Allah insanı nasıl korur?

Zünnu-i Mısri'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir :Bir gün elbiselerimi yıkamak için Nil nehrinin kenarına gitmiştim. Nehrin kenarında dururken, bir de baktım ki, görülmemiş şekilde büyük bir akrep bana doğru geliyor.

Bu sudan İçmek Müslümana Haram

Vaktiyle Bursa’ da bir Müslüman, eski adı “Yahudilik Yolağzı,” bugünkü adı Arap Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş: - “Her kula helâl, Müslüman’a haram!”

Hiçbirinin haccı kabul edilmedi!

Ali bin Muvaffak hazretleri, Şam’da yaşamış olan evliyânın büyüklerindendir. Zünnûn-ı Mısrî ve Abdullah bin Mübarek ile görüştü. 878 (H.265) senesi vefât etti... Abdullah bin Mübarek bir hac mevsiminde Mekke’de hac vazifelerini ifa ettikten sonra, Harem’de uyuyakalır

Kuran Sırları

Bilindiği gibi DNA terimi, canlılardaki genetik malzemenin kısaltılmış ifadesidir. Genetik biliminin başlangıç tarihi ise, Mendel isimli bilim adamının 1865 yılında hazırlamış olduğu genetik yasalarına dayanır. Bilim tarihi için bir dönüm noktası oluşturan bu tarihe, Kuran’da 18:65 numaralı Kehf Suresi’nin 65. ayetinde işaret edilmektedir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Nefsin Mertebeleri

BİRİNCİ DAİRE: Nefs-i Emmare: Allah`ın emirlerine uymayan, yasaklarını çekinmeden yapan ve zevkine tabi olan nefistir. Nefs-i emmâre denilen bedbaht nefis zenginleştikçe şımarır. Bilgisi arttıkça kibri, gururu da artar. Hele bir de makam sahibi olursa artık onun yanına varmak, sokulmak ne mümkün!

YAHUDİLERİN MAYMUN OLMASI

Onlar, Davud Aleyhisselâm’ın zamanında "Eyle" denilen bir şehirde yaşıyorlardı. Eyle Medine ile Şam arasında bir yerde ve Kızıldenizin sahilinde bir yerdeydi. Allah onlara cumartesi günü balık avlamayı yasak etti. Cumartesi günü olduğu zaman, denizde balık kalmaz, hepsi sahile gelirdi.

ARAPÇA ÖĞRENİYORUM

Öncelikle Hafıza tekniği konusunda size olağan üstü bir ip ucu.Sureler kolaydan zora doğru sıralanır. Bir sayfa alınarak 3′e bölünür. Önce ilk 5 satır, daha sonra diğer satırlar 5′er 5′er ezberlenir ve sonrasında birleştirilerek tekrar yapılır.

Günahın Reçetesi

Büyük Mutasavvıf Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri bir gün tımarhanenin önünden geçiyordu. Tımarhane hizmetçisinin tokmakla birşeyler dövdüğünü görüp

Ahir Zaman Bu Zaman Mı?

Ahir zamanın kendini hissettirdiği şu günlerde, Rabbimizin ikazlarını neden duymamazlıktan geliyoruz acaba? Nereye gidiyorsunuz? Nerede Muhammed ümmeti?

Şeytan İşi

Günlerden birgün şeytanın yolu bir köye düşmüş.Keyfi yerinde olan şeytan sırtını bir ağaca dayamış ve buzağısı kazığa bağlı olan ineğini sağan genç bir kadını uzaktan izlemiş.

Artan pilav

Yahya baba, II. Bâyezîd Hân zamanında, Edirne Bâyezid Külliyesi'nin aşçılarından biridir.. Arkadaşları hoşaf, kebap sebze, bakliyat pişirir. Ama onun ihtisası pilavdır. Mübârek işe girişti mi, ibadet ettiğini sanırsınız.

Olgun İmana Kavuşma

MESCİD-İ Saadet'te Ashab-ı Kiram toplanmışlar, derin bir vecd ve huşu içinde Allah'ın Resûlünü dinlemekteydiler. Hazret-i Fahr-i Kâinat Efendimiz ise, Al-i İmrân sûresinden şu mealdeki Âyet-i Kerimeyi okuyordu:

Gönül Örtüsü Hayâ

Gönlün titremesidir hayâ. Gönül ki kurtulmuştur da ağırlıklarından, bir yaprak kadar incelmiştir. İşte o nazenin yapraktır müminin gönlü. Titrer bir günah, bir yanlış, bir aykırı hal gördüğünde.

KÂLU BELÂ

Ve kıyâmet günü, gerçekten biz bundan gâfildik (gâfilleriz) dersiniz diye (dememeniz için), senin Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından onların zürriyetlerini aldığı zaman onları, nefsleri üzerine şahit tuttu. (Allahû Tealâ şöyle buyurdu): “Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?” Dediler ki: “Evet, (Sen, bizim Rabbimizsin), biz şahit olduk.”

AY'IN RESÛLULLAH (S.A.V)'A SELAM VERMESİ

Ebû Kubeys dağının altında duruyorduk.Ay doğu tarafından göründü.Yükselerek yukarı çıktı. Nûru bütün âlemi doldurmaya başladı.Göğün ortasında kâmil bir dolunay haline geldi...

24 Haziran 2015 Çarşamba

Rızık endişesi,ikram,Allah Nasıl Misafir edilir?


Mubarek Bir zattan sobbet
Baykuş Menkıbe’si:
   Baykuş gündüzleri devamlı uyuyan, geceleri devamlı zikirle meşgul alan bir kuştur.  Bu kuşun yiyeceğini Cenabı Allah (c.c.) geceleri gönderir. Bu kuş canlı hayvanlarla beslenirmiş. Süleyman (a.s.) mın bir Baykuşu vardı. Allah (c.c) ona rızkını gönderirdi bu hali gören bir kişi bu kuşa Allah nasıl rızk gönderiyor, ben bu kuşu kapatayım da ne olacak göreyim diyor.  Kuşu yakalayıp bir kutuya koyuyor,hiçbir şey yeme imkânı olmaması için bu kutuyu da bir sandığın içine koyuyor. Bırakıp gidiyor. Ben engel olursam kimse bunun rızkını veremez gibi boş bir iddiayı ispat edeceğini zannediyor. 

    Bir ticaret için birkaç aylık seyahate çıkıyor, seyahat dönüşünde kuşu kapattık gittik herhalde bu kuş ölmüştür diye kutuyu açıyor. Baksa ki kuş ölmemiş sapasağlam hatta daha da güçlenmiş,  Kutunun içerisinde tüyler görüyor. Yani ona rızık gelmiş, hayatını devam ettirmiş. Cenabı Allah (c.c) kulu için ne rızk takdir etmişse o rızık ona ulaşır, ona hiçbir şey engel olamaz. Her ne şekilde engel olmak isteseler de o rızk mutlaka yerine ulaşacaktır. 

    Dedi ve.Hazret (ks) bu konuyla ilgili olarak sohbetine şöyle devam etti:
rızkı Allah’u Teâlâ (c.c) ona az vermekle hem O kulun sabrını ve şükrünü imtihan eder, hem de zenginlerin ona yardım edip etmeyeceği hususunda zenginleri imtihan eder. Yani Allah’u Teâlâ rızkı az verdiği kimseyi sabrı ve şükrü ile çok verdiği kimseyi de fakire fukaraya yardım edip etmeyeceği konusunda imtihan ediyor. 
   Bu hadiseye bağlı olarak; Cenabı Allah dileseydi rızkı çok verirdi. Kuşa verdiği gibi rızk için çalışmak, çaba sarf etmek, gayret göstermek, sıkıntılar çekmek gereklidir. Ama insana ne kadar çok çalışırsa çalışsın ne kadar gayret gösterirse göstersin ancak Allah’u Teâlâ’nın takdir ettiği kadar rızık verilecektir. Allah’ın (c.c) takdirine boyun eğmek şarttır. Çalışmak tedbirdir.

    Bugün her şey haram olmuş, yani haram karışıyor. Biz kazancımıza. Dikkat edersek. Helalinden kazanırsak. Eğer haram karışırsa insanların çabuk düzelmesi çok zor bir hale gelir. Eğer kazancımıza, yediğimize, içtiğimize dikkat edersek, o zaman biraz fayda görürüz ve günah işlememeye gayret etmemiz lâzımdır. Ama dikkat etmezsek, Allah’tan korkmazsak, o zaman düzelmemiz çok zor olur., Allah’ın (c.c) verdiği nimetlere, dünya malına kanaat etmek gerekir. Biz Allah’tan hâlâ dünya malı serveti istiyoruz. Allah’ın verdiğine kanaat etmiyoruz. Bizim dünyayı istememiz, kalbimizdeki imanın zayıflığındandır. İhtiyaçlarımız fazlalaşmış. Biz eskiden kilimde otururduk, şimdi halı var. Eskiden koltuk yoktu, şimdi var. Dünyaya yöneldik. Bu fani dünyayı ahiretten çok sever olduk.
    Eski zamanki Müslümanlar, yarını yarından sonrasını düşünmezlerdi. Rızık endişesi yoktu. Çünkü Allah’u Teâlâ (c.c) rızka kefildir. Dünyada biz emanetçiyiz, Allah’u Teâlâ bizlere şükrünü eda edebileceğimiz servet, şükrünü eda edebileceğimiz evlat versin. Âmin.

   Peygamberler dünya malını istemediklerinden Allah’tan (c.c) ekmek bile istemezlerdi, karınlarına taş bağlarlardı.
    
    Hazret (ks) bu konu hakkında anlamlı bir kısa Menkıbe nakletti:
Evliyadan biri, imamın arkasında namaz kılmış. Cemaat dağıldıktan sonra, imam evliyaya sormuş: “ Sen bir yerde çalışmazsın, ne yersin ne içersin, yiyeceğini nerden temin edersin?” Evliya da kalkmış imamla kıldığı namazı iade etmeye karar vermiş.“ Benim namazım fasit oldu demiş. Çünkü sen Allah’tan gafilsin, Allah’u Teâlâ (c.c) rızka kefildir. Rızkı Allah’u Teâlâ (c.c) verir.” Demiş.
    Hazret (ks) bu konuda Derviş ile Tilki Menkıbesini nakletti:
Dervişin  biri ormanda gezerken topal, hasta bir tilki gördü, hayrete düştü. 'Nasıl yaşar bu hayvan, ne yer ne içer?' Diyerek, Allah'ın Lûtfu’na hayran oldu.
    Derken bir aslan çıkageldi, ağzında bir çakal leşi taşıyordu. Bu güçlü hayvan avının bir kısmını yedi, karnı doyunca kalanını bırakıp gitti. Tilki artığa doğru sürünerek yaklaştı ve afiyetle yiyip karnını doyurdu.
    Tilkinin yiyeceğinin ayağına geldiğini gören Derviş, kendi kendine: 'Bir tilkinin rızkını ayağına gönderen Allah, benimkini neden göndermesin? Diyerek, çalışmasına gerek olmadığını, bir köşeye çekilip oturabileceğini düşündü.
    Düşündüğü gibi de yaptı: Mağaranın birine çekilerek ebedi itikâfa niyet etti. 'Rızkım Allah'ın görünmeyen hazinesinden gelir, gayret etmem gerekmiyor. Diyerek beklemeye başladı.
Bekledi, bekledi... Ne gelen ne giden... Günler geçip gitti. Derviş zayıfladı, eridi, bir deri bir kemik kaldı. Güçsüz ve bitkin bir haldeyken, bulunduğu mağaradan bir ses geldi:
    Ey tembel adam! Diyordu ses, kendini topal bir tilkiye benzeterek neden miskin, miskin oturuyorsun? Kalk! Yırtıcı aslan ol. Başkasının artığına göz dikmeyi bırak. Sana yakışan başkasının artıklarını yemek  değil, başkalarına artık bırakmaktır.
    Gücüyle aslan gibi olan, başkasından yiyecek bekler mi? Haydi kalk! Kolları sıva.  Çalış ve rızkını kazan. Hem kendin ye, hem muhtaçlara yedir.
   Hazret (ks) bu konuyu İkramın önemi hakkında tavsiyelerle tamamladı:
Allah'ın kullarına iyilikte bulunan, iki cihanda da iyilik görür. Yaşlıya yoksula yardım elini uzat!

İKRAM: Hürmet ve saygı gösterme veya yiyecek, içecek, hediye yahut başka bir şey sunma manasına gelir.
İkram sünnettir ve çok önemlidir. Allah’u Teâlâ en cömerttir, Cömertleri sever.
    Peygamber Efendimiz (sav) bu konuda şöyle buyurmuştur:
“Kim mü'min kardeşine ikram ederse, Allah’u Teâlâ da ona ikram eder.” (H.ş)
“Kim Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa, komşusuna eza (eziyet) etmesin; Kim Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa, misafirine ikram etsin; Kim Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa, ya hayır (faydası bulunan şeyi) söylesin yahut sussun.”(H.ş)
    Sadatlarımız bu konuda şöyle buyurmuşlardır:  Misafire ikram sevaptır. Misafire ikram etmek için kesilen hayvan, yalnız Allah için kesilir Bir kimse gelince, kesilen hayvanın etinden, ona da ikram edilince, hayvanı Allah rızası için kesmiş, faydası misafire olmuş olur.
Tanıdığın bir Müslüman sana gelince, elinden geldiği kadar iyi ve tatlı karşıla, yemek ikram edersen iyi olur. Kapıya çık kendisini karşıla. Selâm verince selâmını al.Sohbetten sonra giderken, onu uğurla ve dua et. Kim saçı sakalı ağarmış Müslüman bir kimseye ikram ederse, Allah (c.c) da ona ihtiyarladığında hürmet ve ikramda bulunacak kimseleri vazifelendirir, ona da ikram ederler.

