tâ ona açılsın. Öyle de, bîçare ben dahi, Senin dergâh-ı rahmetini, mahbub abdin olan Üveys el-Karânî nin nidâsıyla ve münâcâtıyla şöyle çalıyorum. O dergâhını ona açtığın gibi, rahmetinle bana da aç:

İlâhî ente Rabbî ve ene l-abd ve ente l-Hâliku ve ene l-mahlûk ve ente r-Rezzâku ve ene l-merzûk ve ente l-Mâliku ve ene l-memlûk ve ente l-Azîzu ve ene z-zelîl ve ente l-Ganiyyü ve ene l-fakîr. (Mecmûatü l-Ahzâb, Evrâd-ı Şâzelî, s. 323-324).

* Araştırmacı -Yazar
bkutluboga@yeniumit.com.tr

Kaynaklar

- Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, I-II, Nesil yayınları, İstanbul 2001.
- Carrel, Alexis, Duâ, (çev. Ali Erçetin), İstanbul 1999.
- Gülen, M. Fethullah, Duâ , Işığın Göründüğü Ufuk un içinde, s. 251-257, İstanbul 2000.
- Gülen, Kırık Testi, İstanbul 2002.
- Gülen, Duâ Zamanı , Örnekleri Kendinden Bir Hareket in içinde, s. 132-155, İstanbul 2004.
- Gümüşhanevî, Ahmed Ziyaüddîn, Mecmûatü l-Ahzâb, Evrâd-ı Şâzelî cildi.
- Huxley, Aldous, Kalıcı Felsefe, (çev. Latif Boyacı), İstanbul 2003.
- Sponville, Andre Comte, Büyük Erdemler Risalesi, (çev. Işık Ergüden), İstanbul 2004.
- Taberânî, Kitâbu d-Duâ, I-III, Beyrut 1987.


8 Ekim 2013 Salı

İktisat İsraf Şükür Mutlaka Oku !



“İktisat Risalesi; İktisat ve kanaate, israf ve tebzire dairdir.”
"Yiyin, için, fakat israf etmeyin." Şu ayeti kerime, iktisada kat’i emir ve israftan nehy-i sarih suretinde gayet mühim bir ders-i hikmet veriyor.
Halık-i Rahim, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise şükre zıttır, nimete karışı hasaretli bir istihfaftır. İktisat ise, nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır. “İktisat eden maişetçe aile belasını çekmez” mealindeki hadis-i şerifi sırrıyla, iktisat eden maişetçe aile zahmet ve meşakkatini çok çekmez diye başlayan risalede iktisat etmenin faydaları anlatılmaktadır.
İktisadın faydaları;
1- Şükrü manevi
2- Nimetlerdeki rahmeti İlahiyeye karşı bir hürmet
3- Hem kat’i bir surette sebeb-i bereket
4-Hem bedene perhiz gibi bir medar-ı sıhhat
5- Hem manevi dilencilikten kurtaracak bir sebeb-i izzet
6-Hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine kuvvetli bir sebeptir.
Dil ve midenin vücuttaki konumları: Ağızdaki dil bir kapıcıdır. Mide ise cesedin idaresi noktasında bir efendidir. Yemeklerde lezzetlerin ancak %5’i tercih edilebilir. Eğer kapıcı olan dile % 5’den fazla verilirse kapıcı olan dil, efendi benim deyip sadece lezzetli yemekleri kabul etmeye başlayacak. Vücuttaki dengeyi de bozacaktır. İktisat ise, hikmet-i İlahiyeye uygun hareket olduğu için dili kapıcı hükmünde tutup ona göre bahşiş verir.
Yemeklerdeki israfın zararları:
1-Mideyi karıştırır.
2- Hakikiyi iştihayı kaybeder.
3- Yemeklerin çeşitliliğinden gelen suni, yalancı bir iştah ile yedirir.
4- Hazımsızlığa sebep olur.
5- Hasta eder.
Günümüz Avrupasında yetişkinlerin üçte biri fazla kiloludur. ABD’de ise bu oran % 61’dir. Her iki bölgede obezite (aşırı şişmanlık durumu) oranları 1990’larda büyük bir artış gösterdi. Bu sorun doğrudan yağlı ve şekerli gıdaları ucuzlatma ve bol bulunur hale getirme politikasından kaynaklanmaktadır. Dünyada en fazla satılan 10 ilaç sınıfından toplam satışın % 18’ini oluşturan beşi; mide yanması, obezite, kalp hastalıkları ilaçlarıdır. ABD’de 1990’ların sonunda obeziteyle ilgili sağlık harcamaları, toplamın % 12’sini oluşturmaktadır.
