Allah insanı nasıl korur?

Zünnu-i Mısri'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir :Bir gün elbiselerimi yıkamak için Nil nehrinin kenarına gitmiştim. Nehrin kenarında dururken, bir de baktım ki, görülmemiş şekilde büyük bir akrep bana doğru geliyor.

Bu sudan İçmek Müslümana Haram

Vaktiyle Bursa’ da bir Müslüman, eski adı “Yahudilik Yolağzı,” bugünkü adı Arap Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş: - “Her kula helâl, Müslüman’a haram!”

Hiçbirinin haccı kabul edilmedi!

Ali bin Muvaffak hazretleri, Şam’da yaşamış olan evliyânın büyüklerindendir. Zünnûn-ı Mısrî ve Abdullah bin Mübarek ile görüştü. 878 (H.265) senesi vefât etti... Abdullah bin Mübarek bir hac mevsiminde Mekke’de hac vazifelerini ifa ettikten sonra, Harem’de uyuyakalır

Kuran Sırları

Bilindiği gibi DNA terimi, canlılardaki genetik malzemenin kısaltılmış ifadesidir. Genetik biliminin başlangıç tarihi ise, Mendel isimli bilim adamının 1865 yılında hazırlamış olduğu genetik yasalarına dayanır. Bilim tarihi için bir dönüm noktası oluşturan bu tarihe, Kuran’da 18:65 numaralı Kehf Suresi’nin 65. ayetinde işaret edilmektedir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Nefsin Mertebeleri

BİRİNCİ DAİRE: Nefs-i Emmare: Allah`ın emirlerine uymayan, yasaklarını çekinmeden yapan ve zevkine tabi olan nefistir. Nefs-i emmâre denilen bedbaht nefis zenginleştikçe şımarır. Bilgisi arttıkça kibri, gururu da artar. Hele bir de makam sahibi olursa artık onun yanına varmak, sokulmak ne mümkün!

YAHUDİLERİN MAYMUN OLMASI

Onlar, Davud Aleyhisselâm’ın zamanında "Eyle" denilen bir şehirde yaşıyorlardı. Eyle Medine ile Şam arasında bir yerde ve Kızıldenizin sahilinde bir yerdeydi. Allah onlara cumartesi günü balık avlamayı yasak etti. Cumartesi günü olduğu zaman, denizde balık kalmaz, hepsi sahile gelirdi.

ARAPÇA ÖĞRENİYORUM

Öncelikle Hafıza tekniği konusunda size olağan üstü bir ip ucu.Sureler kolaydan zora doğru sıralanır. Bir sayfa alınarak 3′e bölünür. Önce ilk 5 satır, daha sonra diğer satırlar 5′er 5′er ezberlenir ve sonrasında birleştirilerek tekrar yapılır.

Günahın Reçetesi

Büyük Mutasavvıf Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri bir gün tımarhanenin önünden geçiyordu. Tımarhane hizmetçisinin tokmakla birşeyler dövdüğünü görüp

Ahir Zaman Bu Zaman Mı?

Ahir zamanın kendini hissettirdiği şu günlerde, Rabbimizin ikazlarını neden duymamazlıktan geliyoruz acaba? Nereye gidiyorsunuz? Nerede Muhammed ümmeti?

Şeytan İşi

Günlerden birgün şeytanın yolu bir köye düşmüş.Keyfi yerinde olan şeytan sırtını bir ağaca dayamış ve buzağısı kazığa bağlı olan ineğini sağan genç bir kadını uzaktan izlemiş.

Artan pilav

Yahya baba, II. Bâyezîd Hân zamanında, Edirne Bâyezid Külliyesi'nin aşçılarından biridir.. Arkadaşları hoşaf, kebap sebze, bakliyat pişirir. Ama onun ihtisası pilavdır. Mübârek işe girişti mi, ibadet ettiğini sanırsınız.

Olgun İmana Kavuşma

MESCİD-İ Saadet'te Ashab-ı Kiram toplanmışlar, derin bir vecd ve huşu içinde Allah'ın Resûlünü dinlemekteydiler. Hazret-i Fahr-i Kâinat Efendimiz ise, Al-i İmrân sûresinden şu mealdeki Âyet-i Kerimeyi okuyordu:

Gönül Örtüsü Hayâ

Gönlün titremesidir hayâ. Gönül ki kurtulmuştur da ağırlıklarından, bir yaprak kadar incelmiştir. İşte o nazenin yapraktır müminin gönlü. Titrer bir günah, bir yanlış, bir aykırı hal gördüğünde.