ALLAH NASIL MİSAFİR EDİLİR?
 Musa Aleyhisselâmın ümmeti:
— Ya Musa! Rabbimizi yemeğe davet ediyoruz. Buyursun bir gün misafirimiz olsun. Nemiz varsa ikram etmeye hazırız, dediklerinde      Musa Aleyhisselâm, onları azarladı.  «Nasıl olur, Allah (hâşâ) yemekten, içmekten ve mekândan münezzehtir.» Diyerek bir daha böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmemelerini tembihledi. Fakat        Musa Kelîmullah Turu Sina'ya çıkıp, bazı münacatta bulunmak istediğinde. Allah (c.c) tarafından şöyle nida olundu:
— «Ya Musa neden kullarımın davetini bana getirip söylemiyorsun?»
      Musa Aleyhisselâm: «Ya Rabbi, böyle daveti size gelip söylemekten hayâ ederim. Nasıl olur, Zatı Ulûhiyetiniz onların söylediklerinden beridir.» Dedi.
     Allah (c.c.): «Söyle kullarıma, onların davetine Cuma akşamı geleceğim.» Buyurdu.
     Musa Aleyhisselâm gelip kavmini durumdan haberdar etti, hazırlığa başlandı, koyunlar, sığırlar kesildi. Mümkün olduğu kadar mükellef bir yemek sofrası hazırlandı. Çünkü misafir gelecek olan ne bir vali, ne bir padişah, ne bir başka yaratıktı. Kâinatın yaratıcısı misafir olarak gelecekti. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra, akşamüstü uzak yollardan geldiği belli; Yorgun argın, üstü-başı birbirine karışmış bir ihtiyar gelip: «Ya Musa! Uzak yollardan geldim, acım, bana bir miktar yemek verin de karnımı doyurayım.» Dedi.
    Hz. Musa Aleyhisselâm:
— Acele etme, hele şu testiyi al da biraz su getir bakalım. Senin de bir katkın bulunsun. Biraz sonra Allah (c.c.) gelecek, dedi.
    Tabii adam daha fazla diretmeden çekip gitti. Yatsı vakti oldu, beklenen misafir hâlâ gelmedi. Sabah oluncaya kadar beklediler, hâlâ gelen giden yoktu. Neyse ümidi kestiler. Hz. Musa Aleyhisselâm hayretler içinde çok üzüldü.
    İkinci gün Hz. Musa Aleyhisselâm Tur'a gidip:
— Ya Rabbi, mahcup oldum, ümmetim: «Ya Sen bizi kandırdın. Ya Allah sözünde durmadı.» Diyorlar dediğinde, şöyle hitap olundu:
— Geldim ya Musa, geldim. Açım dedim, beni suya gönderdin, bir lokma ekmek bile vermedin. Beni ne sen, ne kavmin ağırladı.»
Bunun üzerine Hazreti Musa Kelîmullah:
— Ya Rabbi bir ihtiyar geldi sadece, o da bir kuldu, Allah değildi.
Bu nasıl olur? Dediğinde. Cenabı Allah (c.c):
— «İşte ben o kulum ile beraberdim. Onu doyursa idiniz, beni doyurmuş olacaktınız. Çünkü ben ne semalara, ne yerlere sığarım, ben ancak aciz bir kulumun kalbine sığarım. Ben o kulumla beraber gelmiştim. Onu aç olarak geri göndermekle, beni geri göndermiş oldunuz.» Buyurdu.
     Demek ki, Allah için yapılan her şey, bizzat Allah'ın kendisine yapılmış gibi olmakta. Allah o kimseden razı olmaktadır.

MİSAFİR GELMEYİNCE ÜÇ AY BİR ŞEY YEMEDİ (Menkıbe)
   Hz. İbrahim Halilullah misafiri çok severdi. Hatta bir defasında misafirsiz yemek yemeyeceğim diye nezretmişti. Evinde her zaman misafir bulundurur, misafir gelmezse kendisi arar bulur. Yine misafirle yemek yerdi. Hikmeti ilâhî bir defa öyle oldu ki, tam bir ay misafir gelmedi.
   Hz. İbrahim (as) de misafirsiz yemek yemeyeceğine dair nezrettikleri için, bir ay yemek yemedi.Bir ay sonra da misafir gelmeyince, kendisi aramaya çıktı. «Acaba benim gibi misafire itibar eden bir kimse daha var mıdır?» Diye düşünerek gidiyordu.     Bir misafir bulmak için hayli yol kat ettikten sonra bir de baktı ki, oralarda bir adam daha gezmekte.
Ona:
— Ne arıyorsun buralarda? Diye sordu. O zat:
— Misafirsiz yemek yemeyeceğim diye nezrettim, üç aydan beri bir misafir gelmedi, misafir aramaya çıktım. Şimdi Allah seni gönderdi. Buyurun eve gidip yemek yiyelim, diyerek.   Halilürrahman'ı evine davet etti.
     Hazreti İbrahim (as) hayrete düşmüştü. Kendisi bir aydır açtı ama o zat, üç aydan bu yana bir şey yememişti. Eve gittiler, Allah ne verdi ise yediler, sohbet ettiler, ibadet ettiler, ayrılma zamanı geldiğinde o zat-ı şerif bir odanın kapısını açarak:
«Bu içerdeki kıymetli şeylerden ne beğenirsen al!» Dediğinde, Hazreti İbrahim (as):
— Bana dua eyle, dedi.
Fakat o, çok zamandan beri dua etmediğini ve Allah'a dua etmeye de artık dilinin varmadığını söyleyerek, kendisini mazur görmesini diledi.
Hazreti İbrahim (as):
— Niçin duayı terk ettiniz? Diye sordu. O zat:
— Senelerdir Allah'tan bir isteğim var, Allah o isteğimi yerine getirmedi. Ben de demek ki benim duam kabule şayan değil ki, Cenab-ı-Allah kabul etmiyor diye bir daha dua edemiyorum, dedi.

  Hz. İbrahim (as) isteğinin ne olduğunu sorduğunda o mübarek zat:
— Allah'ın Resulü Halilürrahman, dünyada benim zamanımda yaşıyormuş. Fakat bu zamana kadar onu görmek nasip olmadı. Allah’tan, O'nu bana göstermesini istedim, O da kabul edilmedi, dediğinde Hazreti İbrahim (as):
— Ey Allah'ın âşık, sadık kulu: Müjdeler olsun sana, Allah senin duanı kabul etti. İşte ben, Halilullah İbrahim nebiyim. Cenab-ı Allah, bu güzel ahlâkından dolayı, beni senin evine misafir etti. 

    Ben de bir aydan beri misafirsiz yemek yemeyeceğim diye aç gezdim ve bir misafir aramak kastıyla yola çıkmıştım. Demek senin duan kabul olunduğu için Allah beni ta buralara kadar getirip seninle görüştürdü, buyurdu.
Cenab-ı Allah misafire olan hürmetinden dolayı, onun evine Peygamberini göndererek memnun etmişti.

EVLİYAYA İKRAM ETMEYENİN HALİ (Menkıbe)
    Şeyh Ebu Abdullah-ı Dineverî (ks) Hazretleri ömrünün son yıllarında seyahate çıkmıştı. Seyahat esnasında Vadiü'l - Kur'a denen yere vardı. Orada bir mescide yerleşti. Yorgunluk ve ihtiyarlık sebebiyle daha fazla yürümeğe mecali kalmamıştı. Orada ona hiçbir yiyecek vermedikleri gibi evlerine de misafir etmediler.       O mübarek bir gece yatsı namazından sonra yine aç susuz mescidde kalakaldı. Cenab-ı Allah ömrünü tamamlamıştı. O gece mescide vefat etti. Sabahleyin gelen cemaat ona kefen hazırlayıp, cenaze namazını kılarak defnettiler. Fakat bir Allah dostunu gücendirmişlerdi. Onlardan tabii ki Allah da razı olmayacaktı.           
     Ertesi gün, mescide geldiklerinde o garip yolcuyu sarıp defnettikleri kefeni mihrapta buldular. Üzerinde bir parça kâğıda şöyle yazılmıştı:
— Benim dostlarımdan birisi size geldi. Siz onu misafirliğe kabul etmediğiniz gibi yemek bile vermediniz. Benim dostum sizin bu merhametsizliğiniz yüzünden açlıktan mescide vefat etti.  Bizim sizin kefeninize ihtiyacımız da yoktur.
Hazret (k.s) bu sohbetinde Tedbirden bahsetti:

TEDBİR: Bir şeyi elde edecek veya önleyecek yol, çare; Bir işin sonunu düşünerek hareket etmek manalarına gelir.
Peygamber Efendimiz (sav) bu konuda şöyle buyurmuştur:
Tedbir gibi akıl, güzel huy gibi asalet olamaz. (H.ş)
İnsan bu âlemde; Sebeplere yapışmakla vazifelidir. Allah’u Teâlâ’nın kendisi için takdir buyurduğu şeylerin başına geleceğine ve sakınmanın, tedbirin, kaderde olacak (ezelde yazılan) şeylere mâni olamayacağına inanması da insanın vazifesidir.
Kul tedbir alır, takdiri bilmez; kişinin tedbiri ile Allah’u Teâlâ’nın takdiri değişmez. Tedbir almak şarttır, tedbir bizden takdir Cenab-ı Hak’tandır. Ne Takdir oldu ise takdire boyun eğmek lâzımdır.
Takdir-i İlâhî:
Allah’u Teâlâ’nın, olacak hâdiseleri ezelde ilmi ezelîsi ile bilip tayin etmesi.

TAKDİR: Allah’u Teâlâ’nın, olacak hâdiseleri ezelde. “Başlangıcı olmayan. Öncelerde. “İlmi. Ezelîsi. “Başlangıcı olmayan ilmi” ile bilip tayin etmesi.
   Allah’u Teâlâ Kur'ân-ı Kerim’de buyurdu ki:
O, gece karanlığından sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi de istirahat için, güneşi ve ayı da vakitler için bir hesap olarak yarattı. İşte bütün bunlar mutlak galip olan (her şeyi) kemaliyle bilen Allah’u Teâlâ’nın takdiridir. (Enam 96)
   O Allah ki, göklerin ve yerin tasarrufu hep O'nundur. Hiçbir çocuk edinmemiştir.  Mülkünde de O'nun hiçbir ortağı yoktur. Her şeyi yarattı ona bir nizam verdi. Onun mukadderatını takdir buyurdu. (Furkan 2)

    Dünyada olacak her şey, dünya yaratılmadan önce ezelde Levh-i mahfuza yazılmış, takdir edilmiştir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayatta kaçırdığınız fırsatlar için üzülmeyesiniz ve kavuştuğunuz kazançlardan, Allah'ın gönderdiği nimetlerden mağrur olmayasınız.  Allah’u Teâlâ kibirli olanları ve bencilleri sevmez.(Hadîd 22)
Peygamber Efendimiz (sav) bu konuda şöyle buyurmuştur:
“İbadet yapınız. Herkese ezelde takdir edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur”. (H.ş)
     Allah’u Teâlâ ezelde her varlığın kaderini takdir buyurmuştur. Fakat bir kimseye kendisi için ezelde takdir edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur.  Meselâ açlıktan, hastalıktan ölmesi ezelde takdir edilmiş olana gıda ve ilâç almak nasip olmaz. Zengin olması ezelde takdir edilmiş olana kazanç yolları açılır. Doğuda ölmesi takdir edilmiş olana batıya giden yollar kapanır.
İnsan tedbir alır, sebeplere yapışır, takdiri bilmez. Allah'ın takdiri, kulun tedbiri ile değişmez. (İmam-ı Rabbanî ks)
   Hazret (ks) Takdir konusuna, Kaza ve Kader konusuyla açıklık getirdi:
    Allah’u Teâlâ’nın meydana gelecek hâdiseleri ilmi ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdir etmesi ve bu hâdiselerin zamanı gelince. Allah’u Teâlâ tarafından yaratılması ve meydana çıkması.
Allah’u Teâlâ’nın bir şeyin varlığını ezelde bilip, takdir etmesine Kader, kaderin yani varlığı dilenilen şeyinzamanı gelince yaratılmasına Kaza denir. Kaza ve kader kelimeleri birbirinin yerine de kullanılır.
  
   Rasulullah Efendimiz (sav) bir kutsi hadiste şöyle buyuruyor:
Kaza ve kaderime razı olmayan, beğenmeyen, gönderdiğim belâlara sabretmeyen benden başka Rab arasın. Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın.
İmanın şartlarından biri de kaza ve kadere, hayır ve şerrin Allah’u Tealâ’dan geldiğine inanmaktır.
  Cenâb-ı Hak her kulunun başından geçecek her şeyi önceden bilir.
Kaderi değiştirmek kimsenin elinde değildir. Dilerse Cenâb-ı Hak değiştirir.  Kader, Cenâb -ı Hakk'ın kullarından gizlediği bir sırrıdır.

Kaza,Kanaat,Rikkat ve Hikmet



KAZA: Allah’u Teâlâ’nın ezelde irade ve takdir buyurduğu şeyleri, zamanı gelince, ilim ve iradesine muvafık (uygun) olarak yaratması.
Kaza gelmez Hak yazmayınca. Belâ gelmez kul azmayınca. 