Bediüzzaman Said Nursi, yalnızca yazdıklarıyla değil kendi hayatında da fiilen iktisadı tavsiye etmiş ve göstermiştir. Bunu eserlerinde de dile getirmiştir: Evet iktisat kat’i bir sebeb-i bereket ve medar-ı hüsn-ü maişet olduğuna o kadar kat’i deliller var ki, had ve hesaba gelmez. Ezcümle, ben kendi şahsımda gördüğüm ve bana hizmet ve arkadaşlık eden zatların şehadetleriyle diyorum ki: İktisat vasıtasıyla bazan bire on bereket gördüm ve arkadaşlarım gördüler. Hatta dokuz sene (şimdi otuz sene) evvel benimle beraber Burdur’a nefyedilen reislerden bir kısmı, parasızlıktan zillet ve sefalete düşmemekliğim için, zekatlarını bana kabul ettirmeye çok çalıştılar. O zengin reislere dedim, Gerçi param pek azdır. Fakat iktisadım var, kanaate alışmışım. Ben sizden daha zenginim. Mükerrer ve musırrane tekliflerini reddettim. Cay-ı dikkattır ki, iki sene sonra bana zekatlarını teklif edenlerin bir kısmı, iktisatsızlık yüzünden borçlandılar. Lillahilhamd, onlardan yedi sene sonra, o az para, iktisat bereketiyle bana kafi geldi. Benim yüz suyumu döktürmedi, beni halklara arz-ı hacete mecbur etmedi. Hayatımın bir düsturu olan “nastan istiğna” mesleğimi bozmadı.6
Az yemekle iktifa etmesi: “neyle yaşıyorsun?” sorularına karşılık, yemeğindeki bereket ve ikram-i İlahiyi, iktisat prensibini ve az yemekle iktifa etiğini bilmecburiye anlatmıştır. Bediüzzaman’ın talebeleri de bu durumu teyid etmektedirler. Üstadımız çok az yerdi, yediği zamanda beş saat geçmeyince tekrar yemek yemezdi. “Üstadın yemekleri çok sade idi. Ekseri yemekleri şehriye çorbası, pirinç çorbası, sulu yemekler, yoğurt ve yumurta idi. Üstadımız onbeş günde bir et yerdi.”7
Midenin üç hakkı var: Talebelerinden Molla Hamid anlatıyor “Annem yetmiş yaşlarındaydı. Yemeğimizi o pişirirdi. Üstad bir gün bulgurları eve götürmemi istedi. Sabahları çay, peynir, akşamları ise bulgurlu ise bulgurlu çorba ve pilav yaptırarak günlerimizi geçiriyorduk. Annemin yaptığı çorba ve pilavları alıp getiriyordum. Üsdad yemek yerken herkesin ekmeğini ayırır, taksim ederdi. Ekmek bana az geliyordu. Sofradan altı talebe bir de Üstad yedi kişi oluyorduk. Bazan misafirimiz de gelirdi. Üstad bana şefkat ettiğinden cesaret alarak, ekmeğin az olduğunu söyledim. Evde çok buğday olduğunu, getirip bol bol yiyebileceğimizi ifade ettim. Üstad tebessüm ederek: Kardeşim ben azlığı için, olmadığı için böyle yapmıyorum. Siz midenizi neye benzetiyorsunuz? Midenin üç hakkı üç hissesi vardır. Sadece birisi yemek içindir. Eğer böyle yapmaz da ölçüsüz doldurursanız, beş davarlık bir ahıra, on beş davar doldurmaya benzer.”8
Elbiseleri: “Şu üstümdeki sakoyu yedi sene evvel eski olarak almıştım. Beş senedir elbise çamaşır, papuç, çorap için dört buçuk lira ile idare ettim. Bereket, iktisat ve rahmet-i İlahiye bana kafi geldi.”9
Dünyalık adına çok az bir şeyle iktifa etmesi: Muhtelif zamanlarda kendisini ziyaret edenler tarafından anlatılanlara bakıldığında çok sade bir hayat yaşadığını anlıyoruz. Talebeleri şunları anlatmaktadırlar: “Bediüzzaman Said Nursi’nin odasında ince bir yer yatağı, ince bir yorgan, bir cep saati, ibrik, çay takımı vardı. Başkada göze çarpan dünyalık bir şey görmedim.”