KÂLU BELÂ

Ve kıyâmet günü, gerçekten biz bundan gâfildik (gâfilleriz) dersiniz diye (dememeniz için), senin Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından onların zürriyetlerini aldığı zaman onları, nefsleri üzerine şahit tuttu. (Allahû Tealâ şöyle buyurdu): “Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?” Dediler ki: “Evet, (Sen, bizim Rabbimizsin), biz şahit olduk.”

AY'IN RESÛLULLAH (S.A.V)'A SELAM VERMESİ

Ebû Kubeys dağının altında duruyorduk.Ay doğu tarafından göründü.Yükselerek yukarı çıktı. Nûru bütün âlemi doldurmaya başladı.Göğün ortasında kâmil bir dolunay haline geldi...

26 Mayıs 2013 Pazar

Günahın Reçetesi



DELİNİN (!) BEYAZID-I BESTAMİ'YE TAVSİYESİ




Büyük Mutasavvıf Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri bir gün tımarhanenin önünden geçiyordu. Tımarhane hizmetçisinin tokmakla birşeyler dövdüğünü görüp:

— Ne yapıyorsun? diye sordu. Hizmetçi:

— Burası tımarhanedir. Delilere ilâç yapıyorum, dedi. Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri:

— Benim hastalığıma da bir ilâç tavsiye eder misin? dedi. Hizmetçi hastalığının ne olduğunu sordu. Beyazıd Hazretleri:

— Benim hastalığım günah hastalığı... Çok günah işliyorum, dedi. Hizmetçi:

— Ben günah hastalığından anlamam... Ben delilere ilâç hazırlıyorum, diye cevap verdi.

Tam bu sırada tımarhane parmaklığının arasından konuşulanları duyan bir deli, (!) Beyazıd-ı Bestamî Hazretlerine:

— Gel dede, gel! Senin hastalığının çaresini ben söyleyeyim, diye seslendi.

Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri, delinin yanına sokularak:

— Söyle bakalım, benim derdime çare nedir? dedi. Deli (!) şu ilâcı tavsiye etti:

— Tevbe kökü ile istiğfar yaprağını karıştır... Kalb havanında tevhîd tokmağı ile döv, insaf eleğinden geçir, göz yaşıyla yoğur, aşk fırınında pişir... Akşam - sabah bol miktarda ye... O zaman göreceksin senin hastalığından eser kalmaz, dedi.

Bu güzel ilâcı öğrenen Beyazıd Hazretleri:

— Hey gidi dünya hey! Demek, seni de deli diye buraya getirmişler, deyip oradan ayrıldı.

Bu ilâç, halen günah hastası olanlara tavsiye olunmaya değer bir ilâçtır. Yani bu formülün hükmü hâlâ devam etmektedir









Günah işlemenin reçetesi


Bir kişi İmam Hüseyn (a.s)’ın huzuruna gelerek; “Ben günahkar bir kimseyim, kendimi günah işlemekten alamıyorum, bana nasihat et” dediğinde

İmam (a.s) şöyle buyurdu:

“Beş şeyi yap, sonra dilediğin günahı işle:

a) Allah’ın rızkını yeme, istediğin günahı yap.

b) Allah’ın mülkünden ve hakimiyeti altından dışarı çık, istediğini yap.

c) Allah-u Teala’nın seni göremeyeceği bir yer bul, ne yapmak istersen yap.

d) Azrail canını almaya geldiği zaman teslim olma, o zaman gönlünün istediğini yap.

e) Kıyamet günü cennetin maliki seni cehenneme götürmek istediğinde cehenneme gitme, ondan sonra arzuladığın işi yap

23 Mayıs 2013 Perşembe

NECMİ ABİ nin ATEİST YILDIRIM ile İMAN SOHBETİ







Beyaz eşya pazarlamacısı kamyondan iner.

Beyaz eşya satan dükkana girer.


