1.Bölüm
“Bir
Hadis ve Düşündürdükleri” başlıklı bundan önceki yazımızda “İman yetmiş küsur
şube olup; en yüksek mertebesi şehadet (‘Allah’tan başka ilah yoktur.’ demek),
en alt tabakası ise eziyet ve sıkıntı verecek olan taş, diken vb. şeyleri
Müslümanların yolundan kaldırmaktır.” mealindeki hadis-i şerifin açıklamasını
yaparken, imanın yetmiş yedi derecesini saymış idik.
Bu
yazımızda ise, İsmail Hakkı Bursevi (1137/1725)’nin 1721 yılında kaleme aldığı
“Şerhu Şuabi’l İman” isimli eserinde[1] yaptığı tasnif ve verdiği malumat
çerçevesinde, bu dereceleri dokuz ana başlık altında toplayarak söz konusu
hadis-i şerifi açıklamaya devam edeceğiz.
A)
İmanın Başlangıç Şubesi:
Mebde-i
Evvel (varlığın ilk unsuru ve başlangıç sebebi) olan Allah Teâlâ’nın zatı ve
sıfatlarıyla alakalı olduğu için “şu’be-i mebdeiyye” diye de
isimlendirebileceğimiz bu iman derecesi, layıkı vechile inanılması gereken şu
dokuz tabakadan oluşmaktadır:
1.
Vücud-i Sani’e İman (Allah’ın varlığına inanmak): Allah Teâlâ’nın vacip olan,
yani varlığı zorunlu olduğu için yokluğu düşünülemeyen, varlığı zatının gereği
olduğundan var olma konusunda başkasına ihtiyacı bulunmayan varlığını tasdik
(kabul) etmektir.
Öyle
ya, Allah’ın varlığı olmasaydı kâinatın varlığı nereden gelecekti? Hâlbuki
kâinatın varlık sebebi, her şeyi Nur isminin tecellisiyle ortaya çıkaran Allah
Teâlâ’dır. İşte bu yüzden Allah’ın varlığı mümkün değil vaciptir. Çünkü mümkün,
hadistir yani sonradan olandır ve varlığını başkasına muhtaçtır. Dolayısıyla,
Allah Teâlâ’nın varlığı vacip olmasaydı varlığını başkasına muhtaç olacaktı.
Oysa Allah Teâlâ “İnsanlar! Allah’a muhtaç olan sizsiniz.”[2] buyurmaktadır.
Yani hem zatı, hem sıfatları ve hem de varlığının devamı bakımından bütün
insanlar Allah Teâlâ’ya muhtaçtır. Allah Teâlâ ise, ne zatı ne sıfatları ve ne
de varlığının devamı bakımından insanlara muhtaçtır. Nitekim Allah Teâlâ
“Zengin ve övülmeye layık olan ancak O’dur.”[3] buyurmaktadır.
Gerçekte
Cenâb-ı Allah’ın âlemleri yaratmış olmasının sebebi, isimlerinin ve
sıfatlarının mertebelerini ortaya çıkarmaktır, yoksa yaratılmışlara muhtaç
olması değildir. İşte bu yüzden arifler, “Allah, önceden nasıl idiyse şu anda
da öyledir.” demişlerdir. Yani kâinatı var etmiş olması, Allah Teâlâ’yı (olumlu
veya olumsuz) etkilemiş ve zatında bir değişme olmuş değildir. Aksine, kerim
olan Zat-ı Şahanesi yüce bir şan üzere olmaya devam etmiştir.
Bu da
bize Kutbu’l-Aktab”ın (Kutuplar kutbu, en büyük kutup, Allah Teâlâ’nın,
kendisine yeryüzünde nazar ettiği kişi, Hz. Muhammed’in nübüvvetinin batını) ve
“Sultan”ın her asırda ortaya çıkacağını göstermektedir ki, bunlar varlık
sırrının sûretleri olduklarından ikişer değil birer tane olurlar. Nitekim
organlar çok olmasına rağmen vücut (sır) bir, fonksiyonları çok olmasına rağmen
kalp de bir tanedir.
2.
Tevhid (Allah’ın birliğine inanmak): Celal sıfatlarının başka bir deyişle selbi
sıfatların, yani Allah’ın zatına mahsus olan ve yaratılmışların hiç birisine
isnat edilemeyecek olan tenzihî sıfatların özü olup, tevhidin de özü “La ilahe
illallah” demektir ki kişi böylece, Allah Teâlâ’nın dışındaki her varlığın
uluhiyyetini (Tanrılığını) nefiy (redd) etmiş ve yalnızca Cenâb-ı Hakk’ın
uluhiyyetini ispat (kabul) etmiş olur.
Cenâb-ı
Hakk’ın ulûhiyetinin tespiti ancak selbi sıfatlarla mümkün olmaktadır. Cisim
olmadığı için, cisim ve cismanî olmanın gerektirdiği özelliklerin Allah
Teâlâ’da bulunması muhal yani imkânsızdır. Çünkü O, zatı, sıfatları ve fiilleri
itibariyle hiçbir varlığa benzemez, hiçbir varlığa ihtiyacı yoktur, varlığının
başlangıcının ve sonunun olması da düşünülemez.
Kâfirlerin
Allah’a ortak koşmaları vehimlerinden dolayıdır. Çünkü Kendisine isnat
ettikleri ortağın gerçek bir varlığı yoktur. Allah’a evlat isnat etmeleri de
böyledir. Zira Allah’a evlat olmak için mücaneset yani O’nunla aynı cinsten
olmak ve müşabehet yani O’na benzemek gerekir. Ayrıca, ubudiyyet (kul olmak)
ile validiyyet (baba olmak) bir yerde toplanmaz. Üstelik bütün varlıklar
Cenâb-ı Hakk’ın mahlûku, mülkü ve kuludur.
İslâm
âlimlerine göre Yahudi ve Hıristiyanların sadece kelime-i şahadet getirmekle
Müslüman olamayacaklarını, ayrıca “Yahudilik, Hıristiyanlık ve diğer batıl
dinlerden vazgeçtim.” demeleri gerektiğini belirtelim ki, Resûlullah (sas)’ın
ismini bilmek de şarttır.
“La
Ma’bude illallah (Allah’tan başka Mabut yoktur)” şeklindeki şahadet avamın, “La
maksude illallah (Allah’tan başka gaye yoktur)” şeklindeki şahadet havassın,
“La mevcude illallah (Allah’tan başka varlık yoktur)” şeklindeki şahadet ise
ehassu’l-havassın tevhididir. Ancak, üçüncüsü hariç ilk iki şahadeti
benimseyenlerin tevhidinde gizli şirk (şirk-i hafi) vardır. Çünkü Allah’a ortak
koşma vehminden kurtulmuş olan bir kimsede Hakk’ın varlığının dışında bir
düşünce kalmaz, hatta bu düşünceden bile kurtulup tam bir vahdet ve hakikat
üzere olur.
3.
Sıfat-ı Hayata iman (Allah’ın Hayat Sıfatı olduğuna inanmak): Allah Teâlâ’nın
Hayy (canlı, diri) olduğunu, yani zatıyla kaim olan ve sağlık, ilim ve kudret
vasıflarını içeren bir Hayat Sıfatına sahip bulunduğunu tasdik etmektir.
Varlıklardaki
doğal hayat, ciğer (kalp)’deki kanın, bahçe sulayanların açtıkları ince yollar
gibi vücudu saran damarlarda dolaşmasıyla mümkün olmaktadır. Eğer bu kan,
tuğyan (taşkınlık, bozulmuşluk) durumuna gelmişse, artık beden için sağlık ve
hayat değil, hastalık ve ölüm sebebi olacağından hacamat ve kan almak suretiyle
vücuttan çıkarılır ve geriye hayat verecek miktarı bırakılır.
Varlıklarda,
insani ve hayvani ruhtan kaynaklanan yukarıda sözünü ettiğimiz doğal hayatın
haricinde, ancak sahih keşif ile yani anlaşılmaya kapalı olan şeylerin kişiye
açılması ve sanki gözle görüyormuş gibi zihninde belirmesiyle bilinebilen ve
“zati hayat” dediğimiz bir hayat daha vardır. Dış dünyada varlığına dair bir
eser bulunmamakla birlikte bu hayat, hissettiğimiz soyut hayat sıfatının
vasfettiği asıl nesnedir. Buradan hareketle, cansız varlıkların (cemadat) bile
hayat sahibi olduklarını söyleyebiliriz. Çünkü hakiki hayatın sırrı
bulaşmadıkça dış dünyada hiçbir varlık vücut bulamaz.
Sözün
özü; var oluş kokusunu asla koklamamış olan ma’dumat (mutlak manada yok olan
şeyler) hariç, bütün varlıklarda Allah Teâlâ’nın Hayat Sıfatının sırrı vardır.
4.
İlm-i Hakk’a iman (Allah’ın İlim Sıfatı olduğuna inanmak): Allah Teâlâ’nın âlim
(her şeyi en ince detayına kadar bilen) olduğunu, yani zatıyla kaim olan ve
ister külli (tümel)’ lere, ister cüz’i (tikel)’lere ilişkin olsun bütün
ma’lumatı (bilgileri) kapsayan bir İlim Sıfatına sahip bulunduğunu tasdik
etmektir.
Demek
oluyor ki; Cenâb-ı Hakk’ın bilmediği bir zerre bile yoktur; kumların adedini de
bilir, yaprakların adedini de. Bütün varlıklar hakkında bilgi sahibidir.
Allah’ın ilmi, bilgisiz ve fikirsiz iken belli bir gayret sarf edilerek
sonradan kazanılmış bir sıfat değildir, yani kadimdir. Bütün varlıkların her
türlü incelik, detay ve derinliklerine (künhüne) vakıftır.
Peygamberler
ve bütün veli kullar haricindeki kimselerin ilmine gelince; bunlar “şu’ur” adı
verilen ve perde gerisinden (vera-i hicabdan) edinilen bilgilerdir.
Kâinattaki
bütün varlıkların bilgisi Allah’ın ilmine göre yedi denizin bir damlacığı
gibidir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de; “Size pek az bilgi verilmiştir.”[4]
buyrulmaktadır. Gerçi bu ilahî hitaba Resûlullah (sas) da muhataptır, fakat
O’na verilen ilmin azlığı Cenâb-ı Hakk’ın ilmine kıyasladır. Yoksa diğer
insanların bilgisi de, Hz. Peygamberin (sas) ilmine kıyasla yedi denizin bir
damlacığı gibidir.
İlm-i
İlahî Allah Teâlâ’nın zatı, sıfatları ve fiilleriyle alakalı ilimdir. İlm-i
rüsum ise, kâinattaki varlıklarla ilgili bilgidir. Nitekim bu ilimle meşgul
olanlara “ulema-i rüsum (şekil bilginleri)” ve “ulema-i zahir (görüntü
bilginleri)” denir. Çünkü bunların inceledikleri, ilahî hakikatlerin keşif ve
tecellilerle yani İlahî hakikat ve nurların Allah’a yönelenlerin kalplerine
doğmasıyla değil, akıl ve ara’ (görüşler) ile algılanan görüntüleri ve
resimleri (şekilleri)’dir.
5.
İrade-i Hakk’a İman (Allah’ın İrade Sıfatı olduğuna inanmak): Allah Teâlâ’nın
Mürid (dileyen, isteyen, irade eden) olduğunu, yani zatıyla kaim olan ve bütün
varlıklarla ve onlara ait hükümlerle alakalı bir İrade Sıfatına sahip
bulunduğunu tasdik etmektir.
İnsan
davranışları gibi bütün iradi (istemli) ve taş ve ağaç hareketleri gibi bütün
(istem dışı) fiillerin hepsi kaynağını Cenâb-ı Hakk’ın iradesinden almaktadır.