“Yerde bir hasır vardı. Bütün evindeki eşyalar, o günkü para ile yüz lira değerinden az ederdi. Bir de demirden soba vardı.”
“Bildim ve gördüğüm kadarıyla, Bediüzzaman’ın siyah kaput bezinden bir cübbesi, mestsiz bir gıslavet lastiği, omuzunda bir seccadesi ve elinde bir ibriği vardı. Dünya malı bu, gittiği yerlere de bunları taşırdı.”10
İnsanı ve insanlığı zor durumda bırakan, onu muhtaç hale düşüren israfın da çeşitleri vardır. Bunları şöyle gösterebiliriz:
a) Yeme-içmede israf: Yüce dinimiz, ihtiyacımız olan gıdayı azaltıp iş gücümüzü kaybetmeyi tasvip etmediği gibi, gereğinden fazla yiyip içmeyi de yasaklamıştır. Peygamberimiz de (s.a.v.) “ Ademoğlu, karnından daha şerli bir kap doldurmamıştır. İnsana belini doğrultacak Birkaç lokma yeter. Yemek yediği zaman, midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içmeye, üçte birini de nefes almaya ayırsın”diye buyurmaktadır.
b) Hayat noktasında en büyük nimet olan ekmeği israfı: Türkiye’de üretilen günlük 120 milyon ekmeğin yaklaşık 12 milyonu israf edilmektedir. Bunun ekonomiye günlük zararı 2.6 milyon liradır. Türkiye’de her yıl yaklaşık 44 milyar adet ekmek üretiliyor. Bu ekmeklerin yüzde 16’sı evlerde olmak üzere yaklaşık 40 milyar adedi tüketiliyor. 4 milyar adedi israf ediliyor.11 Bu durum ekonomik açıdan da büyük kayıplara yol açmaktadır. Bir İslam ülkesinde sadece ekmekte bu kadar israfa düşülmesi meselenin bir başka boyutunu oluşturuyor.
c) Su da yapılan israf: Kur’an-ı Kerimde 63 yerde kendisinden bahsedilen ve “Canlı her şeyin ondan yaratıldığı bildirilen12 “Şerait-i hayat” ve “umumi nimetlerden olan suyun” da iktisatlı kullanılması gerekmektedir. Dünyada her yıl, en az 5 milyon kişinin sağlıksız içme suyu yüzününden öldüğü ve dünyada milyonlarca kişinin ciddi su sıkıntısıyla karşı karşıya olduğu, hatta kimi Afrika ülkelerinde su yerine hayvan idrarlarının içildiği, su savaşlarının kapıda olduğu göz önüne alındığında Peygamberimizin (s.a.v.) su konusundaki iktisatlı davranışı ve tavsiyeleri daha iyi anlaşılmaktadır. Hadislerde abdest alırken dahi gereğinden fazla su kullanılması mekruh sayılmıştır. Konu ile ilgili nakledilen bir hadis şöyledir: “Sa’d abdest alırken Hz. Peygamber (s.a.v) çıka geldi. Onun çok su kullanarak abdest aldığını görünce: “Bu israf da ne? diye müdahale etti. Sa’d’ın: “Abdeste israf olur mu?” diye sorması üzerine Resulullah (s.a.v) şu açıklamayı yaptı: ”Evet, akmakta olan bir nehir kenarında olsanız da” diye buyurdu.13
d) Enerjide yapılan israf: Enerjide çok ciddi israf içerisindeyiz. Evlerde, resmi dairelerde hatta ibadet yerlerinde dahi enerji israf edilmektedir. Türkiye’de tüketilen enerjinin % 30’luk bölümü israf edilmektedir. Enerji tüketimindeki % 25 lik tasarruf potansiyeli 11.500.000 ton petrole karşılık gelmektedir. Enerjinin iktisatlı kullanılması konusunda Said Nursi’nin bu konuda da hepimize örnek bir davranışı vardır: Bir talebesinin mangala gereğinden fazla kömür koyduğunu gördüğünde fazla kömürleri mangaldan çıkarttırmıştır. Bugünkü dünya krizine baktığımızda da mangaldan kömür çıkarma zamanı gelmiştir diyebiliriz. Hiç bitmeyecek sanılan enerji kaynakları bu günlerde kimi devletleri karşı karşıya getirmektedir. Enerji artık büyük bir silah olarak kullanılıyor. Devletler birbirlerine karşı gaz vanalarını sıkıyor. Batı medeniyetinin anlayışında sanki her şey “aşırı tüketim” üzerine kurulmuş gibi. Alış veriş, aşırı tüketim sanki bir ibadet haline getirilmiştir. Bu da her alanda dünyanın sonunu yaklaştırıyor.