Dükkanda dini bir konuda sohbet yapılmaktadır.
Satıcı sohbet esnasında kafasını uzatarak:

-Merhaba, ben ateistim, sizinle dini konularda tartışabiliriz, dedi.

Dükkanda bulunanlardan biri olan Necmi Abi

-Hoş geldin Ateist kardeş,

-Hoş bulduk

-Buyur gel oturalım, sohbet edelim.

Ateist oturur.

-İsminiz nedir ateist kardeş?

-Yıldırım

-Merhaba Yıldırım memnun oldum benim adım da Necmi.

-Sağol.

-Sen akıllı, zeki birine benziyorsun, dedi Necmi Abi.

- Nerden bildin? Diye sordu Yıldırım.

( Necmi abi baştan yağlama yapıyor ki kapı sonra gıcırdamasın )

-Pazarlama müdürüsünüz, akılsız adamı müdür yapmazlar. Ordan anladım, dedi.

-Teşekkür ederim.

-O yüzden sen ateist olamazsın. Ateist olmak için akılsız olmak lazım. Çünkü şu kainata baktığımızda her şey Allah’ın varlığını bize gösteriyor, dedi.

Yıldırım sessiz beklemede. Necmi abi cebinden gözlüğünü çıkardı.

-Yıldırımcığım madem sohbet edicez, sevdim seni.

-Ben de sizi sevdim, severim konuşkan insanları, dedi Yıldırım.

Necmi abi gözlüğü göstererek:

-Buna ne dersiniz Yıldırımcığım?

-Gözlük deriz, dedi.

-Biz de gözlük deriz.

Cebinden kalem çıkartıp:

-Buna ne dersiniz?

-Kalem deriz, dedi.

-Biz de kalem deriz, dedi Necmi abi. Buarada dükkan sahibi bir tepsi şeftali ortaya koydu sohbet esnasında afiyetle yensin diye.

Necmi abi bir şeftaliyi eline alarak:

-Peki buna ne dersiniz Yıldırımcığım? dedi

-Şeftali deriz, dedi.

-Bak işte biz de şeftali diyoruz. Demek ki görüş ayrılığımız yok. Şimdi sen buna şeftali desem ben patates desem, diğerine kalem desen ben de baston desem herhalde bu adamla sohbet edilmez deyip kalkıp giderdin. Demek ki baktığımızda aynı şeyleri görebiliyoruz.
Şimdi biz bu şeftaliyi nerden aldık Yıldırımcığım?

-Manavdan, dedi.

-Hayır öyle değil. Yani denizden mi çıkardık, topraktan mı çıkardık, yoksa ağaçtan mı topladık?

-Ağaçtan dedi.

-Peki bu ağacın aslı nedir?

-Nasıl yani? diye sordu Yıldırım.

-Yani bu ağaç aslında bir odun değil mi?

-Evet doğru, biz ağaç diyoruz ama aslı odun.

-Peki bu odun şeftali yapmayı öğrenmek için okula gitti mi? Kursa gitti mi?

-Gitmez tabi ki, dedi.

-Aklı var mıdır bu odunun? Düşünüp desin ki : Ya ben bu insanlara şeftali yapayım de afiyetle yesinler.

Yıldırım düşündü:

-Aklı yok, dedi. Okula da gitmedi.

-Yani Yıldırımcığım, bu odun öyle bir şey üretiyor ki tadı, rengi, kokusu hoşumuza gidiyor, içindeki vitamin vücudumuzu besliyor. Yıldırımcığım bu şeftaliyi bize bizi tanıyan biri mi verebilir yoksa bu odun mu verebilir?

Yıldırım dondu kaldı. Durdu, düşündü:

-Sen, dedi. Bir deryasın.

Necmi abi gülümseyerek:

-Ben derya değilim , derya bizim okuduğumuz Kuran Tefsiri kitaplarıdır. İşte Yıldırımcığım. Bizi tanıyan, seven, acıyan ve neyden hoşlandığımızı bilen bir Rabbimiz var. O şeftaliye kokuyu veren , burnumuza da o kokuyu alma kabiliyeti vermiş. Tadını veren, dilimize tat alma kabiliyeti vermiş. İşte O bizim Rabbimizdir, Allah’ımızdır.