Bu nedenle, şâyet Onun ezeli (yaratılmamış, hep var olan) iradesi olmasa hiçbir
varlık meydana gelmezdi. Nitekim yaratılmışların hepsi bir araya gelse, Allah
dilmedikçe, varlık âleminde iğne ucu veya zere kadar bir şeyi ne
eksiltebilirler, ne de arttırabilirler.
“Allah
Teâlâ’nın iradesi ile meydana gelen her işte aynı zamanda Onun rızası da
vardır” denilemez. Mesela; küfür (inkâr etmek) kâfirin ve ma’siyet (günah
işlemek) asinin tabiatı gereği ve cüz’i iradesinin bir sonucu olarak Allah
tarafından yaratılmasına rağmen, bu gibi işlerde Cenâb- ı Allah’ın külli
iradesi olmakla birlikte rızası bulunmamaktadır.
İster
adil ister zalim olsun herkesin yaptığı bütün davranışlar apaçık bir hikmet
üzere meydana gelir. Ancak, hakikat dili çekip uzatmaya (yorum ve te’vile) gelmez.
Şeriat dili ise yerine göre övmeye ve yermeye müsaittir.
Hakikat
penceresinden bakanlar; “insanlar içinde gerçek mürid iradesi olmayandır”
demişlerdir. Yani gerçek mürid, kendi iradesinden vazgeçerek kalben Allah’ın
iradesine teslim olan kişidir. Zaten gerçekte, Allah Teâlâ’dan başka Mürid
(İrade Sahibi) yoktur, kul ise ancak “murad” (irade olunan)’dır. Çünkü irade
ademe (yokluk) yöneliktir, vücuda (varlık) değil. Kul, mümkün varlık (varlığını
başkasına borçlu) olması bakımından her ne kadar mevcut ise de, ma’dum (yok)
hükmündedir. Allah Teâlâ ise, vacib varlık (varlığı zorunlu ve zatının gereği
olarak kendinden olan) olması bakımından gerçek mevcuttur. Sonuç olarak; Mürid
olmak mevcudun, murad olmak ise ma’dumun sıfatıdır, dolayısıyla Allah Teâlâ
murad olmaz.
İrade;
insanın bir şeyi kalben istemesi yani ona niyet etmesi demektir. İlim (bilmek)
ise iradeden farklıdır. Bu nedenle, kişi iman veya küfrü bilmekle değil,
bunlara niyet ve irade etmekle mümin veya kâfir olur. Nitekim bir kimse o günün
oruç tutma günü olduğunu bilse fakat niyet etmese, aç ve susuz durmakla oruç
sevabı alamaz. Çünkü niyette akit (sözleşme, kararlaştırma) ve ikbal (arzu,
istek) vardır, ilimde ise bu anlamlar yoktur.
Hakikat
ehli; “Bütün makamların (tasarruf ve hakikat vadisinde elde edilen mertebeler)
başlangıcı irade, sonu ise yakin (şüphe olmayan, kesin iman)olup, matlub
(istenen) ve la-talep (istemeyen) hariç, iradesi olmayanın yakini de olmaz”
demişlerdir. Nitekim bazı kabiliyet sahibi kimselerin istekleri (matlubu)
ayağına gelir, bazıları ise isteklerini ancak uzun süre talep etmek ve çalışmak
sûretiyle elde ederler, bazıları da isteklerine asla ulaşamazlar. İsteklerine
ulaşamamalarının sebebi, ya gerçekten istememeleri yahut isteklerine ulaşma
kabiliyetlerinin bulunmayışıdır. Yine de “Hüküm Yüce ve Kerim olan Allah
Teâlâ’nındır.”[5]
6.
Kudret-i Hakk’a iman (Allah’ın Kudret Sıfatı olduğuna inanmak): Allah Teâlâ’nın
Kadir (sonsuz güç ve kuvvet sahibi) olduğunu, yani zatıyla kaim olan ve kudreti
dâhilinde olan her şeyi (makdur) arada bir vasıta olmaksızın vücuda getirmeye
kadir olduğunu ifade eden bir İrade Sıfatına sahip bulunduğunu tasdik etmektir.
İlahî
Kudret, muhal ve mümteni’ olanla yani yokluğu zatının gereği olan ve varlığı
asla kabil olmayanla ilgilenmez. Çünkü muhal ve mümteni’ olanın, İlahî Kudretin
kendisiyle alakadar olmasını gerektirecek hiçbir kabiliyeti yoktur.
Bu
bakımdan eksiklik muhal ve mümteni’ olandadır, yoksa Hakk’ın Kudretinde
değildir. Buradan anlaşılmaktadır ki; hariçte varlıkları olmayan fakat Allah’ın
ilminde sabit olan varlıklar, İlahî Kudretin kendileriyle alakadar olmasıyla,
ayn mertebesinde derhal harici vücutlarıyla var olmuşlar ve her biri
kendilerine has sûretlere bürünmüşlerdir. Ancak, muhal ve mümteni’ olanlar,
harici vücut sahibi olmaya kabiliyetleri bulunmadığından yokluk karanlığında
kalmışlardır.
Allah
Teâlâ Kudret Sıfatıyla kendisi üzerinde değil, diğer varlıklar üzerinde
tasarrufta bulunur; yani Kudret yüzü halka dönüktür. Bu nedenle; “Allah
Teâlâ’nın kendisi gibi bir varlık veya mümteni’ olanı yaratmaya gücü yetmez”
demek edepsizlik cümlesinden olup, “gücü yeter mi?” diye soru sormak ise büyük
bir hatadır ve buna cevap vermek uygun değildir. “Allah Teâlâ cennet ehlinin
aldığı nefeslerin sayısını bilebilir mi?” diye soranlara; ise “Cenâb-ı Hakk
cennet ehlinin aldığı nefeslerin sayısının olmayacağını bilir.” şeklinde cevap
vermek gerekir. Kısacası, Allah Teâlâ’nın yüce sıfatlarını yaratılmış
varlıkların sıfatlarıyla mukayese etmemek ve -Allah muhafaza- yüce şanına
yakışmayacak şekilde ileri geri konuşmamak gerekir.
Etkin
kudret (kudret-i müessire) Cenâb-ı Hakk’ın İlahî kudretidir. Eser mahalli
(etkilenen mahal) olan kul bu kudretten şüphesiz etkilenir, fakat bu zorlayıcı
bir etki değildir. Yani İlahî kudretin tesiri sonucunda meydana gelen insan
davranışları ile cansız varlıkların davranışları bir tutulmamalıdır. Özetle,
İlahî tesir (cebr-i ilahî), insandan sağlıklı (istemli) fiillerin ortaya
çıkmasına engel değildir.
Yayın
okun atılma mahalli olması bu duruma güzel bir örnektir. Nitekim okun atılması
atanın gücüne bağlı zannedilir, fakat yay da bu gücün ortaya çıktığı mahal
olduğundan yayın gevşek veya gergin oluşu, oku atanın gücünü sınırlamakta ve
okun hızını etkilemektedir.
Bu
örnekte olduğu gibi, kulun kabiliyetleri de, o fiili özel bir şekilde ortaya
çıkarma konusunda İlahî Kudreti sınırlamaktadır. İşte bu yüzden, gerçek kudret
sahibi Allah Teâlâ olmasına rağmen, güç ve kudret kula nispet edilmekte ve bu
duruma “kesb (kazanma, elde etme) mertebesi” denilmektedir.
7.
Sıfat-ı Sem’a iman (Allah’ın İşitme Sıfatı olduğuna inanmak): Allah Teâlâ’nın
Semi’ (her şeyi duyan, işiten) olduğunu ve mesmuatı (işitilme özelliği olan her
şeyi) en mükemmel bir şekilde keşfeden
bir İşitme Sıfatına sahip bulunduğunu tasdik etmektir.
Buradan
işitme (sem’) ile bilmenin (ilim) birbirinden ayrı (bağımsız) sıfatlar olduğu
anlaşılır ki, bilmek ma’lumatla, işitmek ise mesmuatla ilgilidir.
Allah
Teâlâ’nın işitmesi kulak, kulaklık vb. bir alet vasıtasıyla olmadığından
uzaktakini de yakındakini de mükemmelen işitir. Nitekim zifiri karanlıkta,
siyah bir taşın üzerindeki kara karıncayı gördüğü gibi, o karıncanın ayak
sesini de işitir. Dua edenleri işitir ve dualarını kabul eder, hamd edenleri
işitir ve onları mükâfatlandırır. İşitmesine hiçbir şey engel olamaz ve bu
durum asla değişmez.
Manen
kemale erip işitme kabiliyeti güçlense, yakınlık ve uzaklık hali ortadan kalkar
ve insan, gezegenlerin (eflak) hareket ederken çıkardığı sesleri ve okyanustaki
balıkların tesbihatını (Allah Teâlâ’yı zikrederken çıkardıkları sesleri) bile
işitir. “Bu ise, Allah’ın dilediği kimseye bahşettiği bir lütfüdür.”[6]
8.
Sıfat-ı Basara iman (Allah’ın Görme Sıfatı olduğuna inanmak): Allah Teâlâ’nın
Basir (her şeyi görüp anlayan) olduğunu ve mubsaratı (görülme özelliği olan her
şeyi) bütün detaylarıyla en mükemmel bir şekilde keşfeden bir Görme Sıfatına
sahip bulunduğunu tasdik etmektir.
Görmek
(basar) ile bilmek (ilim) birbirinden ayrı (bağımsız) sıfatlardır.
Allah
Teâlâ’nın görmesi (rü’yet) göz organı ile olmadığından, ortamın karanlık ya da
aydınlık olması fark etmez. O, varlıkları yokluk hallerinde bile müşahede eder
(görür).
İnsanın
görmesi ise böyle olmamakla birlikte, Hakikat Ehli demiştir ki; “Sadece Allah
Teâlâ’ya mahsus bulunan ve vacib olan vücud sıfatı dışında, kabiliyeti
ölçüsünde kulun, Hakk’ın sıfatlarıyla muttasıf olması mümkündür.” Nitekim
varlığını günah kirlerinden temizlemek (tezkiye-i vücud) sûretiyle kendisini
engelleyen sınırlardan kurtulan seçkin kimseler, hiçbir engelle karşılaşmadan
aynı anda hem doğuyu hem batıyı seyredebilmektedir. Dahası, Zerka-i Yemaniyye
adındaki bir kadın “ismid” (rastık taşı, antimon) denilen sürmeyi gözlerine
sürünce üç günlük uzaklıktaki şeyleri görürdü.
Bedene
(göze) sürülen bir ilaç ile görme kuvveti bu kadar artabiliyorsa, ruha
uygulanacak manevi bir tedavi sonrasında görme gücünün ne denli artacağını
varın siz hesabedin.
9.
Sıfat-ı Kelama iman (Allah’ın Konuşma Sıfatı olduğuna inanmak): Allah Teâlâ’nın
Mütekellim (konuşan, konuşucu) olduğunu ve “Rahmanî Nefes” diye de
isimlendirilen boğaz, dil, sözcük, harf ve sese ihtiyaç duymayan bir Kelam
(Konuşma) Sıfatına sahip bulunduğunu tasdik etmektir.
Rahmanî
Nefes; bütün mertebe ve hakikatlerin belirdiği emmare mertebesinde gaybdan ve
ilim mertebesinden zahir ve sadır olmuş (taşarak ortaya çıkmış) bir ilahî
tecellidir.
Kelam
Sıfatının hafa (gizli kalma) ve zuhur (aşikâr olma) gibi özellikleri varsa da,
bunlar bu sıfatın muhataba taalluk edip etmemesiyle ilgilidir. Yoksa Allah
Teâlâ’nın mütekellim (konuşan, konuşucu) olması, ezeli ve ebedidir; yani
Cenâb-ı Allah bu sıfata hep sahip idi ve daima sahip olacaktır.
Kelam
Sıfatının muhatabı, cisim olmaları yönüyle sonlu, İlahî Kudretin kendilerine
taalluk etmesi bakımından ise sonsuz olan yaratılmış bütün varlıklardır.
Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın “ol! (kün)” hitabını işiten bütün varlıklar, Kur’ân-ı
Kerim’de de işaret buyrulduğu gibi[7] derhal varlık sahasına çıkarlar.
Hakikat
Ehli ile bazı zahir uleması buradaki “ol!” hitabını hakikat makamında ele
alarak; “Varlıklar henüz Cenâb-ı Allah’ın ilminde iken, İlahî buyruğu duyar
duymaz hemen ayn âlemi ne çıktılar” demişlerdir. Ancak, varlıkların İlahî
hitabı henüz Allah’ın ilminde iken işitmeleriyle bu dünyaya geldiklerinde
işitmeleri aynı değildir.
Bu
nedenle, akıllı bir kimse, gaib ile şahidi (olanla olmayanı) ayırt edebilmeli,
yani mertebeleri karıştırmamalı ve “Şari’i A’zam (en büyük kanun koyucu)” olan
Allah Teâlâ bir işi ne şekilde tespit etmiş ise o da o şekilde kabul edip
hakkında lakırdı etmemelidir. Çünkü Allah Teâlâ, kadim olan kelamını ve “ol!”
hitabını işittirmeye her şekilde kadirdir.
Hakikat
Ehline göre anne karnındaki ceninde ilk olarak işitme melekesinin geliştiği
gibi, henüz Allah’ın ilminde olan varlıklarda da ilk olarak işitme mertebesi
ortaya çıkmaktadır.
İlahî
Kelamdan ilk olarak işitilen “Elestü bi-Rabbiküm (Ben sizin Rabbiniz değil
miyim?)” sözü, varlıklardan bu soruya gelen ilk karşılık ise “bela (evet)”
cevabı olmuştur. Nitekim bu hitapta geçen “Elestü” kelimesinin ilk harfi olan
“elif (e)” ile ilk başlangıca (mebdeiyyet-i ula yani ilk İlahî kelam) ve “bela”
kelimesinin ilk harfi olan “b” harfiyle de ikinci belirlemeye (ta’yin-i sani
yani sarf edilen ikinci söz) işaret vardır.
“B”
hakikatte “elif”tir ve yedi noktadan oluşur. Mümkün ile vacibin farkını
belirtmek için “b”nin altına bir nokta konulmuştur ki bu nokta, hem varlık
mertebelerini birbirinden ayırmakta (temyiz), hem de hakikatleri
aydınlatmaktadır.
Bu
yüzden, Allah Teâlâ’nın fiili kelamı olarak noktaya nazır olan insan, Cenâb-ı
Hakk’ın lâfzî kelamı olan Kur’ân-ı Kerim’e “bismillah” diyerek “b” ile
başlamaktadır ki böylece lafızda olan başlangıç (mebdeiyyet) manada olan
başlangıca delil olmaktadır. Bunun sonucu olarak da, “O Evvel (İlk), Ahir
(Son), Zahir (Görünen) ve Batın (Gizli olan)dır”[8] sırrı ortaya çıkmaktadır.
Buraya
kadar açıkladığımız, Allah Teâlâ’ya imanı bildiren bu toplam dokuz subuti
sıfatın, Hayat’tan Kelam’a kadar olan son yedisine “ikram sıfatları” adı
verilir. Subuti Sıfatların sonuncusu olan Kelam Sıfatı, kemal (mükemmeliyet)
mertebelerinin de sonuncusudur. Zaten kelam sözcüğü, “kemal” kelimesinin ters
çevrilmiş (“m” harfi ile “l” harfinin yer değiştirmiş) halidir.
Allah
Teâlâ, Hz. Âdem (as) ve çocuklarını bu son yedi sıfat ile yaratmış ve Hz. Âdem
(as) sahip olduğu bu sıfatlarla ortaya çıkarak “Rahmanî bir sûret” kazanmıştır.
2.Bölüm
B) İmanın İkinci Şubesi:
Allah Teâlâ’nın fiilleri ve İlahî hükümlerle alakalı bir
derece olup, inanıp tasdik edilmesi gereken şu dört iman konusunu içermektedir:
1. İman bi’l-Melaike (Meleklerin varlığına inanmak):
Meleklerin, Allah Teâlâ’nın kulları ve Onunla Peygamberler arasındaki elçileri
olduğunu tasdik (kabul) etmektir.
Melekler kadına veya erkeğe ihtiyaç duymazlar, çünkü onların
erkeklik veya dişilikleri yoktur. Melekler Cenâb-ı Allah’a mutlak itaat
halindedirler, çünkü onlar için isyan veya itaatsizlik asla söz konusu
değildir. Nitekim Kur’ân’da; meleklerin, Allah Teâlâ’nın buyruklarına asla
karşı gelmedikleri ve emrolundukları şeyi aynen yaptıkları[1] beyan
edilmektedir.
Meleklerin Cenâb-ı Allah’a isyan veya buyruklarına
itaatsizlik edebileceğini düşünmek veya söylemek, nassı (âyetleri) inkâr
anlamına gelir ki bunun sonucunda kişi kâfir olur.
Harut ve Marut ismli melekler insan suretine büründükten
sonra; “Biz sizi imtihan için gönderildik, sakın ola ki size öğreteceğimiz
şeylere inanarak (aldanarak) kâfir olmayın!”[2] dedikten sonra insanlara sihir
ve büyü yapmayı öğretmek suretiyle zahirde ma’sıyet (suç, günah) işlemiş
görünseler de, bu davranışları insanları sınamak için İlahî emre istinaden
olduğundan, yaptıklarının hakikatte isyan değil bilakis itaat olduğu
anlaşılacaktır.
İblis’e (Şeytan) gelince o, melekler zümresinden değil cin
taifesindendir. Kur’ân’da istisna şeklinde olsa da adı meleklerle birlikte
anıldığı[3] için, İslâm bilginlerinden bazıları onun da bir melek olduğunu
vehmetmişler, fakat hata etmişlerdir. Çünkü melekler, Allah Teâlâ’nın Nur
isminin tecellisinden yaratılmış soyut varlıklar (ukul-i mücerrede)
olduklarından onlarda günah ve isyan kirleri (zulmet-i ma’sıyet) olmaz.
Gerçi akıl (mantık) kurallarına göre, melekleri isyan
etmezler diyerek övmekle, aynı zamanda isyan etmelerinin imkânından da söz
edilmiş olunur. Fakat olması mümkün ve caiz olan şeylerin, her zaman
gerçekleşmediği de unutulmamalıdır. Nitekim “teklif-i ma-la yutak (gücünü aşan
şeylerden kulu sorumlu tutmak)” veya “ta’zib-i beri (suçsuzu cezalandırmak)”
gibi. Yani bu gibi fiilleri gerçekleştirmek Cenâb-ı Allah için mümkün (gücü
dâhilinde) ise de, hiçbir zaman gerçekleşmemiştir.
Melekler tek sınıftır ve hepsi itaatkârdır. İnsanlar ve cinler
ise yapıları gereği mümin ve kâfir olmak üzere ikişer sınıftır ve itaatkârları
olduğu gibi asileri de vardır. Dolayısıyla melekleri insanlarla ve cinlerle
mukayese etmemek gerekir.
Melekler konumları itibariyle iki kısımdır:
1) Ervah-ı müheyyeme: Bu gruba dâhil olan melekler, Allah
aşkıyla mütemadiyen Hakk’ı müşahede (seyir, temaşa) ile kendilerinden geçmiş
bir halde olduklarından, ne varlık (âlem) bilirler ne de yokluk (adem).
2) Müdebbirat: Bu gruptakiler ise, yeryüzü semasında takdir
olunan ve feleklerle insan ve diğer varlıkları ilgilendiren işleri yürütmeye
vekil kılınmış meleklerdir. En seçkinleri; Cebrail tenzil (vahiy indirmek),
İsrafil nefh-i Sur (Sur’u üflemek), Mikail ifaza-i erzak (rızıkları dağıtmak)
ve Azrail kabzı ervah (canları almak) ile görevlendirilmiştir. “Katibeyn”
denilen ikişer melek de, her sabah ve akşam insanları takip işine vekâlet
etmekte olup, bunlardan sağda olanları yapılan hayırları (iyilikler), solda
olanları ise işlenilen şerrleri (kötülükler) yazarlar (kaydederler).
Cinler gibi melekler de çeşitli şekil ve kılıklara
girebilirler ki “insan-ı kâmil” de böyledir. Ancak, şekillerinin değişmesiyle
asıl yapılarının da değiştiği anlaşılmasın; onlar hakikatte yine cin, melek
veya insandırlar. Çünkü bir şeyin şekli ve kılığı değişince aslı (hakikati)
değişmez. Nitekim Cebrail (as), Dıhye isimli sahabinin kılığına girerek
Peygamber (sas)’in huzuruna gelmekle,[4] gerçekten Dıhye olmamış hakiki yapısı
gene melek olarak kalmıştır.
“Her şey kendine has özelliklere sahip olarak var olur”
kuralına göre hareket etmek her ne kadar caizse de, “Cebrail (as) insan
kılığına girdiği zaman, acaba insana has özellikleri de taşımakta mıdır?”
şeklinde soruşturmak iyi bir şey değildir. Bu gibi konularda en iyisi edebe
riayettir. Çünkü “Meleklerden herhangi birini küçümseyen (alaya alan) veya
ayıplayan kişi kâfir olur” hükmü verilmiştir.
Alay ve düşmanlık etmek kastıyla değil de, ölümün kötülüğünü
anlatmak maksadıyla söylenmesi hariç, “Senin yüzün bana Azrail’in yüzü gibi
(kötü) geliyor” diyenin kâfir olacağı gibi. “Ben Cebrail ve Mikail’i bile şahit
olarak kabul etmem (onlara güvenmem, sözlerini değerli ve güvenilir bulmam)”,
“Hem bir melek olacaksın hem de böyle yapacaksın, yazık sana!” demek de böyledir.
2. İman bi’l-Kütüb (Kutsal Kitaplar indirildiğine inanmak):
Allah katından bazı İlahî Kitap ve Sayfaların (Kütüb ve Suhuf-i İlahîyye)
indirildiğini tasdik etmektir.
Bazı haberlere göre sayıları yüz dört olan bu İlahî
Sayfaların dördü büyük (hacimli) Kitap şeklinde olup şunlardır: Tevrat, Zebûr,
İncil ve Kur’ân-ı Kerim. Bunların “Kitap” ismiyle anılmayı hak edenleri
yalnızca Tevrat ve Kur’ân-ı Kerim olup, diğerlerine “Kitap” denilmesi
mecazidir; çünkü diğerleri az sayıdaki sayfalardan ibarettir.
Kütüb-i Münzeleye iman; hepsinin Allah katından
gönderildiğine ve öncekilerin mensuh olmayan (nesh edilmemiş, yani yürürlükten
kaldırılmamış veya yenisiyle değiştirilmemiş) ve Kur’ân-ı Kerim’in
reddetmeyerek kabul ettiği bütün hükümlerine inanmak ve kabul etmek demektir.
Çünkü dindeki temel inanç ve ibadet esasları (usul-i şerai’) hiç değişmemiş,
hatta sonraki Kitaplarda da varlığını muhafaza eden detay kabilinden bazı ameli
hükümler (ahkâm-ı ameliyye) bile olmuştur. Hz. İbrahim’in (as) dinine uymak
gibi.
Kur’ân-ı Kerim’e icmalen (topluca) inanmak her kese farz,
fakat tafsilatına (bütün teferruat ve detaylarına) inanmak farz-ı kifayedir
(yani her kesin bu şekilde iman etmesi şart değildir). Aksi halde, insanlar çok
büyük sıkıntı yaşarlar ve hayatları mahvolurdu.
Öyleyse, Muhammed Ümmeti olarak bizler, Kur’ân’ın
tafsilatına imanla mükellef değiliz, fakat tafsilatıyla amel etmekten
sorumluyuz. Diğer İlahî Kitaplara ise, tafsilatıyla inanmakla yükümlü
olmadığımız gibi, tafsilatıyla amel etmekten de sorumlu değiliz. Yani, Kur’ân-ı
Kerim’in dışındaki İlahî Kitaplara karşı sorumluluğumuz, onlara topluca
inanmaktan ibarettir.