e) Kaynakların israfı: Kaynaklar denildiğinde, genel anlamıyla bir ülkenin sahip olduğu yeraltı ve yerüstü zenginlikleri akla gelmektedir. Denizler, akarsular, ormanlar ve tarıma elverişli araziler, kara ve deniz hayvanları. Çağımızda her alanda kaynak israfının göz ardı edilemeyecek boyuta ulaştığı bir gerçektir. Yüce Allah, kainattaki her bir şeyi insanın hizmetine sunmuştur. Yaratılan her şey denge temeline oturtulmuştur. “Göğü Allah yükseltti ve mizanı (dengeyi) O koydu, sakın dengeyi bozmayın”14 anlamındaki ayet bu gerçeği dile getirmektedir. Bu dengenin bozulması, insanlık alemi için zor günlerin başlangıcının habercisidir.
Ekolojik Denge
Aşırı israf ve tüketimin ekolojik dengeyi de bozduğu artık herkes tarafından kabul edilmektedir. Ekolojik dengenin önemli unsurlarından olan hayvanlar ve bitkiler, ekosistemin devamında önemli rol oynamaktadırlar. Fakat günümüzde gerek hayvan türleri gerekse bitki türleri ciddi bir yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Bu iki unsurda insan hayatıyla çok bağlantılı oldukları için Kur’an-ı Kerimde bir çok yerde bahis konusu olmuşlardır; hatta bazı surelere adları dahi verilmiştir. Bakara (inek), Nahl (arı), Ankebut (örümcek), Neml (karınca) ve Tin (incir) Suresi gibi. Kur’an’ın hayvanlara verdiği öneme paralel olarak Bediüzzaman Said Nursi de hayvanlara çok önem vermiş ve eserlerinde birçok hayvan türünden bahsetmiştir. Aynı şekilde eserlerinde 214 yerde ağaçlardan bahsetmektedir.
Bediüzzaman Said Nursi, kainattaki bütün mahlukatı ibadette, kendisine arkadaş ve dost olarak görmesi çok önemli bir bakış açısıdır. Mahlukat böyle algılanırsa, hangi insan tabiatı tahrip edebilir? Ayrıca bu dostluktan dolayıdır ki, onlara yapılan her türlü tahrip ve hakareti engellemiştir. Onun bu düşüncesi, eşeğe eşek denilmesini bile hakaret kabul ediyor. Onlara işlek denmesini istiyor. “Evet bu bahr-i müsebbih olan şu semavatın kelimat-ı tesbihiyesi, aylar, yıldızlar olduğu gibi, bir tayr-i müsebbih ve hamid olan şu zeminin dahi elfaz-ı tahmidiyesi, hayvanlar ve nebatlar ve ağaçlardır” diyen Said Nursi’nin ağaçlarla olan dostluğu çok manidardır. Her daim onlarla beraber olmuştur. Çam Dağı, Erek Dağı, Yuşa tepesi... onun tefekkür yerleridir. Said Nursi’nin ağaçlara bakışı manidardır: “Arzdaki nebatat ve hayvanat, efrad-ı aile ile erzak vesaire gibi levazımat-ı beytiye hükmündedir. Her bir ağaç birer mektub-u Rabbanidir.” “Güya çiçek açmış her bir ağaç gibi, o ağaç dahi, nakkaşının metinlerini teganni eden manzum bir kasidedir.” “Bütün ağaç ve nebatat, yaprakları ve çiçekleriyle seni bedahat derecesinde tanıttırıyor ve tanıyorlar.” “Bir ağaç bir kelimedir.” “Her biri ayet-i mücesseme hükmünde olan şu ağaçlardan…” “ Madem ağaçlar birer cesed oldu, bütün yapraklar dahi diller oldu, demek her biri, binler dilleri ile havanın dokunmasında “hu, hu” zikrini tekrar ediyorlar.” “Bir ağaç bir kainat hükmünde.”, “Bir ağaç bir kelimedir, ne kadar sayfası vardır. Bir meyve bir harf, bir çekirdek, bir noktadır. “Bazan bir ağaç gibi bir kelimede bir kasideyi yazan…” “Şu ağaçlar raksa gelmiş cezbe istiyorlar…” “Kudret-i Fatıranın büyük mucizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları…” “Ya güya çiçek açmış her bir ağaç, güzel yazılmış manzum bir kasidedir ki, o kaside Fatır-ı Zülcelalin medayih-i bahiresini inşad edip şairane lisan-ı hal ile söylüyor.” “Ve umum eşcar ve nebatatın cezbedarane hareket-i zikriyede bulunan yapraklarından…” “Mesela o Rahmet, her baharda umum ağaçları ve meyveli nebatları cennet hurileri gibi giydirip süslendirip ellerine her çeşit meyveleri verip bizlere uzatıp haydi alınız yiyiniz dediği…” gibi ifadelere Risale-i Nurların muhtelif yerlerinde sıkça rastlamak mümkündür.15 Onun düşüncesinde ağaçlar odun olmaktan çıkarak farklı bir mertebeye ulaşmakta, Cenab-ı Hakkı tesbih eden ve bu yolda insanlara yol gösteren varlıklar olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Ondandır ki, bir talebesine şunları söylüyor. “Ehl-i hükümet gelerek; eğer razı olursan şu ağacın bir dalını keseceğiz. Sana da on bin altın vereceğiz deseler, vallahi razı olmam”16demiştir.