Kaza-i Muallâk: Allah’u Teâlâ’nın yaratılmasını şarta bağlı olarak takdir ettiği ve şart meydana gelince yarattığı şeyler.
Peygamber Efendimiz (sav) bu konuda şöyle buyurmuştur:
Kaza-i Muallâk’ı hiçbir şey değiştiremez. Yalnız dua değiştirir ve ömrü yalnız, iyilik artırır. (H.ş)
Kaza, iki kısımdır. Kaza-i Muallâk. Kaza-i Mübrem.
Birincisi; Kaza-i Muallâk: Şarta bağlı olarak yaratılacak şeylerdir ki, bunların yaratılma şekli değişebilir veya hiç yaratılmaz.
Kaza-i Muallâk da iki kısımdır.
Birincisinin bağlı olduğu sebepler Levh-i Mahfuzda gösterilmiş, meleklere bildirilmiştir. İkincisinin sebeplerini ancak Allah’u Teâlâ bilir.
Levh-i Mahfuzda Kaza-i Mübrem gibi görülen bu Kaza-i Muallâk da birincisi gibi değiştirilebilir. (İmam-ı Rabbanî (ks)
Kaza-i muallâk Levh-i mahfuzda yazılıdır. Eğer bir kimse iyi amel yapıp duası kabul olursa, o kaza değişir.
Peygamber Efendimiz (sav) Hâdis-i şerifte buyurdu ki:
"Kader tedbir yani sakınmakla değişmez. Fakat kabul olan dua o belâ gelirken korur."
Duanın belâyı defetmesi de kaza ve kaderdendir. Kalkan oka siper, sulu yer otun yetişmesine sebep olduğu gibi dua da Allah’u Teâlâ’nın merhametinin gelmesine sebeptir. (İmam-ı Gazali) 

İkincisi; Kaza-i Mübrem: Allah’u Teâlâ’nın şarta bağlı olmaksızın yaratılmasını takdir ettiği, yaratılması muhakkak olan şeyler.
Kaza, yani Allah’u Teâlâ’nın yarattığı şeyler iki kısımdır: Kaza-i Muallâk. Kaza-i Mübrem. Kaza-i Mübrem hiçbir zaman değişmez. Muhakkak yaratılır.
Allah’u Teâlâ Kur'ân-ı Kerimde buyurdu ki:
Benim katımda söz değiştirilmez. Ve Ben, kullara asla zulmedici değilim. (Kaf 29)
Ayet-i kerimesi kaza-i mübremi bildirmektedir. (İmam-ı Rabbanî (ks)
Necmeddîn-i Kübra Hazretleri, Harezm'e Cengiz askeri Tatarlar hücum edince, talebelerine; "Memleketinize gidiniz. Şarktan (doğudan) fitne ateşi geliyor. Her tarafı yakacaktır. İslâm tarihînde bu kadar fitne görülmemiştir." Buyurdu. Talebeleri; "Dua buyurun da bu belâ Müslüman memleketlerinden uzaklaşsın." Deyince; "Bu, Kaza-i Mübrem’dir. Dua bunu gidermez" buyurdu.
KADER: Allah’u Teâlâ’nın ilmi ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile ilerde olacak hâdiseleri ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdir etmesi; Alın yazısı.
Peygamber Efendimiz (sav) bu konuda şöyle buyurmuştur:
“Kader, Allahu Teâlâ’nın bir sırrıdır”. (H.ş)
”Kader, tedbir ile sakınmakla değişmez. Fakat kabul olan dua, o belâ gelirken korur.”(H.ş )
Kader değişmez. Kaza kadere uygun olarak meydana gelir. Kaza her gün çok değişip sonunda kadere uygun olunca yaratılır.
Kadere Rıza: İnsanın, Allah’u Teâlâ’nın kendisi hakkında takdir ettiği şeylere rıza göstermesi, hoşnut olması başına gelen belâ ve musibetlere sabredip, boyun eğmesi.
Peygamber Efendimiz (sav) bu konuda şöyle buyurmuştur
“Kendinize, evlâdınıza kötü dua etmeyiniz. Allah'ın kaderine rıza gösteriniz. Nimetlerini arttırması için dua ediniz”. (H.ş)
İslâm dinî ve semavi dinler. Her işin Allah’u Teâlâ’nın takdiri ve iradesi (dilemesi) ile olduğunu bildirdi. Fakat insan bir işin ezelde (başlangıçsız öncelerde) nasıl takdir edildiğini bilmediği için, Allah’u Teâlâ’nın emrine uyarak çalışması ve kadere rıza göstermesi lâzımdır.
Kaza ve kadere inanmak. Kadere rıza göstermek insanın çalışmasına mâni olmaz. Bilakis çalışmasını kamçılar.
İnsan, başına gelen belâ ve musibetlere sabretmeli, kadere rıza göstermelidir.
Allah’u Teâlâ’nın dostlarına dünya sıkıntılarının ve belâların gelmesi bunların günahlarının af olmasına sebep olur.
Sözün doğrusu şudur ki. Sevgiliden gelen her şeyi gülerek sevinerek karşılamak lâzımdır. Allah’tan gelenlerin hepsi hoş gelmelidir. Sevgilinin sert davranması, ikram, ihsan ve yükselmek gibi olmalıdır. Böyle olmazsa, sevgisi tam olmaz.
Dünyada huzur ve rahat kadere rıza göstermektedir.
Hoştur senden bana gelen
Kah güldür, kah-ı diken
Lütfunda hoş kahrın da hoş
Narın da hoş lütfun da hoş
Hazret (k.s) bu sohbetinde Kanaat’ten bahsetti:
KANAAT: Yeme, içme ve barınacak yer hususunda bileğin emeği, alın teri ile kazanılana razı olmak, başkasının kazancına göz dikmemek. Aç gözlü olmayıp hırs göstermemek. Kısmetinden fazlasına göz dikmemektir.   Helâl ile yetinip haramı istememek. Az da olsa kısmetine razı olmaktır.
Kanaat, çalışmayıp, sadece eline geçeni kullanmak, tembel oturup, başka bir şey aramamak değildir. Aksine hırslı hareketlerden kaçınıp, gönül huzuru ile yaşamaktır.
Allah’u Teâlâ Hâdis-i kutsi’de buyuruyor ki:
"Ey kulum! Emir ettiğim farzları yap, insanların en âbidi olursun. Yasak ettiğim haramlardan sakın verâ sahibi olursun. Verdiğim rızka kanaat eyle, insanların en ganisi (en zengini) olursun, kimseye muhtaç kalmazsın (Hâdis-i kutsi)
Peygamber Efendimiz (sav) bu konuda şöyle buyurmuştur
İslâmiyet ile şereflenen, hayatı için yetecek nafakaya sahip olan ve bunda kanaat eden kimseye ne mutlu. (H.ş) 
Kanaat tükenmez bir hazinedir. (H.ş) 
Kanaat eden aziz. Tamah eden (dünya lezzetlerini haram yollardan arayan) zelil olur. (H.ş)
Kim kanaat ederse, geçimi iyi olur. Kim tamah ederse, (dünya lezzetlerini haram yollardan ararsa) geçim sıkıntısı çeker.
Kanaatkâr olmak lâzımdır. Yani bir işe kâr amacıyla değil, Allah (c.c) rızası için girilmesi lâzımdır. Yani; Ben bu işten şu kadar kâr edeceğim, bu işten şu kadar kazanacağım, dünyalık şunları alırım diye değil, Allah’ın (c.c) rızasını gözeterek işe girişilmesi lâzımdır.
Çalışmak ibadettir. Ama namazlı, abdestli Allah’ın (c.c) emirleri doğrultusunda, Allah’ın emirlerini yerine getirerek çalışmak lazımdır.
Halk arasında çalışmak ibadettir diye bir söz vardır. Bu sözün aslı; Çalışma hayatında Müslümanlar namazlarını kazaya bırakmadan çalışırlarsa o zaman çalışmalar ibadet hükmüne girer. Bu konunun iyi bilinmesi gerekir.
Dünyada biz emanetçiyiz. Bizim hiçbir malımız yok, öldüğümüzde bırakıp gideceğiz. Dünya bizim olsa ne olacak! Zenginlerin halini görüyoruz, bırakıp gidiyorlar. Türkiye değil, dünya onun olsa ne fayda. Ölüm vardır, her nefis ölümü tadacaktır. Bizler de ölümü hiç hatırımızdan çıkarmamamız lâzımdır. “Ölümü anmak, nefsin başının sopasıdır.”
Allah (c.c) bizi televizyonun şerrinden korusun. Akşam evlere gidiyorsunuz geç vakitlere kadar televizyon seyrediyor sabah namazlarını kaçırıyorsunuz. Bu davranış münafıklığın alametidir.
İsrafın manası; Haram olan şeylere verilen para israftır. Helâl olan şeylere verilen para israf değildir. Meselâ; Paran var, büyük ev yaparsın, güzel arabalar alırsın, binersin, çeşitli yemekler yersin, bunlar helâldir.
Ama Sadatlar havastır.Onlar takvayı yaşamışlardır. Onlar gibi olmak iyidir. Ama herkes onlar gibi olamaz, bu zordur. Onlar Allah‘tan (c.c) yüksek makam istiyorlar.
Şayet insanlar burada çok iyi yemek yerler, güzel evlerde otururlarsa ahiretteki ikramlardan eksiltmiş olurlar. Makamlarından aşağıya düşmüş olurlar.
Hz. Ebu Bekr (r.a) rikkat ve merhameti
Hz. Ömer (r.a) Şiddet ve adaleti
Hz. Osman (ZİNNÛREYN:) Hayâ ve edebi (bakın hayâ ve edep ne kadar mühim)
Hz. Ali (k.r.v) akıl ve hikmeti temsil eder. Ve bu dört sahabe insanoğlunu tamamlar.
RİKKAT: Acıma, incelik, yufka yüreklilik, yumuşaklık.
HİKMET: Herkesin bilmediği gizli sebep demektir. Kâinattaki ve yaradılıştaki İlahi gaye ve kârı ciddiye almak lazımdır ve kâr Allah’ın (c.c) nimetlerini muhafazadır.
RADIYALLAHÜ ANH:
Daha çok Eshâb-ı kiramdan birinin ismi anıldığı veya yazıldığı zaman söylenen ve yazılan "Allah’u Teâlâ ondan razı olsun" manasına dua, hürmet ve saygı ifadesi.
İki kişi için Radıyallahü anhüma. İkiden fazlası için Radıyallahü anhüm denir.
Ebû Bekr radıyallahü Anh birine nasihat ederken şöyle buyurdu: "Ey kardeşim! Sana yaptığım nasihati aklında tut, kaybolmamasına dikkat et. Ölümü özüne sevdir. Nasıl olsa gelecek" dedi. Çok kere, dilini parmağı ile tutar. Ve "Başıma gelen her şey bunun yüzündendir" derdi.
Binekte iken devesinin yuları düşse, verin, demez; deveyi çöktürür, alırdı. Sebebini sordular: "Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana: "İnsanlardan bir şey isteme" diye emretti" buyurdu. (İmam-ı Rabbanî (ks)
Ebû Bekr ile Ömer radıyallahü anhüma bu ümmetin üstünleridir. Hazret-i Ali (krv) Eshâb-ı kiramın radıyallahü anhüm ecmain hepsini büyük bilip, hürmet etmekle beraber, Ehl-i beyti (Peygamber Efendimizin (sav) akrabalarını) sevmek Ehl-i sünnetin alâmetidir.
(İmam-ı Rabbanî (ks)
RADIYALLAHÜ TEÂLÂ ANHÂ:
Hanım sahabelerden birinin ismi anılınca veya yazılınca söylenen "Allah’u Teâlâ ondan razı olsun" manasına dua, hürmet ve saygı ifadesi. İki hanım sahabe için (Radıyallahü Teâlâ anhüma" ve ikiden çok için "Radıyallahü anhünne" denir. 
Kadınlar Cennet'te, dünyadaki bayram günleri gibi senede birkaç kere Allah’u Teâlâ’yı göreceklerdir. Müzminlerin kâmil (olgun, üstün) olanları her sabah akşam, diğerleri ise Cuma günleri Allah’u Teâlâ’yı anlaşılamayan bir şekilde göreceklerdir.
Mü'min kadınlar ve melekler ve cin de bu müjdeye dâhildirler. Fâtımât-üz Zehrâ ve Hadîcet-ül Kübrâ ve Âişe-i Sıddîka ve diğer ezvâc-ı tâhirât. Peygamber Efendimizin (sav) mübarek hanımları) ve hazret-i Meryem ve hazret-i Âsiye radıyallahü Teâlâ anhünne ecmain gibi kâmil (üstün) ve Ârif hatunların diğer kadınlardan müstesna.(ayrı) Tutulmaları uygun olur. (Abdülhak-ı Dehlevî)
ZİNNÛREYN: İki nur sahibi. Peygamber Efendimizin sallallahu aleyhi ve sellem iki kızıyla evlendiği için hazret-i Osman'a verilen lakap.
Eshâb-ı kiramın (Peygamber Efendimizin arkadaşlarının) en üstünü Ebû Bekr-is-Sıddîk, ondan sonra Ömer-ül-Fârûk'dur (radıyallahü anhümâ). Ondan sonra en yüksek kimse Osmân-ı Zinnûreyn'dir (radıyallahü anh). Ondan sonra Aliyyül Mürtezâ'dır. Hepsinin halîfeliği haktır, doğrudur. Ümmetin icmâı (sözbirliği) ile sâbittir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hazret-i Osman'a birbiri ardınca iki kızını vermiştir. İki kızı da vefat edince; "Bir kızım daha olsaydı verirdim" buyurmuştur. (Mir'ât-ı Kâinât-Taftâzânî)
Hazret (ks) Bu Sohbetinde Seydayi Taği Hazretleri  (ks) ilgili bir MENKIBE anlattı:
Seydayi Taği hazretleri: Bir gün murakabede bakıyor. Kalktıktan sonra “Elhamdülillah İmansız gitmekten kurtuldu” diyor. Müritleri “ne oldu üstadım diye” soruyor. Üstat şöyle anlatıyor: “ Falan kes sekerattaydı, onunla beraberdik. Elhamdülillah İmansız gitmedi diyor. Müritleri o kişi münkirdi şıhım diyorlar.  Bunun üzerine Seyda hazretleri şu olayı anlatıyor: “ Bir gün bir yere gidiyorduk. Ben at üzerindeydim. Ona rast geldim. O kişiye selâm verdim. Selâmımı almadı, fakat yanından geçerken atımızın gölgesi üzerine düşmüştü. Onun için kendimizi zekaratta onunla beraber olmak zorunda hissettik.
Nakşibendî kabul etmemişse imansız gidebilirsin. Ancak adamın temeli sağlamdı, namazını kılıyordu. Namaz çok önemlidir. Bir insan namazını kılıyorsa ve büyük günahlardan kaçınıyorsa Cenab-ı Hakkın sevdiği kullarının hatırına affı umulur.
Hazret (ks) bu sohbetini şöyle tamamladı.
Namazın geçiyor üzülmüyorsun, sahabeler cemaate yetişemedi mi evladı ölmüş gibi üzülürlerdi.
İmam Gazali (ks) Hz. Leri beş vakit namaz kılmayan mürtet olur. Katli vaciptir, kâfir katledilmez ancak savaşta katledilebilir buyurmuştur.
Biz geliyoruz hep namaz sohbeti yapıyoruz. Temeli sağlamlaştıramadık. Tarikat sohbetine geçemedik temeli sağlamlaştıracağız. Kelimeyi tevhit getirdik Müslüman olduk, ikinci şartı yani namazı tam manasıyla yerine getiremedik. Vesselâm.
Hazret (ks) dünyayı sevmenin zararları ve bu konuyla ilgili tilki Menkıbesi anlattı:
Bazı insanlar vardır, hacca gidip geldikten sonra dünya meşakkatine daha çok dalarlar. Dünya’ya sarılırlar. Allah (c.c) ve Resulü (sav) dünyayı sevmezler. Allah (c.c) ve Resulü’ne (sav) yaklaşmak için de dünyayı terk etmek gerekir. Dünya mevzuları hakkında fazla konuşmak iyi değildir.  Ancak iş hususunda istişare gayesiyle konuşulabilir. İslami kitap okumak ve bu kitaplar hakkında konuşmak Allah’ı (c.c) zikretmektir. Bir insanın çokça Kuranı Kerim okuması gerektiğini, bol, bol kitap okuyup bilgi hazinesini genişletilmesinden bahsetti. Yeni başlayan birinin peygamberler tarihini okuyup öğrenmesi gerekir, hem kolay anlaşılır, hem de daha iyi öğrenilir. Kitap okumazsanız kendinizi İslam da ilerletemezsiniz. İslam da manevi kazanç kitapla ve sohbetle meydana gelir
Dünya ve ahireti beraber istemek konusunda, bu ikisi bir arada olmaz. Allah (c.c) ne istersen onu veriyor. Dünya isteyene dünya, ahireti isteyene ahireti verir.
Hazret bu sohbetini şöyle tamamladı: Bir müridin şeyhinin evinde abdest alması adapsızlıktır ve ayrıca müridin biri maşuğuna (şeyhinin) bir bakışına buharayla semerkantı veririm demiş. Buna karşılık Şeyh Sadi Şirazi (ks) Hz. Leri Maşuğun bir bakışına iki dünyayı veririm demiş. (Dünya ve ahiret)
Sadatlar (k.s) Dünyayı bir tilkiye benzetmişti. Dünyayı sevenler tilkinin peşinden koştukça tilki kaçar, Ancak insanlar devamlı kovalar. Yakalamak için kuyruğundan tutmaya çalışırlar. Bu yüzden tilkinin kuyruğunun tüyleri dökülmüştür. Ancak insanlar dünyanın peşinden koşmazlarsa yani dünyayı istemezlerse dünya peşlerinden gelir. Tilki gibi gelip insanların yanlarından ayrılmaz, insanlara sürtünür durur. Bu yüzden boynundaki tüyleri dökülmüştür.
Hazret (ks) bu sohbetinde dünya peşinde koşulmazsa, yani ahiret ön plana alınıp Allah’ın (c.c) rızası için çalışılırsa dünya kendiliğinden gelir derdi.
Evliyalardan biri bir tilkiye rastlar. Tilkinin boynundaki tüyler yoktur. Soruyor “Neden böyle?” diye. Tilki “Ben dünyayım. Beni sevmeyenlerin peşinden gidip onlara sürtünüyorum.”der. İlerden bir tilki daha gelir. Tilkinin kuyruğunda tüyler yoktur. Ona da sorar evliya. Cevaben tilki şöyle der; Ben dünyayım. Beni sevenlerden kaçıyorum. Onlarda peşimden kovalayıp beni yakalamak için uğraşırlar. Onun için kuyruğumda tüy kalmadı. Cömert olun! Dünyayı isterseniz gelmez. İstemeyin, yakın akraba ve komşularınıza, fakirlere bakın, mert olun! Resulullah (s.a.v)“Cömertliğin onda biri dünyaya düşse dünyadaki denizler kadar denizler toprak olur.” Buyuruyor.
Resulullah (s.a.v) cömertti, cömertleri sever, birde cömertler daha
Halim olur. Ayni su gibidir, alçak yer nerdeyse oraya akar. Yumuşak (güzel huylu) Allah ‘ın (c.c) rahmeti de Hilm sahibi olanlarındır.