Necmi abi devam ederek:

-Mesela dedi ineğin süt vermesi. İnek bizi tanımaz. Arının bal vermesi, arı bizi tanımaz. Şimdi biz bilim adamlarını toplayıp desek ki: Ya profesörler , bu arılar var ya çok terbiyesiz şeyler, biz balını almaya gidince bizi sokuyorlar. Biz bundan sonra arı balı yemek istemiyoruz. Bize siz bal yapın, bize profesör balı yapın biz ondan yemek istiyoruz desek. Bize arı gibi bal yapabilir mi profesörler?

-Yapamazlar dedi.

-Peki profesörün yapamadığı balı, bir sinek nasıl yapabiliyor? Kuran’da Nahl suresi var. Orda Allah diyor ki : Ben arıya vahyediyorum, emrediyorum insanlar için şifalı olan balı üretiyor. Kuran’da iki yerde şifa kelimesi geçer. Birinde Allah’ın Peygambere vahyettiği Kuran’ın inanlara şifa olduğu söylenir, diğerinde ise Allah’ın arılara vahyettiği balın bütün insanlara şifa olduğu söylenir.

Yıldırım iyice şaşkın vaziyette bakıyor. Necmi abi devam ederek:

-Mesela 5 kişilik bir taksi, saat kulesinin etrafında kendi kendine döner mi?

-Tabi ki dönmez, dedi Yıldırım.

-Peki 5 kişilik taksi kendi kendine dönmezken 7 milyarlık dünya kendi kendine nasıl dönüyor? Demek ki onu bir döndüren var . Yıldırımcığım hiç baklava baklavacısız baklavalaşır mı?

Yıldırım gülümseyerek –Hayır, dedi

-İşte maalesef modern bilim baklavayı görüyor ama baklavacıyı görmek istemiyor.

-Yahu siz nereye takılıyorsunuz? Hocanız kim? dedi Yıldırım

-Sevgili kardeşim benim Hocam Bediüzzaman’dır, ben onun yazdığı eserleri okurum dedi Necmi abi.

-Yapma ya o mu hocanız?

Necmi abi :

-Sen bize takıl neşelenirsin , dedi

-Belli ya çok neşeli bir insansın, bir odundan neler çıkardın, dedi Yıldırım.

-O bu bişey mi Yıldırımcığım biz de daha ne odunlar var .

Gülüşerek vedalaşıp ayrıldılar.

. . .

ŞEFKAT-İ İMANİYE , BÖYLE OLUR !..

EBEDİ HAYAT lar , NAR-I CEH

22 Mayıs 2013 Çarşamba

En büyük hayalim secde!