Bediüzzaman Said Nursi’nin hayvanlarla ilişkileri ve onlara olan şefkati de şayan-ı dikkattir. Said Nursi’nin karıncaya ekmek verecek kadar şefkati hiçbir hayvanseverde yoktur. O, hayvanlara hitap ederken dahi hususi itina göstermiştir. Mesela, “Üstadımız Barla’da fazla merkep kullanıldığı için, bunlara eşek demeyin, hayvana hakaret oluyor. İşlek deyin, çünkü bunlar çok çalışkan hayvanlardır.”17 derdi. Sinekleri öldürme noktasında da Bediüzzaman son derece şaşırtıcıdır. “Latif Nükteler” isimli eserinde başından geçen bir olayı şöyle anlatmaktadır: “Güz mevsiminde sineklerin terhisat zamanına yakın bir vakitte, hodgam insanlar, cüz’i tacizleri için sinekleri itlaf istemek üzere hapishanede odamızda bir ilaç istimal ettiler. Benim fazla rikkatime dokunmuştu. Odamda çamaşır ipi vardı. Bilahare, o insanların inadına sinekler daha ziyade çoğaldılar. Akşam vaktinde, o küçücük kuşlar, o ip üstünde gayet muntazam diziliyorlardı. Çamaşırları sermek için Rüştü’ye dedim, ‘Bu küçük kuşlara ilişme; başka yere ser.’18 Sinekleri değil öldürmek, yerlerinden uçurularak rahatsız edilmelerini dahi istemeyen bir hayvan sevgisine sahip olan Said Nursi, “ Fatır-ı Hakim, o küçücük kaderi mektupları ve kudret kelimelerinin nüshalarını çok teksir etmiş”19 diyerek onlara hangi gözle baktığını ortaya koyuyor. Bediüzzaman’ın talebeleri de: “Bağlarda bol miktarda yaban elmalarına rastlamaktaydık. Biz bu elmalardan koparıp yemek istediğimiz zaman Üstad mani olurdu. “Bizim hissemiz bağlarda ve bahçelerdedir. Bizim rızkımızı, Cenab-ı Hak oralarda tayin etmiştir. Bu yabani meyveler, yabani hayvanların rızkıdır. Onların kısmetine dokunmamamız lazımdır” derdi. Yine Erek dağında hayvan kestiğimiz zaman, hayvanın işkembe, ciğer ve bağırsak gibi organlarını bırakmamızı, hayvanların yiyeceklerini söylerdi.”20Sözleriyle onun bu noktadaki örnek yaklaşımını dile getirirler.