Ölümün Gerçek Yüzü


Yazar: Mehmed Kırkıncı
  “ Mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuddur, hayat-ı bâkiyeye bir davettir, bir mebde'dir, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesidir.”[1]

   “Ağırlaşmış olan vazife-i hayattan ve tekâlif-i hayatiyeden âzad edip, yüzde doksan dokuz ahbabına kavuşmak için, Âlem-i Berzah'ta bir visal kapısı olduğundan, en büyük bir nimettir.”[2]

      Ölüm, ruhun  beden denilen ceset kafesinden ayrılıp, tebdil-i mekân etmesi, yani bu fani dünyadan ebedi âleme göç etmesidir. Ölüm, ebedi hayat için yaratılan insanı,  âhirete göre bir gölge ve bir han hükmünde olan bu dünya menzilinden çıkarıp, “… bin sene mes'udane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatın”a ve o Cennet hayatın”nın dahi bin senesi, bir saat rü'yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelal'in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna.... ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennet'e”[3] kavuşturur.

      Dünya ve içindekiler geçici, fani ve zevale mahkum olduğundan,  gelen her insanın buradan başka ve daimi bir memlekete göç etmesi yaratılışın icabı, hikmet-i İlahiyenin muktezası ve imtihanın bir gereğidir. Dünya bir darul hikmet ve  bir imtihan salonu olduğundan bu solonda imtihanını bitirenler, yerini başkalarına bırakırlar.

     Bu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilen insanlar, buradaki vazifelerini ikmal ettikten sonra, ölüm ile yeni bir âleme geçecek ve ebedi bir hayatın başlangıcı olan kabir, berzah ve  haşirden  sonra  ya ebedi saadete kavuşacaklar yahut  ebedi şekavete  düçar olacaklardır.

      “Âyâ bu insan zanneder mi ki, başı boş kalacak? Hâşâ!.. Belki insan, ebede meb’ustur ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzeddir. Küçük-büyük, az-çok her amelinden muhasebe görecek. Ya taltif veya tokat yiyecek.”[4]

     Hasenatları ağır gelen müminler, Allah’ın lütfüyle O’nun cemalî isimlerinin tecellisi olan ebedi cennete,  kafirler, münafıklar ve mürtedler  ise  celâlî isimlerinin  tecelligâhı olan sonsuz cehenneme gireceklerdir. Günahları sevaplarından ağır gelen mü’minler ise, cehennemde geçici bir süre kalıp cezalarını çektikten sonra tekrar cennete gireceklerdir. İnsanların dünyada yaptığı bütün iyilikler cennet, günahlar ise cehennem çekirdeği hükmünde olup, âhirette o çekirdekler ya “Tuba-i Cennet” veya “Zakkum-u Cehennem” ağacı olacak ve  çeşitli meyveler verecektir. “… o gün) bir grup cennette, bir grup cehennemde [çılgın ateşte].” [5] ayeti de bunu ifade etmektedir.

      “Hattâ dünyada yediğin meyve üstünde söylediğin "Elhamdülillah" kelimesi, cennet meyvesi olarak tecessüm ettirilip sana takdim edi(lecektir)”[6]

     İnsanın, öldükten sonra dirilip, huzur-i ilâhiye çıkacağı, ameline göre mükâfat veya azap göreceği muhakkaktır.  Zira,  istidatça en cami, kâinatın  en mükemmel meyvesi, ve Cenab-ı Hakk’ın en sevgili muhatabı olan insan, ebed için yaratılmış ve ebede gidecektir

      “İnsanın fıtrat-ı zîşuuru olan vicdanı, saadet-i ebediyeye bakar, gösterir. Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse "Ebed!.. ebed!" sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek o vicdan, o ebed için mahluktur.” [7]

      Yüz yirmi dört bin peygamber, yüz yirmi dört milyon evliya ve bütün semavi kitaplar, kıyamet ve âhiretten kesin olarak haber verdikleri gibi, Kur’an’ın  dörtte biri de haşir ve âhiretten bahseder; bin ayetiyle onun  kesin bir gerçek olduğunu ispat eder ve haber verir.

      Cenab-ı Hakkın bütün isimleri,  ebedî olan âhiretin vücudunu iktiza ederler. Zalimlerin yaptıkları zulümler, mazlumların maruz kaldığı eza ve cefalar, Cenab-ı Hakk’ın Âdil isminin tecellisini ister. Rahman, Rahim ve Hakim isimleri cenneti istediği gibi, Kahhar ve Cebbar isimler de cehennemin vücudunu ister. Zira birçok isimler dünyada tam tecelli etmiyor. Onun için bir Mahkeme-i Kübra ve sonsuz bir âlem lazımdır ki,  Cenab-ı Hakk’ın bütün isimleri orada  kemaliyle tecelli etsin. Eğer mücazat ve mükafâtın mahalli olan ahiret olmasaydı insan ile hayvan, mü’min ile kâfir, iyi ile kötü, hayır ile şer, hak ile batıl aynı seviyede kalırdı. Demek ki,  dünyanın ve insanın ehemmiyeti ancak âhiretin vücudu ile tahakkuk eder.

      İmtihanın bir gereği olarak, bu misafirhanede iman-küfür, hayır- şer, güzel- çirkin,  kâr- zarar gibi şeyler beraber bulunurlar. Burada Cenab-ı Hakk’a iman edenler, O’nu hakiki sevenler, rızasına uygun yaşayıp O’nun istediği gibi hareket edenler,  O’nun emir ve yasaklarına riayet edip  nefsini ıslah edenler, şahadetnamelerini alarak ebedî bir hayatta nihayetsiz nimetlere ve saadetlere mazhar olacaklardır, biiznillah. Bir ayette mealen şöyle buyrulur:  “İyi iş, güzel amel yapanlara daha güzeli ve daha fazlasıyla karşılık vardır. Yüzlerine ne kara bulaşır, ne de aşağılanırlar. Cennet ehli işte bunlardır. Orada ebedî kalacaklardır.”[8]

     “… hayat-ı uhreviye, bütün kâinatın neticesidir. Eğer bu hayat olmasa, kâinatta hakikat denilen her şey, zıddına inkılab eder. Meselâ: Nimet nıkmet olur, akıl  belâ olur, şefkat yılan olur.”[9]

       “Ey insan, hiç mümkün müdür ki: Sana bu sîmayı veren ve o sîmada böyle bir sikke-i rahmeti ve bir hâtem-i ehadiyeti vaz'eden zât seni başıboş bıraksın, sana ehemmiyet vermesin, senin harekâtına dikkat etmesin, sana müteveccih olan bütün kâinatı abes yapsın, hilkat şeceresini meyvesi çürük, bozuk, ehemmiyetsiz bir ağaç yapsın? Hem hiç bir cihetle şübhe kabul etmeyen ve hiç bir vechile noksaniyeti olmayan, güneş gibi zahir olan rahmetini ve ziya gibi görünen hikmetini inkâr ettirsin? Hâşâ!”[10]

       Evet, bu fani âlem, Cenab-ı Hakk’ın sonsuz rahmetine ve isimlerinin tecellisine tam ayna olamıyor. Çünkü  rahmet nihayetsiz, insanların ömürleri kısa ve dünya fanîdir. Bunun için başka ebedi bir âlem lazımdır ki, rahmet devam etsin ve O’nun zenginliğinin aslı orada kemaliyle tezahür etsin. Çünkü dünyadaki bütün nimetler numune ve gölgedir, asıllar ise âhirettedir.

      “Ölüm, saadet-i ebediyeye mukaddemedir; bu itibarla nimet sayılabilir. Çünkü nimetin mukaddimesi de nimettir. Ölüm, muzır hayvanlarla dolu bir hapisten geniş bir sahraya çıkmak gibidir. Binaenaleyh ruh, ceset kafesinden çıkarsa necat bulur.”[11]

     Peygamber Efendimiz (s.a.v);  “Dünya dar-ül meşakkattir” buyurmuştur. Bu bakımdan, dünyada  rahat, huzur ve gerçek saadet yoktur, olamaz da.Çünkü onların mekânı bura değildir. İnsan asıl saadet ve sürurun mahiyetini bilmediğinden, buradaki bazı şeylerden zevk alır ve saadeti onlar zanneder.  Halbuki  asıl zevk ve sürur alem-i ahirette olacaktır.