Kur’ân-ı Kerim, hem nazmı hem de manası bakımından “muciz”
yani, benzerini ortaya koymaktan varlıkları aciz bırakandır. Nitekim Arapçayı
en iyi ve en güzel konuşan Arap edip ve şairleri dahi onun en kısa bir
sûresinin bile benzerini ortaya koyamamışlardır.
Kur’ân-ı Kerim’i önceki İlahî Kitaplar da haber vermekte
olduğundan, onu inkâr (redd) eden kâfir olur.
Neml sûresindeki “besmele”yi[5] inkâr etmek de küfürdür.
Sûre başlarına teberrüken (mübarek sayarak) konulan diğer besmeleler ise,
aslında bir tek besmele ve bir tek âyet hükmünde olup, bazı âyetlerin bazı
sûrelerde tekrarlanması gibi, aynı besmele sûre başlarında tekrarlanmaktadır.
Zahir bilginleri, besmelenin Kur’ân’ın aslından olup-olmadığı konusunda farklı
görüşler ileri sürmüşlerse de, Hakikat Ehli; “Besmelenin Kur’ân’ın aslından
olduğunda şüphe yoktur” diyerek, aksini söylemeyi küfür saymışlardır.
Kur’ân-ı Kerim’e imanın gereği olarak; onu tazim
(yüceltme)’den geri durmamak, âyet ve hükümlerini küçümsemek yahut hafife almak
veya başka iş ve söz ile meşgul olan kimselerin yanında okuyarak ona
saygısızlık yapmaktan şiddetle kaçınmak her müminin asli görevidir.
Kur’ân-ı Kerim’e “mahlûk (yaratılmış)” diyen küfre girer.
Çünkü o, hakikati yönüyle İlahî Kelamdır ve mahlûk değildir. Lafzı bakımından
ise hadistir; yani sonradan meydana gelmiştir, dolayısıyla mahlûktur. Fakat
lafız yönüyle hadis olması asıl (hakikat) yönüyle hadis olması sonucunu
doğurmaz. Nitekim bir kimse yeni elbiseler giydiğinde kendisi de yenilenmez.
3. İman bi’r-Rusul (Peygamberlere inanmak): Cenâb-ı Hakk’ın,
yaratılmış varlıklar içerisinden seçerek onlarla kendisi arasında iletişim
vasıtası olarak görevlendirdiği nebi ve Resûlleri tasdik etmektir.
Peygamberler, diğer varlıklara göre üstün meziyetlere sahip
seçkin kimseler olduklarından Cenâb-ı Hakk’tan birtakım feyizler alırlar ve
içlerinden biri olmaları hasebiyle de aldıkları bu feyizleri hemcinslerine
iletirler. Çünkü bütün insanlar direkt olarak Cenâb-ı Hakk’tan feyiz almaya
muktedir olmadıklarından, dini hüküm ve İlahî buyrukları bilmek ve böylece
Cenâb-ı Hakk’a her yönden kurbiyyet (yakınlık) sağlamak için Peygamberlerin
aracılığına ihtiyaç duymaktadırlar. Zira insan aklı sınırlıdır ve tek başına
her hakikati kavramaya yeterli değildir. Bu sebepten, hususi bir rahmet olsun
diye ve İlahî hikmetin bir gereği olarak Peygamberler gönderilmiştir.
Peygamberlerin peygamber olarak gönderildiklerini ispat
etmek ve insanları bu hususta ikna etmek için mu’cizeler gösterirler; basireti
(kalp gözü) açık olanlar gerçeği kavrar ve iman ederler, manen kör olanlar ise
hakikati reddeder ve kâfir olurlar.
İnsan yaratılışı bakımından bütün yaratılış biçimlerine
sahip olduğundan ve bütün kemalatı (mükemmellikler) ihtiva ettiğinden,
Peygamberler meleklerden daha üstün ve faziletli (efdal)’ dirler.
Eğer, “Meleklerin insanlardan daha yüksek bazı makam ve
mertebeleri var!” denilecek olursa, “Peygamberlerde de üstünlük ve faziletlerin
en büyüğü (fazilet-i cem’iyyet-i kübra) vardır” deriz. Nitekim Resûlullah (sas)
Mirac gecesi Beyt-i Makdis’te diğer Peygamberlere imam olduğu gibi, Beyt-i
Ma’mur’da meleklere de imam olmuş, fakat Arş’ tan daha yücelere doğru yolculuğu
sırasında meleklerin en faziletlisi olan Cibril (as) kendisine yol arkadaşlığı
bile edememiştir. Çünkü bu yolculuk, bütün kemal tecellilerini cami’ (toplayan)
çok özel bir seyahattir. Melekler ise her ne kadar “nur”dan teşekkül etmiş ve
mücerred (Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyden soyutlanmış) bir akla sahibi
iseler de, kemalleri (yetkinlikleri) insanın kemalinin bir parçası
mesabesindedir.
İnsan ve cin topluluklarında her kesin kendine göre bir
mertebesi vardır. Kâmil insanın (insan-ı kâmil) mertebesi ise bunların hepsinin
üstündedir. Dolayısıyla, insanın yükseldiği “müşahede” makamına meleklerin
yaklaşması bile mümkün değildir.
Çünkü “müşahede (kalp gözüyle yani manen görme)” ve “rü’yet
(beden gözüyle görme)” için yalnız nurani bir yapıya (kemal-i letafet) ve
mücerred bir akla sahip olmak yetmez. İlave olarak “cem’iyyet” yani akıl ve
nefsin aynı kişide birleşmesi de gerekir ki, bu durum kimde daha mükemmel bir
şekilde gerçekleşirse, onun rü’yet ve müşahedesi daha yüksek olur.
Peygamber (sas) Efendimiz, ruhlar âleminde (âlem-i ervah)
bilfiil peygamber olduğu gibi, kıyamete kadar da bilfiil peygamberdir. Çünkü
O’nun Allah katından getirdiği din nesh edilmeyecek yani yerine bir başka din
gönderilmeyecektir.
Denilebilir ki; peygamberlik mertebesi (mertebe-i nübüvvet)
dinin zahirinde baki kalmış ve velâyet mertebesi (mertebe-i velâyet) “kutb-i
vücud” ta ve diğer “aktab” ta ortaya çıkmış, getirdiği Hanif Dini de onlar
sayesinde ayakta durmaya devam ettiği için ümmetinin âlimleri peygamberlere
bedel olmuştur.
Peygamber (sas), Peygamberlerin sonuncusu (Hatemü’l-Enbiya)
ve getirdiği İslâm dini de kıyamete kadar baki olduğundan, O’nun halen bilfiil
peygamber olduğuna inanmak vacip (yani mümin sayılmak için zorunlu)’dir. Bu
nedenle, bir kimse Peygamberin (sas) peygamber olduğunu bilse (tasdik etse),
fakat son peygamber olduğunu bilmese (kabul etmese), mümin olmaz. Şerefli
ismini bilmek (tasdik etmek) de İslâm’ın şartları arasındadır.
Diğer Peygamberler ise, ruhlar âleminde bilfiil peygamber
olmayıp, yaratılışlarındaki şartlar tamamlandıktan sonra özel (sınırlı) bir
zaman diliminde bilfiil peygamber olmuşlardır. Kendileri dünyadan göçtükten
sonra getirdikleri dinler de nesh edilmiş olduğundan, artık onlara bilfiil
peygamber demek için bir neden kalmamış bulunmaktadır. Bu yüzden, onların
yaşadıkları zaman diliminde peygamber olduklarına inanmak yeterlidir.
Hz. İsa (as), ahir zamanda yeryüzüne indiğinde yeni bir din
getirmeyerek Peygamber (sas) Efendimizin dinini yürütmesi (yani peygamber değil
bir veli olarak gelmesi) gerekir. Çünkü bunun aksi bir durum nassa (Kur’ân-ı
Kerim’e) aykırıdır.
Öyleyse, “Hz. İsa’nın inmesi velâyetin (velâyet-i amme),
Mehdi’nin ortaya çıkışı ise hilafetin (hilafet-i hassa) sonlandırılması
içindir.” diyebiliriz.
Peygamberler Allah katından aldıkları her türlü bilgiyi
insanlara aynen (ilave, eksiltme veya değişiklik yapmaksızın) tebliğ
etmişlerdir. Peygamberlerin ilki Hz. Adem (as) ve sonuncusu Hz. Muhammed (sas)
olup, sayılarının yüz yirmi dört bin veya iki yüz yirmi dört bin olduğu
“haber-i vahid”[6] ile sabittir. Fakat en güzeli, rakam telaffuz etmeden
hepsinin peygamberliğinin hak ve kendilerinin de sadık (emin, güvenilir ve
dosdoğru) kimseler oldukların tasdik etmek ve öylece inanmaktır.
Evliya (veli kullar) niyet, söz ve fiil bakımından günah
işleme hususunda korunmuş (mahfuz)oldukları gibi, Peygamberler de masumdurlar
yani asla günah işlemezler. Fakat konu ile ilgili nassın (âyet-i kerime ve
hadis-i şerifler) yorumlanması (tevil) ve âlimlerin onlardan çıkardığı
hükümlere (ictihad) dayalı olarak, Adem (as)’in cennette iken yasak meyveden
yemesi gibi, “zelle” adı verilen bazı küçük hatalar işleyebilmeleri söz
konusudur.
Gerçi Adem (as)’in bu hatası, insanın yeryüzüne halife tayin
edilmesi ve ondan diğer insanların türemesi gibi sayısız İlahî hikmet ve
faydalara önayak olduğundan, bu uzaklaşma (bu’d) aslında yakınlaşma (kurb)
hükmündedir. Nitekim Peygamber (sas)’den sadır olan bazı hatalar da
(sehviyyat), ümmetin dinini daha iyi öğrenmesi (teşri’-i ümmet) gibi İlahî
hikmete dayalı olarak ortaya çıkmıştır. Bazı hatalar ise müşahede yoğunluğundan
(istigrak-ı müşahede) kaynaklandığından bunlara hata (sehiv) bile denilemez.
Ama biz yine de “hata” diyelim; çünkü Peygamberlerin her
yönüyle masumiyetini yani hata bile işlemeyeceklerini kabul etmek, onlardan bu
gibi hataların ortaya çıkmasındaki İlahî hikmet ve faydaları göz ardı etmek
olur.
Bu nedenle, şâyet imamın kendisi hata etmeseydi, imama
uyanların (me’mum) yapacakları hatanın hükmü anlaşılamazdı. Buradan çıkarılacak
hüküm ise şudur: İmamiyye Mezhebi mensuplarının iddialarının aksine olarak,
imamın ma’sumiyet (ismet) sıfatına sahip olması şart değildir.
4. Hudus-i âleme iman (Âlemin hadis olduğuna inanmak):
Âlemin (kâinat), bütün unsurlarıyla hadis olduğunu (yani yok iken sonradan
ortaya çıktığını, ezeli olmayıp varlığının bir başlangıcı bulunduğunu) tasdik
etmektir.
Bir şeyin yokluktan (adem) varlık (vücud) sahasına çıkmasına
/ çıkarılmasına “hudus” denilir ki buradan; her ne kadar bilimsel metotla veya
keşif yoluyla hiç kimse henüz tespit edebilmiş değilse de, alemin bir
başlangıcının olduğu anlaşılmaktadır.
Adem (as)’den önce “Can kavmi ” yaratılmıştır. Can kavminden
önce dünyada her biri binlerce yıl hayat süren beş tür topluluk var idi.
Bunların yaratılışından önce uzayıp giden zamanı ise Allah Teâlâ bilir.
Hz. Adem, Can kavminden altmış bin yıl sonra yaratılmış ve
kendisine yedi bin yıl süren “devr-i sünbüle (başak çağı)” verilmiştir. Hatta
Adem (as)’den önce yüz bin Adem (as) daha geldiği bildirilmektedir.