Başka bir örnekte; talebelerinden Molla Hamid Ekinci, kendisine dağda bir kertenkele öldürdüğünü söylediğinde onu şöyle sorguya çektiği anlatılır: “Evini harap etmişsin.” Ben de, “Bizde yedi kertenkele öldürmenin bir hac sevabı kazanacağını söylerler” dedim. Bu defa Üstad: “Otur da konuşalım, kim haklı, kim haksız? O hayvan sana taarruz etti mi" “Hayır” “Elinden bir şeyini aldı mı? “Hayır”. “O hayvanın rızkını sen mi veriyorsun? “Hayır” “Senin mülkünde, arazinde mi geziyordu? “Hayır” “Sen mi yarattın”. “Hayır” “Bu hayvanların niçin yaratıldıklarını, fıtri vazifelerini biliyor musun? Bu hayvanı yaratan Halık senin öldürmen için mi yaratmış? Sana kim dedi öldür.21
Başka bir örnek: “Bayırın yamacında Üstadın istediği odayı yapıyorduk. Kazarken karınca yuvası çıktı. Üstad karınca yuvasını gördü. Orayı kazmamızı istemedi. Sebebini sorduğumuzda, bir ev yıkıp, bir ev yapmak olur mu?” diye cevap verdi. “Bu hayvanların yuvasını dağıtmayın, başka yeri kazın” diye emretti. Biz başka tarafı kazmaya başladık. Oradan da karınca yuvası çıktı. Böylece üç yer değiştirdik.”22
Her şeyin İlahi dengeyi sağladığını, Cenab-ı Hakk’ın “Şüphesiz, biz her şeyi bir ölçüye göre yaratmışızdır.” buyruğunun kainattaki her varlığın korunmasını gerektirdiğini bilen Said Nursi aynı zamanda varlıkları Esma-i Hüsna’nın birer tecellisi olarak görmekte ve bu varlıklara hakettiği değeri vermektedir.
Sonuç
İnsanlık bütün davranışlarını fıtri çizgiye çekmek zorundadır. Said Nursi’nin “Yılanın yuvası” diye adlandırdığı gelir dağılımındaki dengesizliğin dünya genelinde düzeltilmesi, daha adil ve dengeli bir bölüşümün sağlanılması sulh-u umumi için ön şarttır. Ayrıca, insanlık kendi hizmetine sunulan bütün nimetlere bakış açısını değiştirmelidir. Bize verilen nimetler, her yönüyle tabiat; Allah’ın kendisine verdiği bir emanettir. İnsanlığın bu anlayışla insan dışındaki varlıklara da hak ettiği değeri vermesi gerekiyor. İnsanlığın huzuru için, gayri zaruri ihtiyaçlarından feragat edip hazlara karşı kendisini frenlemesi gerekir. İnsanlığın bir çok noktada kendisini frenlemeyi, aşırı israftan ve tüketimden kaçınmayı öğrenmesi de muhtemel krizlerden de kendisini koruyacaktır.
Öz
Günümüz dünyasının acilen çözülmeyi bekleyen en büyük problemlerinden biri olan çevre kirliliği ve tabii dengenin bozulmasının ana sebeplerinden birisi hiç şüphesiz ki israftır. İsraf, sosyal hayatın her alanında yok edici bir hastalık olarak insanlığın geleceğini tehdit etmektedir. İnsanlık bütün davranışlarını fıtri çizgiye çekmek zorundadır. Bize verilen her şey emanettir. İnsanlığın bu anlayışla insan dışındaki varlıklara da hak ettiği değeri vermesi gerekiyor. İnsanlığın huzuru için, gayri zaruri ihtiyaçlarından feragat edip hazlara karşı kendisini frenlemesi gerekir. İnsanlığın birçok noktada kendisini frenlemeyi, aşırı israftan ve tüketimden kaçınmayı öğrenmesi de muhtemel krizlerden de kendisini koruyacaktır.
Cevat ÇAKIR(köprü dergisi)



On Dokuzuncu Lem’a
İktisat Risalesi
İktisat ve kanaate, israf ve tebzîrdairdir.
   كُلُوا وَاشْرَبوُا وَلاَ تُسْرِفُوا 1
ŞU ÂYET-İ KERİME, iktisada kat’î emir ve israftan nehy-i sarih suretinde gayet mühim bir ders-i hikmet veriyor. Şu meselede Yedi Nükte var.
BİRİNCİ NÜKTE
Hâlık-ı Rahîmnev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor.2 İsraf ise şükre zıttır, nimete karşı hasâretli bir istihfaftır. İktisat ise, nimete karşı ticaretli birihtiramdır.
Evet, iktisat hem bir şükr-ü mânevî, hem nimetlerdeki rahmet-i İlâhiyeye karşı birhürmet, hem kat’î bir surette sebeb-i bereket, hem bedene perhiz gibi bir medar-ı sıhhat, hem mânevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nimetiçindeki lezzeti hissetmesine ve zâhiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebeptir. İsraf ise, mezkûr hikmetlere muhalif olduğundan,vahîm neticeleri vardır.