       Bir ayette şöyle buyrulur: “Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı.”[12]

    Oyun ve eğlencenin süresi azdır, çabuk geçer. İşte bu hayatta aynen öyledir.  Oyun ve eğlenceyle genelde çocuklar ve cahiller meşgul olur.  Akıllı kimseler fani ve geçici oyunlarla oyalanmaz ve onlara itibar etmezler. Dünyada insana zevk ve lezzet veren şeyler hem değersiz hem de geçicidir,  ahirete ait olan hakikatler ise daimidir, kıymetlidir ve şereflidir. Nice güçlü ve saltanat sahibi kimseler vardır ki, kısa bir zaman sonra ya toprak altına girmiş veya zavallı bir duruma düşmüşlerdir. İnsan bu dünyada elde ettiği mal ve servetten faydalanıp faydalanmayacağını bilemez.  Velev ki, belli bir süre fayda görse  bile yine bir gün  onlar  elinden çıkacaktır.

     Peygamber Efendimiz (s.a.v); “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.” buyurarak, dünyanın bir uyku alemi olduğunu asıl zevk ve sefanın ise ahirette olacağını ifade etmişlerdir.  Bir insanın rüyasında iki kilo kebap yemesi mi daha iyidir, yoksa uyanık iken yüz gram kebap yemesi mi?

     Evet dünyanın zevkleri ve lezzetleri meşru da olsa fanidir, anidir, geçicidir, gölgedir ve rüyada yiyip içmek gibidir. Ahirete ait olan her şey ise, ebedidir, daimidir, sürurludur, nurludur, zevklidir  ve şevklidir. Ona ait bir zerre ebedi olduğundan, dünyadaki bütün  nimetlerden daha kıymetlidir, daha âlidir. Allah’ın rızasına mazhar olmak ise bunların hepsinden daha büyüktür.   “Allah'ın rızası ise hepsinden büyüktür. İşte asıl büyük kurtuluş da budur.”[13]

       Bir başka  ayette mealen şöyle buyrulur: “Şüphesiz senin için son olan, ilk olandan (ahiret dünyadan) daha hayırlıdır.”[14]

      Bu ayet  Peygamber Efendimizin (s.a.v) davasında muvaffak olacağını, her zaman terakki edip nice nimetlere nail olacağını, izzet ve şanının yükseleceğini ve dünyada  her zaman muvaffakiyetlere nail olacağını mucizene bir şekilde haber vermiştir. Evet  İslâmiyet'in ilk tesis ve intişarı yıllarında başta amcası olmak üzere en yakınları ve Kureyş'in en ileri gelenleri  Hz. Peygamber’e ve ona tabi olanlara  düşmanlıkları ve hücumları şiddetli olduğu,  Peygamber Efendimiz'in şahsına, ailesine ve sahabelerine  karşı  dayanılmaz eza ve işkence ettikleri halde, o   İslâm'ın ilanında akılları hayrette bırakacak bir şekilde sabır, metanet, sebat ve kararlılıkla davasında muvaffak olmuş,   fetihlere imza atmış,  nam ve şöhreti, sıdk ve emniyeti, kemalat ve fazileti, vakar ve ciddiyeti, Şark ve Garb’a yayıldı.  Bu ayet Allah Resulünün ve ona tabi olanların âhirette de her türlü nîmetlere ve tecellîlere mazhar olacağını müjdelemektedir.  Hz. Peygamberî (s.a.v) kendine rehber edinen ve onun sünnetine uyanlar, onun gölgesi sayesinde  dünyada huzur ve saadetle yaşarlar,  ahrette de yine onun vesilesi ile  ebedi sürurlara  mahzar olurlar.

     Bir ayette şöyle buyrulur: “O gün, cennet halkının kalacakları yer daha hayırlı, dinlenecekleri yer çok daha güzeldir.”[15]

     Başka bir ayette ise şöyle buyrulur: “Orda ebedi olarak kalıcıdırlar; o, ne güzel bir karargah ve ne güzel bir konaklama yeridir.”[16]

      İşte Cenab-ı Hak, o daimi ve güzel olan ebedi hayatı kimin kazanacağını ve kimin daha güzel işler yapacağını imtihan etmek üzere ölümü ve hayatı yaratmış ve insanı imtihan etmek için bu dünyaya göndermiştir.  Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur: “O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstündür, bağışlayandır.”[17]

       “Nasıl ki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdir iledir; öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile, bir hikmet ve tedbir iledir.”[18]

    Her bahar mevsiminde yer yüzünü bir anda dirilten ve toprağın altında  çürüyen   bir çekirdekten  koca bir ağacı çıkaran ve basit tohumlara binlerce  sümbül  verdiren bir Hafız-ı Zülcelal, bu kadar ehemmiyet verdiği ve en çok sevdiği mahlukunun toprak altında çürüyüp yok olmasına hiç  müsaade eder mi? Elbette onu toprak altında kısa bir süre durdurur ve sonra huzuruna alır.

      Evet, “ çekirdeğin mevti, sümbülün mebde-i hayatıdır; belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi, hayat kadar mahluk ve muntazamdır.”[19]

      Bağında veya bahçesinde her bir yaprağı bir trilyon lira değerinde güller yetiştiren bir kimyagerin, o bağ ve bahçesinin kapısını açık bırakmak suretiyle, yetiştirdiği gülleri, hayvanlara yedirmesi akla ve hakikate uygun olmadığı gibi, Cenab-ı Hak da bu dünyanın en mükemmel bir meyvesi olan ve her bir azası trilyonlarla mukayese edilmeyecek kadar kıymetli olan bu insanı toprağa atıp böceklere yedirmesini hiçbir  akıl kabul etmez.

      Bir şeker fabrikasının sahibi, ürettiği şekerleri nehre  döküp, onları balıklara yedirerek zayi eder mi? Böyle yapması, o fabrikanın kuruluş gayesine hiç  uygun olur mu?

       Cenab-ı Hak, bütün kâinattan süzüp hassas mizanlarla yarattığı ve nihayetsiz nimetlerle beslediği en mükemmel meyvesini ve en sevgili mahlukunu toprağa gömüp yokluğa atar mı? Onu böceklere yedirerek  zayi eder mi?   

     “Size böyle nimet eden zât, sizi başıboş bırakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasınız.”[20]

      Bir mektep ve bir tâlimgâh olan bu dünyaya gönderilen insanlardan kulluk vazifesini hakkıyla ifa edenler, yani salih amel işleyenler, ebedi cennet saraylarına girmeye liyakat kesbedecek, iradelerini yanlış yolda kullanıp, ömrünü  isyan ve sefahatte geçirenler de müstahak oldukları cezayı göreceklerdir.

     Osmanlı padişahları saraya alacakları insanları önce Enderun mektebinde yetiştirir,  sonra saraya kabul ederlerdi. Çünkü sarayın nizam ve intizamı; ahenk ve huzuru her şeyden önce Enderun’da aldıkları eğitim ve öğretime bağlıdır.   Cenab-ı Hak bu dünyayı, insanın ubudiyeti için bir mektep, talimgâh ve bir kışla olarak yaratmıştır. Öyle ise bu talimgâha ve mektebe gelenler, buradaki kulluk vazifelerini en iyi şekilde tekmil edip cennete layık bir insan olabilmenin azmi ve gayreti içinde olmalıdırlar.                                                                                                             

       Evet, insanın asıl kemali ölümden sonra başlar.  Mevt, zahiren hüzünlü ve kederli görünse de insanı ıstıraplı, meşakkatli, kederli ve hüzünlü bir hayattan, saadetli, sürurlu, nurlu,  neşeli  ve ebedi bir hayata kavuşturan ölüm,  elbette zarûrîdir, sevimlidir ve güzeldir.

      “Ölümün peçesi gerçi karanlık, siyah, çirkin ise de; fakat mü’min için asıl sîması nuranîdir, güzeldir...”[21]   

    “Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber,

    Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber” (N. Fazıl)                 

     Bir insan, hastalandığı zaman tedavisi için lazım gelen ilacı mide yoluyla alır. O hasta, faraza gözüm iyi olsun diye doktorun verdiği ilacı gözüne sokarsa, şifa bulması bir yana  gözünün kör olmasına sebep olur. Demek ki, gözün tedavi edilmesinin yolu mideden geçer.  Bir insanın da alem-i ahirette  ebedi saadetlere mazhar olması için ölüm köprüsünden geçmesi zaruridir.

    Evet, her güzel şey, kahharane bir fırtınanın peşinden geliyor. Gök gürültüsü ve şimşeğin ardından yağmurun gelmesi gibi, annenin çektiği azîm sancı da evlâdı meyve veriyor. Aynı şekilde, toprak altında  parçalanıp dağılan bir çekirdeğin kalbinden de muhteşem bir ağaç vücuda geliyor.

    Dünyaya yeni gelen bir çocuk, diş sahibi olmak için damaklarının yarılmasına rıza gösteriyor ve çektiği o acının sonunda inci gibi dişlere sahip oluyor. Ve nihayet insan da bu dünyada çeşitli eza ve cefalara, bela ve musibetlere duçâr oluyor, neticede vefat edip, toprağın altına giriyor ve orada cesedi çürüyüp dağılıyor. İşte ebedî saadet de, iman ve sabır kaydıyla bu fırtınaların semeresi olarak tezahür ediyor.

  “Çünki, nuranî âlemlere giden yol kabirden geçer ve en büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin neticesidir. Meselâ: Hazret-i Yusuf, Mısır azizliği gibi bir saadete, ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Zeliha’nın iftirası üzerine konulduğu hapis yoluyla nâil olmuştur. Ve keza, rahm-ı maderden dünyaya gelen çocuk, mahud tünelde çektiği sıkıcı, ezici zahmet neticesinde dünya saadetine nâil oluyor.”[22]

      Evet ölüm, bir daha ölmemek üzere dirilmektir.  Bu hakikat bir ayette şöyle ifade edilir: “Orda, ilk ölümün dışında başka ölüm tatmazlar. Ve (Allah da) onları cehennem azabından korumuştur.”[23]

    Öleceğiz müjdeler olsun, müjdeler olsun!

    Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun!

     

     Kapı kapı, yolun son kapısı ölümse;

     Her kapıda ağlayıp o kapıda gülümse!

     O demdeki perdeler kalkar, perdeler iner,

     Azrail’e hoş geldin, diyebilmekte hüner..

    

     O dem çocuklar gibi sevinçten zıplar mısın?

     Toprağın altındaki saklambaçta var mısın?                         

      Ölüm ölene  bayram;  bayrama sevinmek var;

       Oh ne güzel, bayramda tahta ata binmek var.”

                                                N. Fazıl Kısakürek



[1]  Nursî, B.S Mektubat ( 1. Mektup)

[2] Nursî, B.S Mektubat

[3] Nursî, B.S Mektubat (20. Mektup)

[4] Nursî, B.S Lem’alar

[5] Şûrâ Suresi 42/7

[6]  Nursî, B.S  Sözler (32. Söz)

[7] Nursî, B.S Sözler (29. Söz)

[8]  Yunus Suresi 10/26

[9] Nursî, B.S İşarat-l İ’caz

[10]  Nursî, B.S Lem’alar

[11]  Nursî, B.S İşarat-l İ’caz

[12] Ankebut Suresi 29/64

[13] Tövbe Suresi  9/72

[14] Duha Suresi 93/4

[15] Furkan Suresi 25/24

[16] Furkan Suresi 25/76

[17]  Mülk Suresi 67/2

[18] Nursî, B.S Mektubat (1. Mektup)

[19]Nursî, B.S Mektubat (1. Mektup)

[20] Nursî, B.S Sözler

[21]Nursî, B.S Lem’alar (26. Lem’a)

[22]Nursî, B.S Şuâlar (29. Lem’adan 2.Bâb)

[23] Duhan Suresi 44/56

Musibetlerin Kader Açısından Bazı Hikmetleri


Yazar: Mehmed Kırkıncı
Musibet, hedefine isabet eden mermi gibi, insana şiddetle dokunan hadise ve felakettir. Eflatun; “musibetler Allah’ın oku, hedef ise insandır, nereye kaçacaksınız.” demiştir. Hz. Ali (r.a) bu söze “fefirrûilallah” Allah’a kaçacaksınız.” diye cevap vermiştir.

Bir ayette mealen şöyle buyrulur:

Andolsun ki, sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.”69

Nimetler, Allah’ın lütuf ve keremi olduğu gibi, musibetler de Allah’ın ilmi ezelisinde veya Levh-i mahfuzda yazılmış bir takdiridir.

Bir ayette mealen şöyle buyrulmaktadır:

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” “Böylece elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız. Çünkü Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.”70

Bu ayetten de anlaşıldığı gibi, takdir olunan musibetten kaçınmak mümkün değildir. O yazılmış ise, mutlaka başa gelir. Başa gelen musibetlerde kadere iman, kalbe kuvvet ve metanet verir, gerek acı ve gerek tatlı hadiseler karşısında insan sarsılmaz, kaybettiği dünya nimetlerinden dolayı fazla gam ve keder çekmez. Gelen her musibetin yazılı olduğuna imanı olan ve kalpleri Allah’a bağlı kimseler, musibetlerden mütessir olsalar da kendilerini kaybetmez ve şaşırmazlar. Ne gamın ızdırabına ne de sevincin gurur ve heyecanına kapılırlar. Hepsinin Cenab-ı Hakk’tan geldiğini ve onlarda nice gizli hikmetlerin bulunduğunu düşünerek, her iki halde de gönüllerini Allah’ın mağfiret ve rızasına bağlayıp, kulluk vazifelerini yerine getirirler. Allah’ın takdiri böyle imiş diyerek teselli bulur, metanetlerini muhafaza ederler.