         Fatma Tatlı, 25 yaşında bir genç kızımız. Ortaya çıkan kas hastalığı, liseden sonra onu tekerlekli sandalyeye mahkûm etti. Ancak o bu durumu ‘özgürlük’ ve ‘nimet’ olarak tarif ediyor .Tatlı, 25 yaşında bir genç kızımız. Sivas’ın bir köyünde yaşıyor... Doğumdan itibaren ortaya çıkan kas hastalığı, liseden sonra onu tekerlekli sandalyeye mahkûm etti. Ancak hemen herkesin ‘mahkûmiyet’ olarak dillendirdiği bu durumu o ‘özgürlük’ ve ‘nimet’ olarak tarif ediyor. Yürüyemez hale geldikten sonra sızlanan, şikâyet eden Fatma’nın hayatı ‘teslimiyetin’ ve ‘ibadetin güzelliğini’ keşfettikten sonra değişti... Peygamber Efendimize olan sevgisi, onu Mekke’ye kadar götürdü. Türkiye’de bir engellinin hayal dahi edemeyeceği bir imkâna kavuşan Fatma, tekerlekli sandalyesiyle hacı oldu... Onun bu serüveni önce belgesel film sonra kitap yapıldı. Yazar Ahmet Bulut, Nesil Yayınları’ndan çıkan “Fatma, dua engel tanımaz” isimli kitapta genç kızın ibret dolu hikâyesini kendi ağzından anlattı... TAM ‘BİTTİM’ DERKEN... Fatma Tatlı, çok hareketli bir köy çocuğudur. Koşturup oynar. Ama yürüyüşünde bir tuhaflık vardır. Ayaklarının ucuna basar sürekli. Bu hâl, hastalığın ilk belirtisidir. Fatma, okula başladığında koşamaz hale gelir, iyice güçsüzleşir, bir top değse yere kapaklanır. Doktorlar teşhisi koyar ve ailesine “Kızınız kas hastası, ileride tekerlekli sandalyeye muhtaç olacak” der. Ancak onlar, hastalığı yıllarca saklar. Fatma durumu ancak lise çağında anlar. Tedavi için Sivas’dan Ankara’ya geliş gidişler başlar. Her geçen çaresizleşen, daha da muhtaç hale dönüşen bedeni karşısında genç kız, çıldıracak hale gelir. İçine kapanır. Sürekli gözyaşı döker... Tam ‘bittim’ dediği sırada, Almanya’da yaşayan ve çocukluktan beri görmediği teyzesi çıkagelir. Teyzesi, Kur’an kursunda öğretmendir. Ona “Herkesin bana acıyarak bakmasından sıkıldım” diyerek feveran eder Fatma... Teyzesi ise hastalığın kendisine Allah’ın bir hediyesi olduğunu söyler: “Geçici olan dünyada, Allah senden bazı kabiliyetlerini aldıysa, cennette seni hayal bile edemeyeceğin güzelliklerle nimetlendirecektir. Allah kullarına zulmetmez, her işinde bir hikmet vardır.” PEYGAMBERİMİZE MEKTUP Duyduklarına şaşırıp kalan Fatma, o vakitte namaza adım atar. Ayakta duramazken nasıl kılacaktır? Teyzesi oturarak namazı anlatır. O namazla derdini dert olarak gören Fatma gider, yerine yepyeni bir Fatma gelir. İlerleyen hastalığında en büyük tesellisi namaz olur. Bir gün yazarlar Ahmet Bulut ve Senai Demirci, Sivas’a konferans vermeye gelir. Tekerlekli sandalyeyle oraya nasıl giderim diye düşünürken annesinin telkiniyle kendini konferans salonunda bulur. Burada yazarlarla tanışır. Fatma, 63 yaşında vefat eden Peygamber Efendimize 63 mektup yazmıştır. Hacca gidenlerle gönderecektir. Bunu duyan yazarlar, ertesi sabah soluğu Fatma’nın köyünde alırlar. TRT, “halktan biriyle” bir hac belgeseli çekecektir. Hemen ‘tekerlekli sandalye ile nasıl olur diye düşünmeden’ Fatma’yı teklif ederler. Aranan kişi bulunmuştur. Genç kız, yazdığı mektupları Medine’ye götürüp okuyacak bir tanıdık ararken kendini mukaddes topraklarda bulur ve hacı olarak geri döner. Kendini hac yolundaki ‘topal karıncaya’ benzeten Fatma, “Derdim bana derman oldu” diyor ve anlatıyor: “Benim nimetim, şifam, güzel hastalığım, seni bana nimet ve şifa eyleyene sonsuz şükürler olsun. Her nimet şükür ister, ama benim için hastalık nimeti, şükrü mümkün olmayan bir nasip oldu elhamdülillah... Hastalığımı delicesine sevdim. Hastalığım, dünyanın, dünyadaki her şeyin boş; gerçek mutluluğun ise ancak cennette mümkün olduğunu öğretmek için gelmişti.” RÜYADA NAMAZ KILIYORUM Bugün camilerimiz, eli ayağı tuttuğu, kıyama durabildiği halde secdeye varmakta zorlandıklarını söyleyenler için konulmuş sandalyelerle dolu. Fatma’nın secde arzusu bu insanlara öyle bir cevap niteliği taşıyor ki. Bakın ne diyor genç kızımız: “Kıyam ve secdeye maddi olarak gidemeyişim bana namazı daha da sevdirdi. Kıyam etmenin muhteşemliğini özledim ve özlüyorum. Ayakta tüm bedenlerini kullanarak namaz kılanları görünce, gözlerim doluyor. Ayakta durabilmek başka bir şey. Ama namazda kıyam etmek bambaşka bir şey... İnsana desteksiz durmanın en yakıştığı yer, orası. Ve bu başımın secdeye değmemesi... Ne kadar acı.. En çok istediğim şey, secdede başımın yere değmesi... Rüyalarımda nasıl oluyorsa, ayakta duruyorum ve kendimi yürürken görüyorum. Beni sadece kıyamda dururken gördüğüm rüyalar mutlu ediyor.” Fatma’nın ziyaretine birlikte gittiğimiz sevgili dostum Ahmet Bulut, Hilal TV’deki        
          Namazla Diriliş programında yayına bağlayınca en sık gördüğü rüyayı anlattı Fatma. Program konuklarını da seyircileri de gözyaşlarına boğan rüyayı belki ben hiç göremeyeceğim: “Namaz kılarken kıyama kalktığımı görüyorum hep. Uzun uzun kıyamda duruyorum. Namazı kıyamla kılınca kendini önce rükuda, sonra secdeye doğru küçülttükçe küçültüyorsun.. Öyle güzel oluyor ki… (O tatlı gülüşler giriyor araya yine.) Sanki Rabbim beni sevindirmek için rüyamda hep ayağa kaldırıyor…” Söz verdim. Ben de kıyamlarımı uzun tutacağım… Hem sadece kalıbımı değil kalbimi kıyama kaldıracağım. Senai Demirci NE KADAR ŞANSLIYIM Fatma Tatlı, hayal bile edemezken iki yıl önce tekerlekli sandalyesiyle hacca gitti. Medine’de Peygamber Efendimizin kabr-i saadetlerini ziyaret eden Fatma, kendini çok şanslı hissediyor, “O mübarek yerlere herkes gibi ayaklarımla basmadım, tekerlekli sandalye ile dolaştım” diyor.