İKİNCİ NÜKTE
Fâtır-ı Hakîm, insanın vücudunu mükemmel bir saray suretinde ve muntazam bir şehir misalinde yaratmış. Ağızdaki kuvve-i zâikayı bir kapıcı, âsâb ve damarları

telefon ve telgraf telleri gibi, kuvve-i zâika ile merkez-i vücuttaki mide ile bir medar-ı muhabereleridir ki, ağza gelen maddeyi o damarlarla haber verir. Bedene, mideye lüzumu yoksa “Yasaktır” der, dışarı atar. Bazan da, bedene menfaati olmamakla beraber, zararlı ve acı ise, hemen dışarı atar, yüzüne tükürür.
İşte, madem ağızdaki kuvve-i zâika bir kapıcıdır; mide, cesedin idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahut o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nev’inden ancak beş derecesi muvafık olur, fazla olamaz. Tâ ki, kapıcı gururlanıp, baştan çıkıp, vazifeyi unutup, fazla bahşiş veren ihtilâlcileri saray dahiline sokmasın.
İşte, bu sırra binaen, şimdi iki lokma farz ediyoruz. Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddî maddeden kırk para, diğer lokma en âlâ baklavadan on kuruş olsa; bu iki lokma, ağza girmeden, beden itibarıyla farkları yoktur, müsavidirler. Boğazdan geçtikten sonra, ceset beslemesinde yine müsavidirler. Belki, bazan kırk paralık peynir daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki kuvve-i zâikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var. Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak ne kadarmânâsız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin.
Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. “Hâkim benim” der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak. “Aman, doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün” dedirmeye mecbur edecek.
İşte, iktisat ve kanaathikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü‑ü et’imeden gelen sun’î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.
ÜÇÜNCÜ NÜKTE
Sabık İkinci Nüktede, “Kuvve-i zâika kapıcıdır” dedik. Evet, ehl-i gaflet ve ruhenterakki etmeyen ve şükür mesleğinde ileri gitmeyen insanlar için bir kapıcı hükmündedir. Onun telezzüzü hatırı için isrâfâta ve bir dereceden on derece fiyata çıkmamak gerektir.

İşte, Hazret-i Gavs’ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakitleziz şeyleri yiyebilir.
DÖRDÜNCÜ NÜKTE
İktisat eden, maişetçe aile belâsını çekmez” meâlindeki 1لاَ يَعُولُ مَنِ اقْتَصَدَhadis-i şerifi sırrıyla, “iktisat eden, maişetçe aile zahmet ve meşakkatini çok çekmez.”
Evet, iktisat kat’î bir sebeb-i bereket ve medar-ı hüsn-ü maişet olduğuna o kadar kat’î deliller var ki, had ve hesaba gelmez.2 Ezcümle, ben kendi şahsımda gördüğüm ve bana hizmet ve arkadaşlık eden zatların şehadetleriyle diyorum ki:
İktisat vasıtasıyla bazan bire on bereket gördüm ve arkadaşlarım gördüler. Hattâ dokuz sene (şimdi otuz sene) evvel3 benimle beraber Burdur’a nefyedilen reislerden bir kısmı, parasızlıktan zillet ve sefalete düşmemekliğim için, zekâtlarını bana kabul ettirmeye çok çalıştılar. O zengin reislere dedim: “Gerçi param pek azdır. Fakat iktisadım var, kanaate alışmışım. Ben sizden daha zenginim.” Mükerrer ve musırrânetekliflerini reddettim. Câ-yı dikkattir ki, iki sene sonra, bana zekâtlarını teklif edenlerin bir kısmı, iktisatsızlık yüzünden borçlandılar. Lillâhilhamd, onlardan yedi sene sonra, o az para, iktisat bereketiyle bana kâfi geldi, benim yüz suyumu döktürmedi, beni halklara arz-ı hâcete mecbur etmedi. Hayatımın bir düsturu olan “nâstan istiğnâ” mesleğini bozmadı.
Evet, iktisat etmeyen, zillete ve mânen dilenciliğe ve sefalete düşmeye namzettir. Bu zamanda isrâfâtmedar olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde bazan haysiyet,namus rüşvet alınıyor. Bazan mukaddesât-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhusbir para veriliyor. Demek, mânevî yüz lira zararla maddî yüz paralık bir mal alınır.

kadar yiyemez. Belki ölmeyecek kadar yiyebilir. Hem, yüz aç adamın huzurundakemâl-i lezzetle fazla yenilmez.