Onun için sabır ve tahammül zarûrîdir. Peygamber Efendimiz (sav): “Asıl sabır, musibetin ilk anında olanıdır.” buyurmuşlardır.

Bediüzzaman Hazretleri de şöyle buyurur:

“Ve sabırsızlık ise Allah’tan şikâyeti tazammun eder. Ve ef’alini tenkid ve rahmetini ittiham ve hikmetini beğenmemek çıkar. Evet, musibetin darbesine karşı şekva suretiyle elbette âciz ve zaîf insan ağlar; fakat şekva ona olmalı, ondan olmamalı. Hazret-i Yakub Aleyhisselâmın “Ben derdimi de, üzüntümü de ancak Allah’a şikâyet ederim” 71demesi gibi olmalı. Yani: Musibeti Allah’a şekva etmeli, yoksa Allah’ı insanlara şekva eder gibi, “Eyvah! Of!” deyip, “Ben ne ettim ki, bu başıma geldi” diyerek, âciz insanların rikkatini tahrik etmek zarardır, manasızdır”.72

Hayatın çeşitli safhalarında insanların marûz kaldığı belâ ve musibetlerin altında, insan idrakinin kavramaktan âciz olduğu birçok hikmetler gizlidir. Nitekim Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’inde şöyle buyurmaktadır:

“İhtimal ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin iyiliğinizedir ve ihtimal ki, sevdiğiniz birşey sizin kötülüğünüzedir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.”73

Belâ ve musibetlerin takdirinde kader, gerçek sebeplere bakar, ona göre hükmeder. Onların arkasında nice rahmet, adalet ve inâyet gizlidir. Söz konusu sebeplerden beş tanesine kısaca işaret edelim.

1) Bazı musibetler, kulların geçmişteki hatalarının neticesidir. Bu musibetler tamamen insanların ihmallerinden, hata ve kusurlarından doğmaktadır: Gerekli tedbirleri almayan kimsenin hastalanması gibi.

2) Bir kısım musibetler, gelecek belâları def eder veya onların şiddetlerini kırar. Büyük musibetlerin önüne set olan bu gibi musibetler, gerçekte Cenâb-ı Hakk’ın bir ihsanıdır.

3) Musibetler hayatı yeknesaklıktan kurtarmakla nimetlerin takdirine vesile olur; insanı mânen terakki ve tekâmül ettirir. Yâni, musibetler sıhhatin önemini ve nimetlerin kıymetini insanlara fiilen ders verir.

4) Bu dünya imtihanının bir ciheti de insanların takdir-i ilâhiyyeye rıza ve teslimiyet derecelerinin ölçülmesidir. Bu ise belâ ve musibetlerin vücudunu iktiza eder.

Bir kısım musibetler de ihtar-ı Rabbanidir. Bu tür musibete maruz kalan bir insan, bunu Cenab-ı Hakkın bir ihtarı olarak idrak edip, hemen o hatasından dönmeli ve tevbe etmelidir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: Allah bir kuluna hayır murad ederse, ona dünyada peşinen bir musibet, meşakkat verir.

Bu hadîs-i şeriften, her bir musibetin altında Erhamürrahimîn olan Rabbü’l-âlemîn’in inâyetinin çok tatlı meyveleri bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu sebeple bizler musibetleri sabır ve şükür ile karşılamak, aczimizi ve zaafımızı düşünüp dergâh-ı İlâhîye’ye iltica etmekle mükellefiz.

Musibetleri rıza ile karşılamak Allah-u Teâlâ’nın rızasını kazanmanın önemli bir vesilesidir. Bir kul o rızaya nâil olma şerefine ererse, çektiği meşakkatler ve uğradığı musibetler hiç hükmünde kalır.

İbn-i Abbas’tan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîflerinde Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: Cenâb-ı Hakk’ın Levh-i Mahfûz’da, önce yazdıklarından biri de şudur:

“Ben bir Allah’ım ki, benden başka ibâdete müstehak kimse yoktur. Muhammed benim resûlümdür. Bir kimse benim verdiğim hükümlere razı olur, belâlarıma sabır, nimetlerime şükrederse, onu sıddıklar defterine yazarım. Kıyâmet gününde sıddıklarla haşrederim. Bir kimse, benim verdiğim hükümleri benimsemez, belâlarıma sabretmez, nimetlerime de şükretmezse benim kapımdan başka bir kapı arasın.”

5) Musibetler günahlara keffâret olur, hâlis kulların da makamlarını yükseltir. Bu nokta ile ilgili olarak Hz. Aişe’den (r.a.) rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfi takdim edelim:

“Mü’mine gelen her musibetle, hattâ bir diken batmasıyla da, Allah onun hatalarını döker.”

Bir diken batmasının dahi mü’minin günahlarından bir kısmını döktüğü dikkate alındığında diğer hastalık ve musibetlerin ne kadar büyük rahmet ve inâyetlere vesile olacağı anlaşılır.

Yine Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) oğlu vefat eden Hz. Muâz’a (r.a.) yazdığı taziye mektubunun bir bölümünde şöyle buyurmaktadır:

Senin bu oğlun Allah’ın sana güzel bir hibesi idi. Cenâb-ı Hak onunla bir zaman seni ferahlandırdı, sürûrlandırdı. Sonra onu aldı ve büyük bir sevap verdi. Şu şartla ki sabreder ve o sevabı hesaba katarsan...

Mektubun devamında, “Yâ Muâz, Allah sana hem oğlunun ölmesi, hem de sevaptan mahrum olmak gibi iki musibeti birden vermesin,” ifâdesi yer almaktadır.

Bu noktada bir hakikate işaret edelim:

Bir şeyin neticesi ne kadar yüksek ve kıymetli ise, yolu o nisbette çetin olur, kaidesince, Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanına erişmenin, Cehennem’den kurtulup Cennet’e liyakat kazanmanın yolu da elbette çetin olacaktır. Bu sırladır ki, belâ ve musibetlerin en büyüğü ve en şiddetlileri başta peygamberlere, sonra iman ve tahammül güçleri nisbetinde diğer kâmil kullara gelmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen ve kaderin gerçek sebeplere baktığını bizlere ders veren bir kıssayı dikkatinize sunmak istiyorum:

Kur’ân-ı Kerîm’de bizim ibret almamız için nakledilen kıssalardan birisi de, Hz. Mûsâ (a.s.) ile Hz. Hızır’ın (a.s.) hikmetlerle dolu olan seyahatleridir:

Hz. Musâ (a.s.), ilm-i ledünnî’sinden istifade etmek niyetiyle Hz. Hızır (a.s.) ile arkadaşlık etmeyi Cenâb-ı Hakk’tan niyaz eder. Bu niyazın kabulüyle, Hz. Hızır (a.s.) ile buluştuklarında, Hz. Hızır (a.s.) kendisine, yaptığı şeyler hakkında hiçbir soru sormamasını, şart koşar. Anlaşarak yola çıkarlar. Bir gemiye bindiklerinde Hz. Hızır (a.s.) gemiyi deler. Bunun üzerine Hz. Musâ (a.s.) dayanamayarak itiraz eder. Hz. Hızır (a.s.) ise anlaşmalarınıhatırlatır ve bir açıklamada bulunmaz. İkinci olarak, Hz. Hızır (a.s.) karşılaştıkları bir erkek çocuğu öldürür. Hz. Musâ’nın (a.s.) buna da itiraz etmesi ve hikmetini sorması üzerine, Hz. Hızır (a.s.) artık arkadaşlıklarının bitme noktasına geldiğini söyler. Bunun üzerine Hz. Musâ (a.s.) artık soru sormayacağını söyler ve seyahatlerine devam ederler. Vardıkları bir kasabada ahaliden yiyecek isterler. Hiç kimse onları misafir etmez. Hz. Hızır (a.s.) ise, o kasabada yıkılmak üzere olan bir duvarı doğrultur. Hz. Musâ’nın (a.s.) buna da dayanamayarak duvarı hem de ücretsiz olarak tamir etmesinin sebepini sormasıyla arkadaşlıkları sona erer. Hz. Hızır (a.s.) arkadaşlığın nihayete erdiği bu noktada, önceki üç hâdisenin hikmetlerini Hz. Musâ’ya (a.s.) şöyle anlatır:

“Gemi, denizde çalışan birkaç yoksula aitti. O gemiyi kusurlu kılmak istedim. Çünkü peşlerinde her sağlam gemiye el koyan bir hükümdar vardı. Oğlana gelince, onun annesi ve babası inanmış kimselerdi. Çocuğun onları azdırmasından ve inkâra sürüklemesinden korkmuştuk. İstedik ki onların Rabbi o çocuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birisini versin. Duvar ise, şehirde iki yetim erkek çocuğa aittir. Duvarın altında onların bir hazinesi vardı. Babaları da sâlih bir kimse idi. Rabbin onların erginlik çağına ulaşmasını ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarmalarını diledi. Ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte, dayanamadığın işlerin iç yüzleri budur.”74

Bizler irademiz dışında başımıza gelen hâdiselere, uğradığımız belâ ve musibetlere bu kıssanın dürbünüyle bakmalıyız. Her hâdiseyi Hz. Hızır’ın (a.s.) eli gibi bilmeli, altındaki rahmet ve inâyete iman nûruyla nazar etmeliyiz. Onun gemi delmesinde geminin kurtuluşu gizli olduğu, öldürmesinden hayat fışkırdığı gibi her bir musibet altında da mutlaka Allah’ın rahmetinin bir cilvesi ve hikmetinin bir sırrı bulunduğunu kabul etmeliyiz.

Cenâb-ı Hakk’tan gelen her musibeti bir iltifat sayan, her dertte derman arayan, çekirdeğin parçalanmakla ağaç olması misâli, her yokluğun varlığa açılan bir kapı olduğunu anlayan insan bu kıssanın sırrına ermiş demektir.  Bu hâl, mü’min için hem Rabbinin rızasını kazanmaya vesile hem de bu dünyada bir huzur ve sürûr kaynağıdır.

Konumuzla alakalı olmasından dolayı şu hatıramı da nakletmek istiyorum:

Bir gün yanıma iki üniversite talebesi geldi. Bunlardan birisi gayet uzun boylu, diğeri ise çok kısa boylu ve sırtında bir kamburu olan bir gençti..

Uzun boylu olan genç,

— Hocam size bir sorumuz var dedi. Ben de

— buyurun dedim.

— Cenab-ı Hak adil midir? diye sordu. Ben de:

— Adalet güzel bir sıfat olduğuna göre, bütün güzel sıfatlar gibi bu sıfatın da kemali Allah’ta bulunur. Adaletin kemali Allah’ta olmazsa kimde olur? dedim.

Bunun üzerine genç:

— Madem Allah adildir, neden bazı insanları, toplum içerisinde utanç duyacakları bir vaziyette yaratmıştır? dedi.

.— Anladım ki, sen yanındaki arkadaşın namına konuşuyorsun. Öyle değil mi? diye sordum. O da

— Evet dedi.

Bunun üzerine kısa boylu olan arkadaşa döndüm ve

— Boyun ne kadar? diye sordum.

— Bir metre otuz beş santim dedi. Diğerine de aynı soruyu sordum. O da,

— Bir metre seksen beş santim dedi.

— Peki sen bu boyundan razı mısın? dedim.

— Razıyım dedi

Bu sefer kısa boylu olana,

— Sen de boyundan razı mısın? diye sordum.

— Böyle olmayı istemezdim dedi.

— Peki dedim, Allah’tan bir metre seksen beş santim boy alacağın vardı da, Allah elli santimini kesti mi?

Böyle bir cevap karşısında şaşırıp kaldılar. Ben şöyle devam ettim:

— Hem hakkın olan elli santimi kesmiş, hem de istemediğin halde sırtına bir kambur yüklemiş öyle mi? Bu sözüm üzerine iyice mahcup oldular.

Boyu kısa olan arkadaşa şöyle dedim:

— İnsan daima kendinden aşağı olana bakmalıdır, tâ ki şekva yerine şükretsin. Mesela boyu bir metre olana bakarsanız daha huzurlu olursunuz. Evet boyunuz kısa ama Cenab-ı Hakk’ın size bahşettiği diğer nimetleri, mesela başta insan olmanızı, akıllı olmanızı, görmenizi, işitmenizi, konuşmanızı ve sayılamayacak daha nice nimetlere mazhar olmanızı niçin hesaba katmıyorsunuz?

Efendiler, şunu iyi bilip iman etmemiz lazımdır ki, Cenab-ı Hakk’ın üzerine hiçbir şey vacip değildir.Yani Allah kimseye vermek zorunda değildir. Allah kimseye borçlu değil, kimse de ondan alacaklı değil. Kimsenin ondan mütehakkimane isteme hakkı yoktur. Mahlûkatına her ne ikram ve ihsan buyurmuşsa kemal-i keremindendir. Mahlûkatın onda zerre kadar bir hakkı yoktur ki, bir hak dava edebilsinler. Çünkü bütün mevcudat, dünya ve ahiret onundur. Zat-ı Kibriya mülk ve melekûtunda istediği gibi tasarruf eder ve ediyor. Kimine az, kimine çok verir. Kimini insan, kimini hayvan, kimini ağaç, kimini taş yaratır. Mülkünde ortak ve şeriki yok ki, onun hakkına tecavüz ederek –hâşâ sümme hâşâ- zulmetmiş olsun. Kimine nazar-ı Celal ile kimine nazar-ı Cemal ile tecelli eder. Mutlak irade sahibidir. Onun işlerinden sual olunmaz. Şu halde insanların ona karşı hak dava etmesi nasıl tasavvur olunabilir?!.