Bütün bunlar da bize, filozofların (hukema) iddialarının
aksine, bu âlemin hadis olduğunu yani kadim olmayıp varlığının bir başlangıcı
bulunduğunu göstermektedir. Çünkü şâyet âlem hadis değil de kadim olsaydı,
kıyamet, yeniden dirilme ve Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda toplanmanın (ba’s ve haşr
u neşr) olmaması gerekirdi. Hâlbuki bu hakikatlerin varlığı nass (Kur’ân-ı
Kerim) ile bildirilmiştir. Nitekim filozoflar, âlemin kadim olduğu görüşünü
ileri sürmekle haşri reddetmiş olduklarından, tekfir edilmişler yani küfre
girmekle suçlanmışlardır.
Ancak şu hususa açıklık getirmeliyiz ki; burada filozoflar
âlemin sûret bakımından baki olduğunu iddia etmeleri nedeniyle küfürle
suçlanmışlardır. Yoksa “âlemin sureti fani (sonlu, ölümlü), hakikati (melekûtu)
ise bakidir!” demek küfür değildir.
Çünkü her varlığın aslı, özü (cevher-i aslisi) ve mayasının
hamuru bakidir. Nitekim insanın da “acbu’z-zenebi”[7] (kuyruk sokumu kemiğinin
altında bulunan ve insanın ilk yaratılışında olduğu gibi yeniden diriltilirken
de bedenin özünü oluşturacak olan, iğne başı büyüklüğündeki kemik veya bir tür
genetik şifre) ile ruhu baki, cesedi ise fanidir.
Kısacası, Allah Teâlâ ezeli ve ebedi (kadim ve baki), fakat
O’nun dışındaki bütün varlıklar mutlak sûrette hadistir. Nitekim bir hadis-i
şerifte şöyle buyrulmaktadır: “Allah Teâlâ’nın yaratmış olduğu varlıkların ilki
akıldır.”[8] Yaratılmış ilk varlık olarak akıl hadis olduğuna göre, akıldan
sonra var edilen diğer bütün varlıkların hadis olması kaçınılmazdır.
Ancak “bir varlığın hadis olması onun baki olmasına
engeldir” diyemeyiz. Çünkü fani olmak bazı durumlarda mutlak manada fani olmayı
gerektirmez. Mesela yedi varlık (Arş, Kürsü, Levh, Kalem, Cennet, Cehennem ve
Ruhlar) bazı İslâm bilginlerine göre hiç fena bulmayacak (yok olmayacak)’tır.
Bazılarına göre ise bunlar bir an için de olsa yok olacaktır. Elbette ki işin
doğrusunu en iyi Allah Teâlâ bilir.
3.Bölüm
C) İmanın Üçüncü Şubesi:
“Meadiyye” yani öldükten sonra dirilme (ba’s) ve ahiret
hayatı ile ilgili sekiz iman konusunu içeren bir derecedir.
1) İman bi’l- ba’s (Öldükten sonra dirilmeye inanmak): Bütün
ölülerin Allah Teâlâ tarafından diriltilip kabirlerinden çıkartılacağını tasdik
(kabul) etmektir.
Nitekim sura birinci üfürülüş (nefha-i ula)ile kıyamet kopup
yeryüzünde “Allah, Allah” diye sürekli zikir halinde olan bir “insan-ı kâmil”
bile kalmayarak hepsi ahirete göç edince, âlem (evren, kâinat) ruhsuz beden
(ceset) haline gelir.
Bundan sonra Cenâb-ı Allah yeryüzüne yaklaşık kırk gün
boyunca insan nutfesi (döl suyu, meni) gibi beyaz ve oldukça yoğun bir yağmur
yağdırır. Vahşi hayvanların karınlarında ve kuşların kursaklarında dahi olsa
insanlara ait ne kadar parça (hücre) varsa bunları asıl parçalarına ekleyerek
hepsini bir yere topladıktan sonra da, sura ikinci üfürülüş (nefha-i saniyye)
ile onları yeniden canlandırır ki buna “ba’s ve neşir” denir. Daha sonra ise
melekler vasıtasıyla onları“mevkıf”e doğru sevk eder ki buna da “haşr” adı
verilir.
Kur’ân-ı Kerim haber verdiği için bu şekilde iman etmek
kişiye farzdır.
Demek ki ba’s ve haşr, bazı dar görüşlü kimselerin
anlayışlarının aksine, yalnızca ruhların
diriltilmesi demek olmayıp, aynı zamanda
ruhlarla birlikte bedenlerin de diriltilmesi demektir. Bu duruma Hz. Üzeyir
(as) kıssasında[1] işaret buyrulmaktadır.
Nitekim Allah Teâlâ, Hz. Üzeyr’i öldürüp yüzyıl sonra tekrar
dirilttiğinde eşeğini de onunla birlikte öldürmüş ve diriltmiştir. Burada eşek
ile Hz. Üzeyir (as)’in bedeni arasında bir benzerlik vardır. Şöyle ki; eşek Hz.
Üzeyir (as)’in bineği olduğu gibi, beden de ruhun bineğidir ve ona bağlıdır.
İşte bu yüzden ikisi (ruh ve beden) birlikte diriltilir.
Mahsüs (beş duyu ile algılanan)varlık ile ma’kul (beş duyu
ile algılanamayıp ancak akıl ile kavranan) varlığın bir arada yaratılması,
nimet verme ve azap etmenin birlikte olması gibi hususlar İlahî kudretin
yüceliğini ortaya daha iyi çıkarmaktadır.
Yani ruhani (manevi) nimet ve azap olacağı gibi, cismanî
(maddi) nimet ve azap da olacaktır. Demek oluyor ki, ahiret hayatı yalnızca
akıl ile kavranılan (ma’kul) ruhani bir hayat değildir, çünkü böyle olması işin
özüne aykırıdır. Zaten bu şekilde olacağını iddia etmek, peygamberleri
yalanlamak anlamına geleceğinden küfrü gerektirir. Kısacası; öldükten sonra
dirilmeye (ba’s) iman etmek vacip (zorunlu), inkârı ise küfürdür.
2) Vakfeye iman (Kıyamet günü durdurulup sorgulanacağına
inanmak): Kıyamette, insana her birinde ayrı bir konuda soruların sorulacağı;
sorulara doğru cevap verenin kurtulacağı, yanlış cevap verenin ise biner yıl
açlık, susuzluk, gam ve sıkıntı içerisinde kalacağı elli adet durak (konaklama
yeri) bulunmaktadır.
Bunlardan özellikle İlahî durakta (Mevkıf-i İlahî) şu on iki
konuda sorular sorulur:
1. Unuk-i rikab (Köle
azad etmek),
2. Kur’ân-ı Kerim,
3. Cihad,
4. Gıybet (Mümin
kardeşini çekiştirmek),
5. Nemime (Söz
getirip-götürmek),
6. Kizb (Yalan
söylemek),
7. İlim talebi ve
tahsili,
8. Ucub (Kendini
beğenmek),
9. Tekebbür
(Büyüklenmek),
10. Kunut min rahmetillah (Allah Teâlâ’nın rahmetinden ümit
kesmek),
11. Emn min mekrillah (Allah Teâlâ’nın tuzağından emin
olmak),
12. Hakku’l car (Komşu hakkı).
Bu duraklarda konaklamak nassla sabit olduğundan, bunlara
inanmak vacip yani zorunludur. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de; “Rabbi’nin makamından
(huzurunda bulunmaktan) korkanlara iki cennet vardır”[2] buyrulmaktadır.
Âyet-i kerimede geçen “makam” kelimesiyle anlatılmak
istenen; Kıyamette kulların hesap vermek üzere konakladıkları, “İlahî divan ve
Hakk’ın huzuru” denilen bu durak olsa gerek.
3) Hesaba iman (Dünyada yapılanlardan Kıyamette hesap
verileceğine inanmak):
Dünya hayatında iken yapılanların Kıyamette hesabının
verileceğinin hak olduğunu kesin bir şekilde tasdik etmektir. Kıyamet günü
kişinin her türlü ameli, hayır ve şer (iyi-kötü) diye sınıflandırılarak cezası
(karşılığı) takdir olunur. Şöyle ki önce, bütün halk kabirlerinden çıkarılır ve
kâmil iman sahibi oldukları için kurtulanların dışındakiler, zillet
(aşağılanma, horlanma) içerisinde kabirlerinin önünde bin yıl kadar
bekletilirler.
Sonra, bu makamdan Mahşer (toplanma) yerine doğru sevk
edilerek burada güneşin kavurucu sıcağı altında bin yıl ayakta tutulurlar.
İhlâs sahibi olanlar, peygamberleri tasdik edenler, Allah’a
ortak koşmaktan (şirk), sihirden, büyüden, faldan ve müslüman kanı dökmekten
uzak duranlar, Allah Teâlâ’ya ve Peygambere sadık olup ihanet etmeyenler,
Cenâb-ı Allah’a ve Peygambere sadık kimseleri sevip onlara ihanet ve düşmanlık
edenlerden de nefret edenlere gelince bunlar, sahip oldukları bu güzel
hasletleri sayesinde bu dehşet ve şiddetten kurtularak Rahman’ın Arş’ının
gölgesinde serinler ve dinlenirler.
Daha sonra ise halk, buradan alınıp nur ve zulmet makamına
sevk edilerek bin yıl zulmet (karanlık) bataklığında bekletilir, Cenâb-ı
Allah’ın dilediği kadar azap gördükten sonra da nihâyet yüzleri kapkara bir
şekilde oradan çıkarılırlar.
Şirkten, nifaktan (münafıklık) ve dini (imani) konularda
şüpheden kurtularak hakkı bulan ve hakkı söyleyenler, her hususta insaf sahibi
olanlar, gizli olsun açıktan olsun Hakk’a itaat eden ve Cenâb-ı Allah’ın takdir
ettiklerine (kader) razı olup verdikleriyle (kaza) yetinenler de aynı şekilde,
taşıdıkları bu üstün vasıflar sayesinde zulmet bataklığından bir çırpıda
kurtularak nur âlemine çıkarlar.
Bu makamdan sonra da bütün halk, cevap verememeleri halinde
her birinde bin yıl misafir edilecekleri büyük hesap çadırlarına (süradikat-i
hisab) sevk edilecektir. Sayıları on adet olan bu çadırlarda hesabı görülecek
konular şunlardır:
1. Muharremat (Haram
kılınanlar),
2. Ehva-i muhtelife
(Nefsin her çeşit arzu, heves ve ihtirasları),
3. Hukuk-i valideyn
(Anne-baba hakları),
4. Hukuk-i huddam ve
etba’ (Emrinde çalışan hizmetli, işçi ve memurların hakları),
5. Hukuk-i abid ve
cevari (Köle ve cariye hakları),
6. Hukuk-i karabet
(Akrabalık hakları),
7. Sıla-i rahim
(Yakın akraba ziyareti),
8. Hased (Kıskançlık,
çekememezlik),
9. Mekr (Hile yapmak,
tuzak kurmak, düzenbazlık),
10. Hadia (Nitelikli yani profesyonelce yapılan
dolandırıcılık, sahtekârlık).
Demek ki, bizde hakkı olanlara ihsânda bulunarak haklarını
vermemiz; yani onlara Kur’ân’ı ve İslâm dinini öğretmemiz, onları en güzel bir
şekilde terbiye etmemiz, ayrıca kıskançlık, hilekârlık, sahtekârlık,
düzenbazlık, dolandırıcılık gibi kötü huy ve davranışlardan da şiddetle
kaçınmamız gerekmektedir.