İktisatsebeb-i izzet ve kemal olduğuna delâlet eden bir vakıa:
Bir zaman, dünyaca sehâvetle meşhur Hâtem-i Tâîmühim bir ziyafet veriyor. Misafirlerine gayet fazla hediyeler verdiği vakit, çölde gezmeye çıkıyor. Bakar ki, bir ihtiyar fakir adam, bir yük dikenli çalı ve gevenleri beline yüklemiş, cesedine batıyor, kanatıyor. Hâtem ona dedi:
Hâtem-i Tâî, hediyelerle beraber mühim bir ziyafet veriyor. Sen de oraya git; beş kuruşluk çalı yüküne bedel beş yüz kuruş alırsın.”
muktesit ihtiyar demiş ki: “Ben bu dikenli yükümü izzetimle çekerim, kaldırırım;Hâtem-i Tâî’nin minnetini almam.”
Sonra Hâtem-i Tâî’den sormuşlar: “Sen kendinden daha civanmertaziz kimi bulmuşsun?”
Demiş: “İşte o sahrâda rast geldiğim o muktesit ihtiyarı benden daha aziz, daha yüksek, daha civanmert gördüm.”1
BEŞİNCİ NÜKTE
Cenâb-ı Hakkemâl-i kereminden, en fakir adama en zengin adam gibi ve gedâya, yani fakire, padişah gibi, lezzet-i nimetini ihsas ettiriyor. Evet, bir fakirin, kuru bir parça siyah ekmekten açlık ve iktisat vasıtasıyla aldığı lezzet, bir padişahın ve bir zenginin israftan gelen usanç ve iştahsızlıkla yediği en âlâ baklavadan aldığı lezzetten daha ziyade lezzetlidir.
Câ-yı hayrettir ki, bazı müsrif ve mübezzir insanlar, böyle iktisatçıları hısset ileittiham ediyorlar. Hâşâİktisatizzet ve cömertliktir. Hısset ve zilletehl-i israf ve tebzîrin zâhirî merdâne keyfiyetlerinin içyüzüdür. Bu hakikatteyid eden, bu risalenintelifi senesinde Isparta’da hücremde cereyan eden bir vakıa var. Şöyle ki:

Kaideme ve düstur-u hayatıma muhalif bir surette, bir talebem iki buçuk okkaya yakın bir balı, bana hediye kabul ettirmeye ısrar etti. Ne kadar kaidemi ileri sürdüm, kanmadı. Bilmecburiye, yanımdaki üç kardeşime yedirmek ve Şâbân-ı Şerif ve Ramazan’da o baldan iktisatla otuz kırk gün üç adam yesin ve getiren de sevap kazansın ve kendileri de tatlısız kalmasın diyerek, “Alınız” dedim. Bir okka bal da benim vardı. O üç arkadaşım, gerçi müstakim ve iktisadı takdir edenlerdendi. Fakat, her ne ise, birbirine ikram etmek ve herbiri ötekinin nefsini okşamak ve kendi nefsine tercih etmek olan, bir cihette ulvî bir hasletle iktisadı unuttular. Üç gecede iki buçukokka balı bitirdiler. Ben gülerek dedim: “Sizi otuz kırk gün o bal ile tatlandıracaktım. Siz otuz günü üçe indirdiniz. Afiyet olsun!” dedim. Fakat ben, kendi o bir okka balımıiktisatla sarf ettim. Bütün Şâban ve Ramazan’da hem ben yedim, hem, lillâhilhamd, o kardeşlerimin herbirisine iftar vaktinde birer kaşıkHAŞİYE-1 verip, mühim sevaba medaroldu.
Benim halimi görenler, o vaziyetimi belki hısset telâkki etmişlerdir. Öteki kardeşlerimin üç gecelik vaziyetlerini bir civanmertlik telâkki edebilirler. Fakat, hakikatnoktasında, o zâhirî hısset altında ulvî bir izzet ve büyük bir bereket ve yüksek bir sevap gizlendiğini gördük. Ve o civanmertlik ve israf altında, eğer vazgeçilmeseydi, bir dilencilik ve gayrın eline tamahkârâne ve muntazırâne bakmak gibi, hıssetten çok aşağı bir hâleti netice verirdi.
ALTINCI NÜKTE
İktisat ve hıssetin çok farkı var. Tevazu, nasıl ki ahlâk-ı seyyieden olan tezellüldenmânen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memdûhadır. Ve vakar, nasıl ki kötühasletlerden olan tekebbürden mânen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memdûhadır. Öyle de, ahlâk-ı âliye-i Peygamberiyeden olan ve belki kâinattakinizam-ı hikmet-i İlâhiyenin medarlarından olan iktisat ise,1 sefillik ve bahillik


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...