Cenab-ı Hak senin boyunu kısa yaratmış ve bir de kambur vermiş. Fakat seni insan olarak yaratmış. Deveyi ise hem hayvan olarak yaratmış, hem kambur vermiş, hem de o kambur üzerine bir semer ve semerin üstüne de yük yüklemiş.” Sonra latife ile “Sen yine bu haline şükret. Hiç olmazsa sana yük taşıtmıyorlar.” dedim. Bu sözüme tebessümle karşılık verdiler.

Konuşmama şöyle devam ettim:

“Sizin bu mantığınıza göre devenin bu suali sizden önce sorması gerekirdi. Hâlbuki onlar kendi hallerinden memnundurlar ve itiraz etmiyorlar. Zaten onların da böyle bir sual sormaya hakkları yoktur.”

Sonra onlara, memleketlerini sordum. Kayserili olduklarını söylediler. Latifeli bir şekilde “Bu göz açıklığı ancak Kayserililere mahsustur herhalde” deyince, bu latifeme de güldüler.

Sonra onlara Bediüzzaman Hazretlerinin Mektubat adlı eserinden şu kısmı okudum:

“Meselâ madenler diyemezler: “Niçin nebatî olmadık?” Şekva edemezler: belki vücud-u madenîye mazhar oldukları için hakları Fâtırına şükrandır. Nebatat niçin hayvan olmadım deyip şekva edemez, belki vücud ile beraber hayata mazhar olduğu için hakkı şükrandır. Hayvan ise niçin insan olmadım diye şikâyet edemez, belki hayat ve vücud ile beraber kıymetdar bir ruh cevheri ona verildiği için, onun üstündeki hakkı, şükrandır. Ve hâkeza kıyas et.

Ey insan-ı müştekî! Sen madum kalmadın, vücud nimetini giydin, hayatı tattın, camid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalalette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün ve hâkeza...”

“Kadere rıza göstermek kadar sürurlu bir şey yoktur.

Tabiî afetler, musibetler, aksak doğma gibi hadiseler tamamen Allah’ın dilemesiyledir. Şu var ki, Âdil-i Mutlak olan Cenab-ı Hak, dünyadaki en küçük bir sıkıntıyı bile günahlara keffaret saydığı gibi bu şekilde yaratılıştaki noksanlıkların mükâfatını ahirette bilemeyeceğimiz bir şekilde verecektir. Yeter ki, gençliğimizi ubudiyet ve rıza-i ilahi dairesinde geçirmiş olalım.

Siz bana kaderin ızdırarî kısmını soruyorsunuz, ama Levh-i Mahfuzun defterleri benim elimde değil ki size cevap vereyim. Kaza ve kaderin şifresini kim halledebilir ki? Onun anahtarı ne insanın, ne de melekût âleminde ki meleklerin elindedir. Oradaki sırları Allah-u Teâlâ’dan başkası bilemez.

Kaza ve kaderin, bizim tarafımızdan bilinmemesi büyük bir rahmettir. Zira birçok şeyler vardır ki, insan onları bilmezse pek rahat ve asude yaşar. Mesela bir adam ne zaman öleceğini ve başına ne gibi felaketler geleceğini bilse, onun için hayatın ne zevki, ne de lezzeti kalır. Bunları bilmediği takdirde dünya ve ahirete şevk ile çalışır.”

Cenab-ı Hakk’ın hikmeti çok derindir. Biz bunları bilemeyiz. Sizin boyunuz da 1,85 cm. olsaydı. Belki gurura düşüp dalalete girebilirdin. Belki bu hikmete binaen Yüce Allah seni böyle yaratmıştır. Bu ise senin hakkında daha hayırlıdır.

Mahlûkatın en şereflisi ve en mükerremi insandır. Bu insan ise madde ve ruh denilen iki terkipten meydana gelmektedir. Maddeten insanın en kıymetli azası onun kalbidir. Kalbin gıda ve lezzeti ise marifetullah ve muhabbetullahtır. Bu marifet ve muhabbetin anahtarı sana verilen zahirî ve batınî duygularındadır. Hamdolsun onlarda da bir noksaniyetin yoktur. İşte senin kâmil bir insan olman bunlarladır. Mesela senin gözün olmasaydı, o zaman derdin ki:

“Ya Rab! Benim gözüm olsaydı da kâinatı senin namına seyretseydim.” diye temenni edebilirdin. Demek ki, marifetullah ve muhabbetullah için bütün duygulara sahipsin. O halde hiçbir şikâyet hakkına sahip değilsin.

Senin boyunun kısa ve sırtında da kambur olması ibadetine noksaniyet getirmediği gibi engelde teşkil etmez ki, sen de muzdarip ve mahcup olasın.

Şu da bir hakikattir ki, insan dünyaya zevk ve sefa için gelmemiştir. Ahireti kazanmak için gelmiştir. Peygamberimizin buyurduğu gibi “Dünya ahiretin çiftliğidir.” Çiftlikte ise oyun ve eğlence olmaz. Orada tembellik değil, kazanmak için çalışıp terlemek vardır. Bediüzzaman’ın dediği gibi, “Bu dünya, dâr-ül hikmettir, dâr-ül hizmettir; dâr-ül ücret ve mükâfat değil. Buradaki a’mal ve hizmetlerin ücretleri cennettedir.”

Orada bitmesi ve tükenmesi mümkün olmayan bir saadet ve huzur olduğu gibi Cemâl-i İlâhiyenin müşahede makamı da orasıdır.

Bu anlattıklarımdan ve okuduklarımdan sonra memnun ve mesrur bir şekilde yanımızdan ayrıldılar.

Musibet ve hastalıklarda insanların şekvaya hakları yoktur. Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi;

“Mülk umumen onundur. Sen, hem onun mülküsün, hem memluküsün, hem mülkünde çalışıyorsun.”

“Cenab-ı Hak, insana giydirdiği vücud libasını san’atına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış, o vücud libasını o model üstünde keser, biçer, tebdil eder, tağyir eder; muhtelif esmasının cilvesini gösterir. Şâfî ismi hastalığı istediği gibi, Rezzak ismi de açlığı iktiza ediyor.”

“Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder; vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuddan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider.”

“Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir; lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir. Madem dâr-ı hizmettir ve mahall-i ubudiyettir; hastalıklar ve musibetler, dinî olmamak ve sabretmek şartıyla o hizmete ve o ubudiyete çok muvafık oluyor ve kuvvet veriyor. Ve herbir saati, birgün ibadet hükmüne getirdiğinden şekva değil, şükretmek gerektir. Evet ibadet iki kısımdır: Bir kısmı müsbet, diğeri menfî. Müsbet kısmı malûmdur. Menfî kısmı ise, hastalıklar ve musibetlerle musibetzede za’fını ve aczini hissedip Rabb-ı Rahîmine ilticakârane teveccüh edip, onu düşünüp, ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riya giremez, hâlistir. Eğer sabretse, musibetin mükâfatını düşünse, şükretse, o vakit herbir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur. Hattâ bir kısmı var ki, bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçer.”75

Dip Notlar:
69:Bakara Suresi 2/155
70:Hadid Suresi 57/ 22-23
71:Yusuf Suresi 12/86
72:Mektubat,
73:Bakara Suresi 2/216
74:Kehf Suresi 18/79-82
75:Lem’alar

Tasavvufta 4 kapı (hikaye)


Mevlana'dan güzel bir hikaye
Hz. Mevlana, şeriat, tarikat, marifet ve hakikat arasındaki farkı soran bir öğrencisine; “Karşı medresede rahlelerine eğilmiş ders çalışan dört kişi var. Sen git bunların hepsinin ensesine bir şamar at sonra gel sana anlatayım” diye buyurur.

Öğrenci gider, birincinin ensesine bir tokat akşeder. Tokadı yiyen derhal ayağa kalkıp arkasını döner ve daha kuvvetli bir tokatla Hz. Mevlana’nın öğrencisini yere yıkar. Bu kez ikincisine tokat atar. O da derhal ayağa kalkar ve elini kaldırır. Ancak tam tokadı atacakken vazgeçip yerine oturur. Üçüncü tokatı yiyince, şöyle bir kafasını çevirip baktıktan sonra çalışmasına devam eder. Dördüncü ise, tokadı yemesine rağmen hiç oralı bile olmaz.

Bunun üzerine öğrenci durumu Mevlana Hazretleri’ne anlatır. Mevlana Hazretleri şöyle buyurur;” Birinci şeriat kapısını geçememiş biri idi. Şeriatta kısasa kısas olduğu için, tokadı yiyince kalktı, aynısını sana iade etti. İkinci, tarikat kapısındadır. Tokadı yiyince tam iade edecekti ki, tarikat öğretisinde verdiği söz aklına geldi; “Sana kötülük yapana bile iyilik yap” Onun için döndü, oturdu.

Üçüncüsü marifet kapısına kadar gelmişti. İyinin ve kötünün tek Yaradan’dan geldiğini bildiği için, Yaradan bu kötülüğe hangi iblisi alet etti diye, merakından şöyle bir dönüp baktı. Dördüncü, hakikat kapısını da geçmiştir. İyinin ve kötünün tek sahibi olduğunu ve aynı olduğunu bildiği için, dönüp bakmadı bile!..” Şimdi, Mevlana Hazretleri’nin yukarıdaki ayırımının ışığında daha da net bir şekilde görmekteyiz ki; “Yapma, gayret etme” aşaması tarikat mertebesindedir. “Zevk etme” aşamasına ise marifet ve hakikatte varılır. Bu nedenle bu makamlarda, “karşılık vermek, sabretmek, affetmek, iyilik etmek” gibi irade gerektiren eylemler yoktur. Hakikat ehli sadece cemâlullahı seyreder.

Siz kendinizi nerde hissediyorsunuz ?

Manevi Yolda 4 Mertebe


Seyri ilellah - Seyri fillah - Seyri anillah - Seyri fil eşya:

Bu tabirler tasavvufta kullanılan ilmi-manevi ilerleme dereceleridir. Bu hususlar mektubat-ı Rabbani ve Risale-i Kudsiyye isimli eserlerde değişik ifadelerle izah edilir. Muhatabın durumuna göre açıklama getirilir.

Önce ilmi izahını yapalım: Seyr: Manevi yürüyüş, ilmi ilerleme demektir. Düşük ilimlerden, yüksek ilimlere ulaşmak demektir.

1- Seyri ilellah: Allaha doğru yürüyüş: Allahu tealanın sıfatlarının zıllerine-gölgele rine-nurlarına doğru manen ve ilmen yükselmek. Düşük anlayışı terk edip, manevi açılımla, Allahu tealanın sıfatlarının zıllerini  keşfetmek.

2- Seyri fillah: Allahu tealanın isim ve sıfatlarında seyr. İlmen ve manen, Allahu tealanın sıfat ve esmasından haberdar olmak. ilmen, ruhen sıfatlar makamına yükselmek.

3- Seyri anillah: Allahu teala'nın huzuru manevisinden geri dönmek.

4- Seyri fil eşya: Alemin içinde bulunan eşyayı keşfederek seyretmek. Eşyanın hakikatine vakıf olmak.

ilk iki seyir, yükseliş makamlarında olup fena ve beka hallerini elde ettirir, son iki seyir iniş makamları olup irşad ve tekmil makamını elde ettirir. ilk iki makamda kalıp aleme geri dönmeyene uzlet velis denir. Bu, kendi halinde ibadetle meşgul olan veli olup, Allahın nurunda eriyip aşka gark olmuştur. başkasına faideli olamaz.

İniş makamlarını elde eden, ayıkmış ve Risalet makamlarından hisse alarak aleme dönmüş irşad velisi olan kamil mürşidler ve onların tabileridir. Gerçek peygamber varisi böyleleridir, müteşabihlerden hazları vardır. Nefisleri mutmeinne - razıye ve merzıyye oldduğundan iman ve islamın hakikatını yaşarlar. her ne yaparlarsa Allah için olur, ihlas olur. 

İşte böyle kimseler hakiki şeyh ve mürşid olur, böyle değilse müridlerini kemale erdiremez, nakıs olur. Mevla teala kamil dostlarından bizleri ayırmasın, onların bereketiyle dünya ve ahıretimizi ma'mur eylesin, islamı galib eylesin. Âmin! 

12 Haziran 2015 Cuma

ZİKİRLE GELEN MANEVÎ NİMETLER



   Yüce Allah'ı zikir farzdır, bu farz değişik şekillerde uygulanabilir.
Hz. Peygamber'in (s.a.v) zikirleri ve zikir meclislerini övmesi.
Sahabe-i kiramın günlük zikirleri (Hayatü's-Sahabe, Zikir bölümü)
Bütün tasavvuf okullarının en temel dersi zikirdir. Zikir olmadan manevi terbiye ilerlemez, gafilden veli olmaz.
Vird olan zikir, namaz ve Kur'an tilavetinin dışında bir görevdir.
Manevi terbiyeye giren bir kimse için zikir dersini mürşidi belirler. Kendi başına zikir bulmak müride zarar verir.
Zikrin sonu güzel ahlaktır. Zikir yükseldikçe güzel ahlak da ilerlemelidir...