Halk bundan sonra da, amel defterlerini (kütüb-i a’mal)
alacakları ve her birinde dinin farklı bir konusundan sorgulanacakları on beş
durağın (mevkıf) olduğu makamda toplanırlar ki sorgulanacakları konular
şunlardır:
1. Sadakalar ve
Zekât,
2. Kul hakkı ve Afv
ani’n-nas (İnsanları bağışlamak),
3. Emr-i bi’l ma’ruf
(İyiliklerin yapılmasını sağlamak) ,
4. Nehy-i
ani’l-münker (Kötülüklerin yapılmasına engel olmak),
5. Hüsn-i hulk
(Güzel ahlak),
6. Hubb fi’llah
(Allah için sevmek),
7. Mal-i haram
(Haram mal),
8. Şurb-i hamr (İçki
içmek, uyuşturucu kullanmak),
9. Füruc-i haram
(Zina),
10. Kavl-i zur (Yalan söylemek),
11. Yemin-i kazibe (Yalan yere yemin etmek),
12. Ekl-i riba (Faiz alıp-vermek),
13. Kazf-i muhsenat (İffetli kadınlara zina iftirası atarak
onları karalamak, lanetlemek),
14. Şehadet-i zur (Yalancı şahitlik yapmak),
15. Bühtan (İftira atmak).
Amel defterini alıp okuyan ve yukarıda sayılan on beş konuda
sorgulanan halk, daha sonra “mizan”a sevk olunur.
Muhakkik âlimlerin büyüklerinden bazıları; “Enbiya (as)
risalet görevlerini tebliğden, kâfirler
Peygamberleri yalanlamaktan, bid’at ehli olanlar sünnetten ve bütün müminler
yapıp ettiklerinden sorgulanırlar” demişler ve şu açıklamaları yapmışlardır:
Cennetlikler üç tabaka olarak haşr olunurlar:
1. Sabikun (MukarrEbûn yani Allah Teâlâ’ya yakınlaşmış
olanlardır): Kendilerine hesap bile sorulmadan cennete girecek olanlardır.
2. Havass-ı müminin ve salihin (Mümin ve Salih kulların önde
gelenleri): Kolayca hesap verdikten sonra cennete girecek olanlardır.
3. Umum-i müminin (Müminlerin geri kalan hepsi): Uzun bir
sorgulama ve münakaşadan sonra cennete girecek olanlardır.
Cehennemlikler de üç tabaka olarak haşr olunurlar:
1. Abede-i evsan (Putlara tapanlar), Ye’cuc ve Me’cuc:
Doğruca (Sorgulanmadan ve hesaba çekilmeden) cehenneme girecek olanlardır.
2. Ehl-i kebair (Büyük günah işleyenler) ve Münafıklar: Uzun
bir sorgu ve münakaşadan sonra cehenneme girecek olanlardır.
3. Ümem-i enbiya-i salife (Önceki Peygamberlerin inkârcı
ümmetleri): Yapıp ettiklerinden ayrı ayrı hesaba çekilmeyip, hepsi bir tek
sorgu ve bekletmeden (tevkif) sonra cehenneme girecek olanlardır. Nitekim
Kur’ân-ı Kerim’de; “Kendilerine Peygamber gönderilen kimseleri de, gönderilen
Peygamberleri de mutlaka sorgulayacağız.”[3] buyrulmaktadır.
İşte bu yüzden; Allah Teâlâ’ya yapılacak büyük sunum (arz-ı
ekber) için haramlardan ve şüpheli işlerden kaçınıp amellerinizi süsleyerek ve
ayne’l-yakin müşahedesi ile yani sanki gözle görüyormuşçasına, Hükümdarlar
Hükümdarı (Melik-i ekber) olan Cenâb-ı Allah’tan korkup ürpererek, “Hesaba
çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz, ölçüye vurulmadan önce amellerinizi
ölçünüz!”[4] denilmiştir.
4) Mizana iman (Dünyada yapılanların Kıyamette
ölçülüp-biçileceğine inanmak):
İmanın şubelerinden birisi de “mizan”ın hak (varlığının
gerçek) olduğuna inanmaktır.
Bazı tefsir kitaplarında belirtildiğine göre; Davûd (as)
Hakk Teâlâ’dan mizanı kendisine asli şekliyle göstermesini niyaz etmiş, Cenâb-ı
Allah da onun bu duasını kabul ederek doğudan batıya ve yerden göğe kadar her
yeri kaplamış olarak onu kendisine gösterdiğinde, mizanın heybeti karşısında
dehşete kapılarak bayılmış ve uzun bir süre de ayılamamıştır.
Buradan anlaşılmaktadır ki; mizan muhayyel (hayal ürünü) bir
varlık olmayıp gerçek bir varlıktır ve aslı halen mevcuttur.
Mizanın, birisi iyiliklerin (hasenat) konduğu “nur kefesi”,
diğeri ise kötülüklerin (seyyiat) konduğu “zulmet kefesi” olmak üzere iki
kefesi ve bir dili vardır. Allah Teâlâ’nın rahmetinin tecellisiyle nur kefesi,
adaletinin tecellisiyle ise zulmet kefesi ağır basar.
Mizanın subhu (terazi taşı, gramlık) Hakk Teâlâ’nın adlidir.
Nasıl ki dünyadaki bir esnafın, müşterisinin bir kuruşunun (akçe) bile
karşılığını ölçecek kadar gramlığı mevcut ise, Ahirette kulun hardal tanesi
kadar, hatta daha küçük bir ameli bile olsa onu ölçecek küçüklükte İlahî bir
gramlık da mevcut olacaktır.
İyilikleri kötülüklerine ağır geldiği için kurtulanların
haricindeki halk, amelleri veya amel defterleri tartılıncaya kadar†mizanın
yanında da bin yıl ayakta bekleşirler.
Sözünü ettiğimiz bu genel mizandan başka, ayrıca her amel
sahibi için mizana dâhil olan ve kulak, göz, dil, el, mide, cinsel organ (ferc)
ve ayak gibi organlarla işlenen iyiliklerin veya kötülüklerin (a’mal-i mahsüse)
tartıldığı hissi mizanlar (mizan-ı mahsüs) vardır. Ancak, manevi ameller
(a’mal-i batıne) bu mizanlarda tartılmazlar, çünkü İlahî adaletin sağlanması
için bu amellerin tartılacağı hükmi mizanlar (mizan-ı hükmi) vardır. Yani,
hissi ameller hissi mizana, manevi ameller de manevi mizana konularak tartılır.
Bundan, yazıcı meleklerin kulların dünyada işledikleri
manevi amellere vakıf olmadıkları anlaşılmaktadır. Bu yüzden, kulların amelleri
ya bir sûrete (beden) bürünerek mizana konulur veya -muhakkik âlimlerin
görüşüne göre- ameller değil, melekler tarafından tutulan ve içinde kulların
sevap ve günah şeklinde amellerinin kayıtlı olduğu amel defterleri mizana
konulur. Kısacası, mizana dâhil olan ameller kullarım zahiri (hissi)
amelleridir.
Mizana son olarak konulan “Elhamdülillah” sözcüğüdür ki, bu
kelime konulmadıkça mizan boş kalır. Yani herkesin -ne bir eksik ne de bir
fazla- bütün amelleri konulsa mizan dolmaz; ne zaman ki “Elhamdülillah” sözcüğü konulur, mizan ancak
o zaman tamamen dolar.
“La ilahe illallah” sözcüğünü alacak (tartacak) mizan ise
bulunmamaktadır, çünkü her amel zıddıyla ölçülür. Kelime-i tevhidin zıddı ise
şirktir ve şirk ile iman nasıl ki dünyada müminin kalbinde bir araya gelmemiş
ise, ahirette de mizanda bir araya gelmez.
Sahih haberlerde bildirildiğine göre; Kıyamet gününde bir
asinin kötü amellerine dair doksan dokuz kayıt ortaya konsa ve her bir kaydın
uzunluğu doğudan batıya kadar olan alanı kaplasa, iyi amel olarak ise sadece
bir defa ihlâsla“La ilahe illallah” dediği tespit edilmiş olsa, bu sözcük
parmak kadar bir kâğıt üzerine yazılarak doksan dokuz günahın bulunduğu kefenin
karşısındaki diğer kefeye konulacak ve bu küçücük kâğıt hepsinden ağır gelerek
o asinin kurtuluşuna sebep olacaktır.
Ne mutlu tevhid ehline!.
Müşriklere ve Hakk Teâlâ ile yüzleşmeyi inkâr edenlere ise
Ahirette hiçbir mizan yoktur. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de; “Biz onlar için
Kıyamet gününde hiçbir ölçü (mizan) tutmayacağız”[5] buyrulmaktadır. Yani,
müşrik ve inkârcıların Allah Teâlâ katında hiçbir kıymet ve saygınlıkları
olmadığından, amelleri de tartıya değer görülerek mizana konulmaz. Çünkü
onların iyi amelleri şirkleri sebebiyle geçersiz (batıl) hale gelmiş v geriye
mizana konulmaya değer hiçbir amelleri kalmamıştır.
5) Sırata iman (Sıratın hak yani varlığının gerçek olduğuna
inanmak): Klasik dini kaynaklarda “kıldan ince kılıçtan keskin” şeklinde
vasıflandırılan Sırat, cehennemin üzerine kurulmuş olup; müminlerin ayaklarının
sabit kalacağı ve oradan cennete gitme imkânı bulacakları, kâfir ve
münafıkların ise ayaklarının takılarak cehenneme yuvarlanacakları bir geçit
yeri (köprü) olsa gerek.
Ahiretteki Sırat, dünyadaki “sırat-ı müstakim” in yani dinin
yansıması (sûreti) olup, genişliği (zuhuru) herkesin amellerinin nuru kadardır;
salih amelleri az olanlara dar, çok olanlara ise geniş görünür.
Bu nedenle, dünyada dini hayatı düzgün olmayan (imanı ve
salih amelleri bulunmayan) Ahirette tamamen karanlıkta (zulmet-i mahza) kalır,
dini hayatı düzgün olan ise salih amelleri ölçüsünde karşılık (mükâfat) bulur.
Cehennem üzerinde, her birinin uzunluğu kırk bin yıl olan ve
cehennemde son bulan yedi adet cisr (sırat, köprü) vardır ki, bunların
etrafından alevler fışkırmakta ve üzerlerinde de ateşten engeller
bulunmaktadır. Bu engeller, insanın dünyadaki kötü amellerinin (a’mal-i kabiha)
şekillenmiş halleri olup, onu yakalayıp orada hapsederler de, Cenâb-ı Hakk’ın
lutfu (İnâyet-i Hakk) ve Hz. Peygamberin (sas) şefaati imdadına yetişene kadar
insan orada azap görür.
Bu yedi cisrin her birinin üzerinde de, bini tırmanışta
(süud), bini inişte (hübut) ve bini de düzlükte olmak üzere aşılması üç bin yıl
süren üç bin adet sarp geçit (akabe) ve ayrıca halkı gözetleyen melekler
bulunmaktadır.
Gözcü melekler, ilk cisrde Cenâb-ı Allah’a imanla ilgili
sorgulama yaparlar; kişi şâyet samimi ve gerçek mümin (mümin-i muhlis) ise
diğer cisre geçer, değilse orada bin yıl hapsedilir. İkincide namaz, üçüncüde
zekât, dördüncüde oruç beşincide hacc, altıncıda temizlik (taharet) ve
yedincide yaptığı haksızlıklardan (mezalim) sorgulanır; verilen cevaplar doğru
ve yeterli değilse buralarda da “devr-i sünbüle” yılları kadar (yedi bin yıl)
mahpus kalır.
“Bu âlem ezeli ve ebedidir” diyerek kâinatın bir yaratıcısı
olduğunu inkâr eden Muattıla, varlık yolundan bile sapmıştır. Müşrikler ise,
aslında Cenâb-ı Hakk’ın varlığını kabul ettikleri için varlık yolunda (sırat-ı
vücudda) olmuşlar fakat Hakk Teâlâ’ya ortak koşmaları sebebiyle tevhid yolundan
(sırat-ı tevhidden) sapmışlardır.