17 Mayıs 2013 Cuma

MESELE KUYUMCUYU BULMAK..



      Vaktiyle bir bilge hoca, yıllarca yanında yetiştirdiği öğrencisinin seviyesini öğrenmek ister. Onun eline çok parlak ve gizemli görüntüye sahip iri bir nesne verip: "Oğlum" der, "Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç para verdiklerini sor, en sonra da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir. Öğrenci elindeki ile çevresindeki esnafı gezmeye başlar. İlk önce bir bakkal dükkanına girer ve "Şunu kaça alırsınız?" diye sorar . Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği nesneyi eline alır; evirir çevirir; sonra: "Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın" der. İkinci olarak bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği nesneye ancak bir beş lira vermeye razı olur. Üçüncü defa bir semerciye gidir: Semerci nesneye şöyle bir bak...ar, "Bu der "benim semerlere iyi süs olur. Bundan "kaş dediğimiz süslerden yaparım. Buna bir on lira veririm." En son olarak bir kuyumcuya gider.
       Kuyumcu öğrencinin elindekini görünce yerinden fırlar. "Bu kadar değerli bir pırlantayı, mücevheri nereden buldun?" diye hayretle bağırır ve hemen ilâve eder. "Buna kaç lira istiyorsun?" Öğrenci sorar: Siz ne veriyorsunuz?" "Ne istiyorsan veririm." Öğrenci, "Hayır veremem." diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya başlar: "Ne olur bunu bana satın. Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim." Öğrenci emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker. Mücevheri alıp kuyumcudan çıkan öğrencinin kafası karma karışıktır. Böylesi karışık düşünceler içinde geriye dönmeye başlar. Bir tarafta elindeki nesneye yüzünü buruşturarak 1 lira verip onu oyuncak olarak görenler, diğer tarafta da mücevher diye isimlendirip buna sahip olmak için her şeyini vermeye hazır olan ve hatta yalvaran kişiler.. Bilge hocasının yanına dönen öğrenci, büyük bir şaşkınlık içinde başından geçen macerasını anlatır. Bilge sorar: "Bu karşılaştığın durumları izah edebilir misin?" Öğrenci: "Çok şaşkınım efendim, ne diyeceğimi bilemiyorum, kafam karmakarışık" diye cevap verir. Bilge hoca çok kısa cevap verir: "Bir şeyin kıymetini ancak onun değerini bilen anlar ve o değerini bilenin yanında kıymetlidir." Her insanın hayatında varlığını ve değerini bilen, hisseden, fark eden kuyumcular mutlaka vardır. Mesele kuyumcuyu bulmaktadır...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...