Allahu Tealâ'yı zikretmenin farz olduğunu biliyoruz. Kur’an ve Sünnet’te zikir emredilmiş, ancak farz olan zikrin şekil, miktar ve zamanı belirtilmemiştir. Bununla birlikte her müminden Allahu Tealâ’yı çokça zikretmesi istenmiştir. Acaba ne zaman, ne şekilde ne kadar zikir yaparsak bu farzı yerine getirmiş oluruz?
Bizden istenen zikir, tıpkı namaz, oruç, hac gibi müstakil bir ameldir. Elbette namaz ve Kur’an okumak başta olmak üzere bütün ibadetler bir çeşit zikirdir. Ancak, Yüce Rabbimiz bunlardan ayrı olarak kendisini zikretmemizi de emretmektedir.
Bu durumu şu ayetlerden anlayabiliriz:
“Namazı bitirince, ayakta, otururken ve yanınız üzerinde yatarken Allah’ı zikredin.” (Nisa/103)
“Hac ibadetlerinizi bitirdiğinizde Allah’ı zikredin.” (Bakara/200)
“Düşmanla karşılaştığınız vakit sabredin ve Allah'ı çokça zikredin ki kurtuluşa eresiniz.” (Enfal/45)
Önce şunu belirtelim ki Allahu Tealâ’yı zikretmenin pek çok sebebi ve şekilleri vardır. Bütün kainat ve içinde meydana gelen olaylar, Kur’an’da düşünen ve ibret alanlar için bir zikir sebebi olarak gösterilmiştir. Ayet-i kerimede, bunca varlığın ve olayların içinde olup, onların iç yüzünü biraz düşünen gerçek akıl sahiplerinin, yürürken, otururken ve yanlan üzerinde uzanıp yatarken devamlı Yüce Allah’ı zikrettikleri belirtilmiştir. (Âl-i İmran/190-191)
Görülüyor ki zikirde birinci ve en önemli adım kalbin uyanmasıdır. Allahu Tealâ’yı çokça zikretmek isteyenlere Rasulullah A.S. Efendimiz en güzel örnek gösterilmiştir (Ahzap/21). O bütün vakitlerini bir çeşit zikir içinde geçiriyordu. Bir insan hayatının bütünüyle nasıl zikre çevrileceğini Efendimiz A.S. ve O’na tabi olanlar bizzat ispat etmişlerdir. Bu konuda örnek ve tecrübe çoktur. Zikirden geri kalmanın gafletten başka sebebi yoktur.


ZİKİR ÇEŞİTLERİ ve YAPILIŞ ŞEKİLLERİ

Kur’an ve Sünnet’te farklı zikir çeşitlerinden bahsedilmiştir. Hz. Peygamber A.S. Efendimiz bütün zikir çeşitlerini bizzat yapmıştır. O, tek başına zikir yaptığı gibi, cemaat halinde de zikir yapmıştır. Gizli zikrin yanında, açık zikri de icra etmiştir. Ashab’tan bazılarına meşrebine uygun zikir telkinleri yapmıştır. Bazılarına açık, bazılarına gizli zikri tavsiye etmiştir. Ayrıca herkesin yapması gereken zikir çeşitlerini de belirtmiştir.
Efendimiz A.S. tarafından miktar, yeri ve zamanı belirlenen zikirler aynen uygulanır. Mesela farz namazlardan sonra otuzüçer defa “sübhanallah, elhamdülillah, Allahu ekber” demek ve peşinden “lâ ilâhe illallah vahdehu lâ şerike lehu” zikri ile yüze tamamlamak gibi.
Bu zikirlerin miktarı, yeri ve şekli bellidir; onlarda kimsenin ekleme ve çıkarma yapma yetkisi yoktur. Namazların rükû, secde ve oturuşlarında okunan dua ve zikirler de böyledir. Tesbih namazı, telbiye, teşrik tekbirleri, ezan, kamet gibi belirlenmiş zikirler de aynen uygulanır,
Bunların dışında Kur’an ve Sünnet’te herhangi bir sayı, şekil ve zaman belirtilmeden teşvik ve tavsiye edilen zikirler de mevcuttur. Bu tür zikirlerin alanı ve zamanı geniştir. Allahu Tealâ’yı anma ve yüceltme manası taşıyan her kelime veya cümle ile bu zikir yapılabilir. Bu zikirler temelde ayet ve hadislere dayanır. Bu zikirlerin içinden içtihatla tercih yapılabilir. Bu alanda alim ve arif olan kâmil mürşidler yetkilidir.
Zikir için daha çok “Allah”, “lâ ilâhe illallah” ve “hu” lâfızları tercih edilmiştir. Bunların her birisi ayet ve hadislerde övülmüş zikir kelimeleridir. Kur’an okumak, salâvat getirmek, istiğfar etmek, Allahu Tealâ’nın güzel isimlerini veya bu isimlerden birisini vird edinmek de değişik zikir çeşitleridir.
Zikir üç şekilde yapılır: Kalple, dille, hem kalp hem de dille.
Kalbin uyanması için uygun olan zikri tespit etmenin en kolay yolu, bu işte tecrübe ve ehliyet sahibi bir alime gitmektir. Bu alime mürşid denir.
Bir mürşid tarafından tespit ve telkin edilen zikirler ilaca benzer. Hangi kalbe hangi ilacın şifa vereceğini kâmil mürşid bilir. O bu zikirler arasından bir tercih ve terkip yapar. Bu terkip, ilim, feraset müşahede ve tecrübe ile yapılır. Verilecek ilacın şekil ve miktarı insanın mizaç ve meşrebine göre değişir. Bunu ehli olan anlar ve ayarlar, Tasavvufun ana gayesi, kalbi Allah’ın zikri ve sevgisi ile mamur etmektir.
Bütün hak tasavvufî kollar, kalbin uyanması ve nefsin ıslahı için gizli veya açık zikir çeşitlerinden birisini tercih etmişlerdir. Her ikisini birden uygulayanlar da vardır.
Fayda yönünden zikrin en faziletlisi, insanın meşrebine en uygun olan ve az da olsa devamlı yapılan zikirdir. Şimdi bu iki zikir türünün genel özelliklerini tanıyalım.


GİZLİ ZİKİR: ZİKRİN EN HAYIRLISI

Zikirde esas olan gizliliktir. Çünkü zikredilen zat Allahu Tealâ’dır. O, kula şahdamarından daha yakındır. Bir defasında yolculuk esnasında Ashab-ı Kiram’ın yüksek sesle tekbir getirdiğini işiten Rasulullah A.S. Efendimiz, onları şu şekilde uyarmıştır:
“Böyle sesinizi yükseltip kendinizi yormayın. Siz kulağı sağır veya uzaktaki birisini çağırmıyorsunuz. Sizler, gizli açık her şeyinizi işiten, size çok yakın olan ve hep sizinle beraber bulanan Allah’ı zikrediyorsunuz.” (Buharî, Müslim, Ebu Davud)
Cenab-ı Hak kulun kalbine nazar etmekte ve onun içinden geçen düşünceleri bilmektedir. Bu durumda sesi yükseltip O’na bir şey duyurmaya hacet yoktur. Esas mesele kalbin uyanması ve Allah’a yönelmesidir.
Gizli zikir iki şekilde olur. Birincisi sadece kalple yapılır, ikincisi kalp ve dille yapılır. Ancak dilin katıldığı zikirde ses yükseltilmez, sadece kendi duyacağı kadar söylenir. Gizli zikir Rasulullah A.S. Efendimiz tarafından en hayırlı zikir olarak tanıtılmıştır. (Ahmed, Ebu Ya’la, İbnu Hıbban)
Kudsî hadiste, “Kulum beni gizlice içinden zikrederse, ben de onu zatımda zikrederim.” buyurulmuştur. (Buharî, Müslim)
Gizli zikri tercih eden arifler, işe kalpten başlamaktadır. Zikir ilk safhada sadece kalp ile yapılmaktadır. Zikir için Allah lafzı tercih edilmektedir. Dil damağa yapışık halde tutulup, kalp ile “Allah... Allah...” diyerek zikir çekilmektedir. Allah lafzı, Alemlerin Rabbi Yüce Yaratıcımız’ın özel ismidir. Diğer bütün ilâhi isimleri içinde toplamaktadır. Bu ism-i şerifle zikir çekildiğinde, bütün ilâhi isimlerin tecellisine ulaşılmış olmaktadır. Bu zikir kalp, ruh, sır, hafi, ahfa ve nefs latifeleri üzerinde çekilerek vücuda tam yerleştiği zaman, zikirlerin en faziletlisi olan “lâ ilâhe illallah” zikrine geçilmektedir. Ancak bu zikir kalp ve dil ile birlikte çekilmekte ve böylece bütün vücut zikre katılmış olmaktadır.
Sesli zikre gelince: Bu zikir yüksek sesle dille yapılır. Sesli zikirde hedef, sesi Allah’a değil, derin gaflet uykusuna dalmış olan nefse işittirmektir. Bunun için önce nefis hedefe alınır. Terbiyeye nefisten başlanır. En sonunda kalbe sıra gelir. Zikir için “lâ ilâhe illallah” kelime-i tevhidi tercih edilir. Çünkü kelime-i tevhid zikirlerin en faziletlisidir. Bundan başka zikir kelimeleri ile de sesli zikir yapılabilir.
Bu zikirler tek başına yapıldığı gibi, toplu halde de yapılabilir. Cemaat halinde yapılan zikir, cemaatla kılınan namaz gibi daha faziletli ve faydalıdır.


AMAÇ KALBİ UYANDIRMAK

Görüldüğü gibi her iki zikir çeşidinde hedef kalbi uyandırmak, nefsi ıslah etmek, huzuru ele geçirmek ve gerçek tevhid anlayışına ererek Allahu Tealâ’yı yüceltmektir.
Müminlerden istenen, devamlı zikir içinde olmalarıdır. Bu hal, zikre devam edilerek zaman içinde elde edilebilir. Arifler, “zikir kalpte iyice yerleşirse nefes alıp vermek gibi tabii hale gelir. O zaman insan istese de zikirden uzak kalamaz” demişlerdir. Bu hale ulaşan insan yerken, içerken, gezerken, çalışırken, konuşurken, yatarken, kalkarken kalbiyle devamlı Allahu Tealâ’yı zikreder. Bu, başı ağrıyan bir kimsenin durumu gibidir. Başı ağrıyan insan hangi işle meşgul olsa başının ağrısını hisseder, aynı zamanda işine de devam eder. Zikrin kalbe yerleşmesi de böyledir. Allahu Tealâ bu hale ulaşan kalplerin ticaret ve alışveriş yaparken dahi zikirden kopmayacağını belirtmiştir. (Nur/37)
Zikrin bu derece bütün vücuda yayılmasına arifler zatî zikir, sultanî zikir ve devamlı zikir ismini vermektedirler. Zatî zikir, insanın bütün zatını, duygularını ve maddi varlığını saran, nefes alıp vermek gibi vücudun tabii hareketi haline gelen zikirdir.
Bütün arifler zikrin kâmil bir mürşidin telkini ile ve onun nezareti altında yapılmasını faydalı görmüşlerdir. Bunun ilk faydası mürşidin dua ve feyiz desteğidir. Mürşidden alınan ders bütün silsiledeki velilerin emaneti olduğundan, ayrı bir feyzi ve tadı vardır. İkinci faydası, kalbin ve çekilen zikrin kontrol altında olmasıdır. Mürşid, kalbin tedavisi için tercih ettiği zikri artırma veya değiştirme zamanını takip eder. Bu arada zikir esnasında karşılaşılan halleri ve vücuttaki değişmeleri kontrol eder, gerekli müdahaleyi yapar.
Kendi başına zikir çekmenin elbette sevabı vardır, fakat ileri safhada şeytanın tuzakları da vardır. Çektiği zikirle nefsini beğenmek, zikirden zevk alıp onu asıl hedef gibi görmek, zikir anında oluşan şeytanî halleri melekten veya Allah’tan zannetmek, zikirle yetinip farz ibadetleri terk etmek gibi tehlikelere düşenler çok olmuştur,
Kâmil ve mükemmil bir mürşide talebe olanlar, manevi terbiye ve tedavide onun talimatlarına uymalıdırlar. Bu kimselerin kendi başına farklı zikir seçmeleri, verilen zikri değiştirmeleri, başka zikirlere heves etmeleri doğru değildir. Çünkü bu davranış kalbi dağıtmakta ve önündeki zikirden soğutmaktadır. Zikrini artırmak veya değiştirmek isteyenler bunu mürşidine danışarak yapmalıdır. Aksi durumda hastalığına kendi başına teşhis koyan, reçete yazan ve tedavi uygulayan hastanın acı akıbetine düşülür.


KALBİN GÜNLÜK İLACI: VİRD

Vird, günlük vazife demektir. Her gün belli miktar yapılan zikre de vird denir. Bu zikir belli miktar Kur’an okumak, salâvat getirmek ve istiğfar çekmek de olabilir.
Vird kalp için günlük ilaç hükmündedir. Kalbin gafletten uyanması ve şifa bulması için her gün bu ilacın alınması gerekmektedir. Vird beş vakit namaz gibi müslümanın hayatına girmelidir. Büyükler, “virdi olmayanın varidi olmaz” demişlerdir. Varid, manevi feyiz ve ilâhi hediyeler demektir. Vird, hak yolcusunun ana sermayesidir. Vird Allah dostlarının sırrı kabul edilmiştir. O sırra ve Allah dostluğuna ulaşmanın yolu virddir.
Vird gafletle de olsa çekilmelidir. Gafletle çekilen zikir, hiç çekmeyip terk etmekten daha hayırlı ve kazançlıdır. Çünkü insan farkında olmasa da vücudu o anda Allah’ın zikri ile meşgul olmaktadır. Vird dersi yirmidört saat içinde yapılabilir, ancak zikrin en faziletli vakti sabah ve akşam vakitleridir. Vird dersi için mekruh bir vakit yoktur. Ancak, virdle meşguliyet farz ibadetleri geciktirmemelidir.
Bütün zamanlar zikir için yaratılmıştır. Allahu Tealâ kendisini seven müminlerin yüce zatını çokça zikretmesini istiyor ve zikirden ancak münafıkların usanacağını bildiriyor. (Nisa/142)
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...