Bundan dolayı, müşriklerin sadece isbat-ı vücud (Cenâb-ı
Hakkın varlığını kabul) etmelerine itibar edilmeyerek tevhid yolunda ayak
izlerinin hiç olmaması nedeniyle, Muattıla ve diğer kâfirler ile birlikte
cehenneme sevk olunacaklardır.
Muattıla ile diğer kâfirlerin yolları dünyada düzgün
olmadığından, Sırat’a ulaştıklarında doğrudan cehenneme yuvarlanacaklar ve
onlar için artık cennete herhangi bir dönüş yolu olmayacaktır.
Dünyada kalben tasdik etmedikleri halde iman ettiklerini
sözlü olarak belirten münafıklar ise, cenneti ve cennet nimetlerini görünce
onları şiddetle arzulayarak ümitlenecekler, fakat İlahî adaletin tecellisiyle
dünyadaki kötü amellerinin karşılığını görmek üzere cehenneme
döndürüleceklerdir.
“Sırat-ı müstakim” ok gibi dosdoğru olduğundan, bu yoldaki
yolculuğu kolaylaştırması için namazların her rekâtında Cenâb-ı Allah’a; “Bizi
doğru yola (sırat-ı müstakim) ulaştır!”[6] şeklinde dua etmek emrolundu.
Kim dünyada bir suçlunun suçunu affederse, Cenâb-ı Allah da
Ahirette onun suçunu affeder. Kim dünyada borçlu bir fakirin borcunu ödemesinde
kolaylık sağlar veya alacağını ona hediye ederse, Hakk Teâlâ da Ahirette ona
kolaylık gösterir veya hakkından vazgeçer. İnsanlara dünyada zorluk çıkarana,
Allah da Ahirette zorluk çıkarır.
Yani insan dünyada halka ne denli güzel muamele ederse,
Ahirette o oranda kazançlı çıkar ve asla kaybetmez.
6) Şefaate iman (Şefaatin hak olduğuna inanmak): İmanın
şubelerinden biri de şefaatin varlığına inanmak ve gerçekliğini kabul etmektir
ki, kişinin imanı böylece kemale erer.
Peygamber (sas) Efendimiz sahih bir hadislerinde; “Ben
Kıyamet gününde insanların efendisiyim”[7] buyurmaktadırlar. Hadis-i şerifin
açıklaması şöyle olsa gerek: Kıyamette şefaate ihtiyaç duyduğunuzda benden
başkasına başvurmayın, zira bu isteğinizi ancak ben karşılayabilirim. Çünkü
Adem (as)’den son insana kadar bütün insanların en şereflisi ve efendisi benim.
Nitekim Hesap günü bekleşmekte olan halk, makam sahibi
Peygamberlere (Enbiya-i ızam) şefaat talebiyle gittiklerinde her biri bir
şekilde mazeret beyan edecekler de insanlar nihayet Resûlullah (sas)’in
kapısında arzularına kavuşacaklardır.
Çünkü rivayet edildiğine göre; Allah Teâlâ, şiddetli gazabı
(kahr-ı şedid) ve ürkütücü kudreti (ceberut-i azim) ile Ahirette tecelli ettiği
vakit, insanların Allah indinde en saygın olanlarının (havass) bile bu heybet
ve azametten solukları kesilip dilleri tutulduğunda, Hatemü’l- Enbiya (sas)
Efendimiz halkın bu büyük ihtiyacı ve çaresizliği karşısında, Allah Teâlâ’yı
O’na mahsus en güzel hamd ve senalarla överek Arş’ın altında secdeye kapanacak
ve şefaat talebinde bulunacaktır.Bu yakarış üzerine, Cenâb-ı Allah vermeyi va’d
ettiği “Makam-ı Mahmud”u ihsân ederek kendisine şefaat kapısını açacaktır.
Şefaat hususunda insanların olduğu kadar meleklerin de
kendisine muhtaç oldukları gerçeğini dikkate aldığımızda, Resûlullah (sas)’ın
meleklere olan üstünlüğü ve onların da sultanı ve efendisi olduğu hemen
anlaşılacaktır.
Şefaat kapısı bir kere açılmaya görsün, artık meleklere,
nebilere, Resûllere ve müminlerin seçkinlerine halka şefaat etmeleri için izin
verilir de herkes makamları ölçüsünde bu hizmete koşar ve böylece cehennemde
bir tek mümin (mümin-i şer’i) kalmaz. En sonunda, Rahman ismi gereği Cenâb-ı
Erhamü’r- Rahimin’in şefaati de gerçekleşir ki, yalnızca akli deliller ile
Allah Teâlâ’nın birliğine kanaat getirmiş olanlar (Muvahhidler) bile
Cehe?nemden çıkarılır.
Muvahhid; tahkik (şer’i deliller) ile değil de te’vil (akli
deliller) ile “illallah” (Allah vardır) diyen kimsedir ki, bu yüzden bunlara
“mümin-i şer’i”değil, “muvahhid-i akli” denir.
Şefaat, asi ve günahkârları azaptan kurtarmak ve Mahşer’deki
(Arasat) sorgulamayı hafifletmek için olacağı gibi, halkın derecelerini yükseltmek
için de olabilir. Nitekim dünyada yapılan birtakım şefaatler ile bazı
kimselerin suçlarının cezası hafifletilirken bazı kimseler de unvanlar veya
yüksek makam ve mevkiler verilerek ödüllendirilir. Ancak dünyada şefaatin
geçerli (meşru’) olması, henüz davanın yargıca (hâkim, kadı) götürülmemiş
olmasına, ya da dava yargıca götürülmeden önce cezayı gerektirecek unsurların
ortadan kalkmasına bağlıdır. Aksi takdirde şefaat cezaları (hadler) kapsar ki
bu geçerli (meşru’) değildir.
Büyük günah işleyenler (Ehl-i kebair) tevbe etmeden Ahirete
göçerlerse, durumları Allah Teâlâ’ya kalmış olup, onlara da şefaat caizdir.
Bunlara şefaati caiz görmeyenler, yanıldıklarını anlayınca Ahirette yüzleri
kızaracaktır.
Yetmiş üç fırka içinde sayılan[8] “Fırka-i Naciye” den
maksat azaptan bila-şefaat (şefaate ihtiyaç olmaksızın) kurtulacak olanlardır
ki, diğerleri ancak şefaatle kurtulurlar. İnançlarında küfrü gerektiren bir
unsur olanlara gelince; bunların kurtulmaları imkânsızdır, çünkü kâfire şefaat
olmaz.
Dağ başlarında veya dinin yaşandığı yerlerden uzak
bölgelerde hayat süren Muvahhidler, zaten cehenneme girmeyeceklerinden şefaate
de ihtiyaç duymayacaklardır. Şefaate ihtiyaç duyacak kimseler, tevhid ehlinden
olup da kendilerine Peygamber daveti ulaşmış günahkârlar ve asilerdir.
Buradan anlaşılmaktadır ki; hangi çeşit muvahhid olursa
olsun, cehenneme bir kez girmiş olması, orada ebediyyen kalmasını gerektirmez.
İşin en güzel yanı da; şefaatle bile olsa bütün iman sahiplerinin cehennemden
kurtularak cennette bir araya gelmeleridir.
İblis’in (Şeytan) ve Cenâb-ı Allah’a ortak koşmada ona uyan
müşriklerin, Allah Teâlâ’nın varlığını ve birliğini kabul etmeleri (vahdet-i
vücud etmeleri), cehennemden kurtulmalarına yetmeyecektir. Çünkü mümin ve
muvahhid olmak için, Allah Teâlâ’nın dışında başka ilahlar kabul etmemek ve
Peygamberlere iman etmek de lazımdır.
Resûlullah (sas)’in, Müslümanların günahkâr ve asilerine
şefaat edecek olmasından, ümmetinden nice kemal sahiplerinin de, doğru yoldan
sapanlara (münkir-i tarikat olanlar) şefaat edebileceklerini anlıyoruz.
Bu konuda en doğru davranış şekli, batın ilmini ehline
teslim etmek ve bilip bilmeden ileri geri konuşmamaktır. Aksini yapmak kötü bir
ölüme (su-i hatime) sebep olur ki Allah Teâlâ muhafaza buyura.
Bu nedenle, Allah’tan başkasına ihtiyacı olmayan gerçek
fakirlerle (fukara-i hakikiyye) yani kemal sahipleriyle tanışmak lazımdır.
Çünkü bunlar, Kıyamette şefaat kapısında şanları yüce, kudretli ve sözleri
dinlenir (nazları geçer) kimselerdir.
7 ) Cennete iman: Cennet, Cenâb-ı Allah tarafından müminler
için yaratılmış (halen mevcut olan) gerçek bir varlıktır.
Allah Teâlâ’nın bir ihsanı (fazl-ı İlahî) olarak müminlere
vaadedilmiş olan cennet nimetleri ile salih amellere bağlı olarak Kıyamete
kadar sürekli artmakta olan cennet dereceleri ve makamları ise, şu anda mevcut
olmayıp peyderpey yaratılmaktadır. Cennetin sekiz adet olması da aynı şekilde
İlahî bir ihsândır.
Cennet nimetleri baki (sürekli, daimi, artıcı) olup, sapkın
fırkalardan (fırak-ı dalle) Cehmiyye Mezhebi mensuplarının iddialarının aksine
olarak, cennet ehli, amelleri ölçüsünde onlardan faydalandıktan sonra bitip
tükenmezler. Nitekim hadis-i şerifte: “Cennet nimetlerinin sonu yoktur ki
hissedilebilsin (hayal edilebilsin)” buyrulmaktadır Aynı şekilde cehennem azabı
da kâfirler için bakidir. cennet nimetleri ile cehennem azabının bekası
(sürekliliği) ise, mümin ve kâfirin inancı ölçüsünde olacaktır.
Yedi cehennemin yüzer derekesinin (tabaka) olması gibi,
sekiz cennetin her birinin de yüzer derecesi ve her bir dereke ve derecenin de
binlerce dereke ve dereceleri vardır.
Sekiz cennet şunlardır:
1. Vesile (Makam-ı Muhammedi): Cennetlerin en yücesi olup,
dünyadaki sûreti “Ravza-i Mutahhara” dır.
2. Adn Cenneti (Makam-ı Ru’yet)
3. Firdevs Cenneti
4. Huld Cenneti
5. Na’im Cenneti
6. Me’va Cenneti
7. Darü’s- Selam
8. Darü’l Makam
Cennet ehli; Enbiya (Peygamberler), Evliya (Veli kullar),
nazar ve istidlal ehli Âlimler ile bunları taklit eden diğer Müminler olmak
üzere dört kısımdır.
Bu dört sınıf cennet ehli, “ru’yet makamı”nda farklı
konumlarda bulunurlar ve ru’yetleri (basiretleri) ölçüsünde kendilerine gelen
İlahî tecellilere muhatap olurlar.Bu tecelliler arasında ma’nevi cennet
(cennet-i ma’neviyye) de bulunmaktadır ki ru’yet, dışarıdan bakıldığında her ne
kadar hissi (beş duyu ile ilgili) görünse de, hakikatte manevi cennet
meyvelerindendir.
Yani cennet ehlinin maddi yönü ağır basanları, cennet
nimetlerinin maddi olanlarından (na’im-i cennet-i suveriyyeden), manevi yönü
güçlü (nasib-i ruh) olanları ise cennetin manevi nimet ve zevklerinden (zevk-i
cennet-i ma’neviyyeden) nasipleneceklerdir. Cennet içinde cennet bu olsa gerek.
Bu yüzden insanlar, Ahirette hem bedeni (maddi) hazları, hem
de ruhi (manevi) lezzetleri elde etmek için, dünyada iken var güçleriyle
çalışmalıdırlar. Yani bir yandan İlahî ru’yet için gönül gözlerini (çeşm-i
basiret) en iyi şekilde parlatırken, diğer yandan da dinin emrettiği salih
amelleri (a’mal-i şer’iyyeyi) yapmaya büyük gayret göstermelidirler. Tabii ki
insanların asıl gayesinin, cennetlere değil cennetlerin Rabbi’ne kavuşmak
olması lazımdır.
8 ) Cehenneme iman: Cehennem, Cenâb-ı Allah tarafından
kâfir, müşrik ve münafıklar için yaratılmış (halen mevcut olan) gerçek bir
varlıktır.
Cehennemdeki azap vasıtaları (alat-ı azab) ise, halen mevcut
olmayıp, insan ve cinler kötü ameller (a’mal-i seyyie) işledikçe sûret bulmakta
yani yaratılmaya devam etmektedirler.
Yakıtı, insanların cimrileri, put yapımında kullanılan
taşlar ve cinler olan cehennem, Cenâb-ı Allah’ın kâfirler için yarattığı ebedi
bir hapishanesidir. Öküz tabiatlı ve manda (camız, su sığırı) kılıklı olarak
yaratılmış en büyük ve iri varlıklardan birisidir.
Kıyamet gününde zincirlere vurulmuş bir şekilde çekilerek
getirilmesi, hakikatte Peygamberlerin övüncü (Fahru’l-Enbiya sas)’den
utancından ve Cenâb-ı Allah’ın Muhammed ümmetine olan merhametinden dolayıdır.
Allah Teâlâ’nın gazap sıfatından yaratıldığı için, zorbalara
(cebabire) ve büyüklük taslayanlara (mütekebbirin) karşı da müthiş bir kini ve
saldırma güdüsü vardır.
Şiddetli ateşte kaynayan etlerin parçalanarak dağılması
gibi, cehennemde azap gören insan ve cinlerin asileri de, cehennemin bu son
derece şiddetli ateşi karşısında parçalanıp altüst olacaklardır.
Cehennem ateşinin sıcaklığı dünyadaki ateşten altmış dokuz
kat fazladır. Buna rağmen zebaniler (cehennemde görevli melekler) bu ateşten
asla etkilenmezler. Çünkü onlar, Allah Teâlâ’nın rahmeti ile kuşatılmış
olduklarından ya cehennem ateşi onlara hiçbir şekilde zarar vermemekte ya da
“semender”in (ateşte yanmayan mitolojik bir hayvan) ateşten hoşlanması gibi
onlar da ateşten zevk almaktadırlar.
Cehennem ahalisi Allah Teâlâ’nın Cemalini göremeyecek
olmalarının yanı sıra, gönüllere sevinç ve neşe veren diğer cennet
nimetlerinden de (niam-i safa) mahrum ve yasaklı oldukları için, kendilerine
hiç açılmayacak olan“Babü’l-hicab an ru’yetillah” adındaki kapı haricinde,
cehennemin toplam yedi kapısı vardır.
Cennetin ise sekiz kapısı vardır. Bunlardan yedisi beden yönüyle
olup cennetin maddi (hissi) nimetlerine açılır. Nitekim insan, yedi organını
(kulak, göz, dil, el, mide, cinsel organ ve ayak) Allah Teâlâ’nın emrettiği
şekilde kullanırsa, ona cennetin maddi nimetlerini içeren yedi kapı açılır. Bu
yedi organı yaratılış gayelerinin aksi yönde kullanması durumunda ise,
kendisine cehennemin yedi kapısının açılmasına sebep olur.
Cennetin geriye kalan sekizinci ve son kapısı ise ruh (kalp)
yönüyle olup cennetin manevi nimetle?ine açılır ki cennet kapılarının böylece,
yedisi cismanî boyuta ait olup yeme, içme, evlenme, giyinme gibi maddi hazlara,
sonuncusu ise ruhani boyuta ait olup ru’yetullaha yani manevi lezzetlere açılan
sekiz kapıdan oluştuğu iyice anlaşılmış bulunmaktadır.
Kâfirlerde basiret (kalp gözü) olmadığından ru’yet kapısı
onlara ebediyen kapalı olacak ve sahip oldukları yedi organı da yaratılış
gayelerine uygun kullanmadıklarından kendilerine cehennemin yedi kapısı
açılarak bu yedi organın hepsiyle azap görecekler, ayrıca cehennem ateşi
kalplerine kadar ulaşacak ve kalplerini tamamen kaplayacaktır. Yani iman ve
müşahede sonucu nur dolması gereken bu İlahî nazargahı, nar (ateş) ve zulmet
(karanlık) kaplayacaktır.
Görülüyor ki, cehennem de tıpkı cennet gibi; bedenle ilgili
olması bakımından “maddi” (hissi) ve kalp (ruh) ile alakalı olması bakımından
“manevi” olmak üzere iki kısımdır.
Her türlü şirke ve Cenâb-ı Allah’ a karşı yapılan bütün
isyankârlık ile itaatsizliklere ilk ve asıl sebep ve kaynak olduğu için
cehennemde azabın en şiddetlisini İblis (Şeytan) tadacaktır.
Aslı ateş olan İblis’e cehennem ateşi nasıl zarar verebilir?
Şeklindeki soruya cevabımız şudur: “Evet, İblisin yaratılış mayasını oluşturan
unsurların ağır basanı ateştir, fakat diğer unsurların da karışmasıyla özel bir
tabiata sahip olarak yeniden terkip olunduğundan, artık asli yaratılışı
değişmiş bulunmaktadır. İnsanın yaratılış mayası toprak olmasına rağmen, özel
bir mizaç ile yeniden terkip edilerek asli yaratılışının değişmiş olması gibi.
Demek oluyor ki, ateşten yaratılmış bir varlığa ateş acı ve elem
verebilecektir.
Başka bir misal verecek olursak; canlılar hayatlarını içlerine çektikleri
nefes ile devam ettirmektedirler, ancak aldıkları bu nefesi içlerinde tutsalar
helak olurlar. Benzer şekilde İblis de, cehennemde azap gördüğü sırada ateşin
aşırı sıcaklığından dolayı teneffüs edemeyip boğulacakmış gibi olur. Can
havliyle ateşi içine çektiğinde ise ateş can evine kadar ulaşarak yakar
kavurur. Kaldı ki İblis, yalnızca cehennem ateşiyle değil, ateş gibi yakıp
kavuran dondurucu cehennem soğuğu ile de azap görür.
Cehennemde ebedi kalacak kimseler dört kısımdır:
1. İlahlık iddiasında bulunanlar (Allah’a karşı
büyüklenenler): Firavun ve Nemrut gibileri,
2. Müşrikler,
3. Muattıla,
4. Münafıklar.
Cehennemin yedi kapısı ise şunlardır:
1. Bab-ı Cahim,
2. Bab-ı Sekar,
3. Bab-ı Sa’ir,
4. Bab-ı Hutame,
5. Bab-ı Leza,
6. Bab-ı Hamiye,
7. Bab-ı Haviye.
Cehennemlikler kötü amelleri çerçevesinde ceza görürler.
Yani cennetliklere salih amelleri ölçüsünde cennetler olacağı gibi, cehennemliklere
de kötü amelleri ölçüsünde cehennemler olacaktır.
Bütün cehennemliklerin azapları aynı olmayacaktır. Nitekim
Kur’ân-ı Hakim’de; “Onların azabını kat kat arttırırız”[9] buyrulmuştur. Yani
kendilerinin sapması yetmiyormuş gibi başkalarının da sapmasına sebep
olduklarından, insanların hak yoldan sapmasına önderlik edenlerin azabı,
saptırdıkları diğer kimselerden daha fazla olacaktır.
Bu nedenledir ki kötülüğe öncülük eden, yaptığı bu kötülüğün
karşılığı olan cezaya ilave olarak, başlattığı bu kötü işi yapan diğer
kimselerin toplam cezası kadar ceza ile cezalandırılır. Hayırlı bir işe öncülük
edenin durumu da böyledir.
Müminlerden bazılarının günahları nedeniyle bir süre azap
çektikten sonra cennete döndürüldüklerinde cehennemdeki yerleri boş bırakılacak
ve azap çeken başka kimseler oralara yerleştirilmeyeceklerdir. Çünkü azap miras
bırakılmaz.
Dünya hayatına gözlerini mümin olarak kapayanlar, azaptan
herkesten önce kurtulacaktır. Ancak kimisi bir günde, kimisi bir Cumada, kimisi
bir ayda, kimisi bir yılda ve kimisi de yedi bin yılda kurtulur. Gerçi bazı
müminler, Cenâb-ı Hakkın inayetiyle şuursuz ve hissiz hale gelirler ve azabı
hiç hissetmezler.
İlahî azabın “devr-i sünbüle” ile yani azami yedi bin sene
olarak sınırlandırılmasının sebebi, Ademoğlunun dünyada devr-i sünbüle kadar
hayat sürecek oluşudur. Çünkü dünya hayatına göre yedi bin yıl (devr-i
sünbüle), Ahiret hayatının bir Cuması (bir haftası) kadardır.
Yani, Ahiret hayatının bir gününün dünya hayatının bin
yılına, bir haftasının ise yedi bin yılına denk olmasındaki hikmet, bu ümmetin
ömrünün yedi bin sene olmasıyla açıklanabilir ki böylece, azap süresi dünyadaki
varoluş müddetini aşmamış olur. Çünkü İlahî adalet gereği, azap süresi hayat
süresinden fazla olmaz.
Müminlerin cehennemde ebedi olarak kalmayacak olmalarının
asıl sebebi imanlarıdır. Ayrıca, onların gerçekte asılları nur ve menşe’leri de
cennet olduğundan, tabiatları ateşle bir müddet terbiye edildikten sonra tekrar
asıllarına (cennete ve nura) iade edilirler.
Kâfirlerin cehennemde ebedi kalacak olmalarının sebebi ise
küfürleri olup, asılları da gerçekte ateş ve cehennemdir. Bu nedenle, onlar da
asıllarına (ebediyyen azap görecekleri cehenneme ve zulmete) döndürülürler.
Bu korkunç sondan Allah Teâlâ’ya sığınırız.
1.bölüm
[1] İsmail Hakkı Bursevi, Şerhu Şuabi’l- İman, Topkapı
Sarayı, EH, 853.
[2] Fatır sûresi 35/15.
[3] Ankebût sûresi 29/6.
[4] İsra sûresi 17/85.
[5] Mümin sûresi 40/12.
[6] Cuma sûresi 62/4.
[7] Yasin sûresi 36/82.
[8] Hadid sûresi 57/3.
2.bölüm
[1] Tahrim sûresi 66/6.
[2] Bakara sûresi 2/102.
[3] Bakara sûresi 2/34.
[4] Buharî, İman: 1; Müslim, İman: 1.
[5] Neml sûresi 27/30.
[6] Haber-i vahid: Mütevatir olmayan, yani Hz. Peygamber
(sas)’e ulaşıncaya kadar her dönemde çok sayıda ravi tarafından değil de
isnadının her tabakasında sadece bir ravi tarafından nakledilen haber, hadis.
[7] Acbu’z-zeneb: Kuyruk sokumu kemiğinin altında bulunan ve
insanın ilk yaratılışındaki gibi yeniden diriltilirken de bedenin özünü
oluşturacak olan, iğne başı büyüklüğündeki kemik veya bir tür genetik şifre.
[8] Tirmizî, Nevadiru’l- usul, II, 354; İbn Hacer, Fethu’l-
bari, VI, 289.
3.bölüm
[1]
Bakara sûresi 2/259.
[2]
Rahman sûresi 55/46.
[3]
Araf sûresi 7/6.
[4]
Tirmizî, IV, 638; İbn Ebi Şeybe, el-Musannef,VII, 96; İbnu’l-Mübarek,
Kitabu’z-zühd, s. 103.
[5]
Kehf sûresi 18/105.
[6]
Fatiha sûresi 1/6.
[7]
Buharî, Enbiya, 3; Müslim, İman, 327; Tirmizî, Kıyamet, 10.
[8] Ebû
Davûd, Sünnet, 1; Tirmizî, İman, 18; İbn Mace, Fiten, 17; Darimî, Siyer, 75.
[9]
Nahl sûresi 16/88.
0 yorum:
Yorum Gönder