23 Ekim 2013 Çarşamba

Yağmursuzluğun mânevî sebepleri



Risale-i Nur : Emirdağ Lâhikası | 31-32-33

Suâl: Üstadım, yağmur duâsı ve namazın neticesi görünmedi, faydasız kaldı. İki üç defa bulut toplandı, yağmur vermeden dağıldı. Neden?
Elcevap: Yağmursuzluk, bu çeşit duâ ve namazın vaktidir, illeti ve hikmeti değil. Nasıl ki güneş ve ayın tutulması zamanında küsuf ve husuf namazı kılınır ve güneşin gurubuyla akşam namazı kılınır; öyle de, yağmursuzluk, kuraklık, yağmur namazının ve duâsının vaktidir. İbadet ve duânın sebebi ve neticesi emir ve rıza-i İlâhidir, faydası uhrevidir. Eğer namazdan, ibadetten dünyevî maksatlar niyet edilse, yalnız onlar için yapılsa, o namaz battal olur. Meselâ, akşam namazı güneşin batmaması için ve husuf namazı ayın açılması için kılınmaz. Öyle de, bu nevi ibadet, yağmuru getirmek için kılınsa yanlış olur. Yağmuru vermek Cenâb-ı Hakkın vazifesidir. Biz vazifemizi yaptık; Onun vazifesine karışmayız.
Gerçi yağmur namazının zahir neticesi yağmurun gelmesidir; fakat asıl hakikî, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki: Herkes o vaziyetle anlar ki, onun tayınını veren babası, hanesi, dükkânı değil; belki onun tayınını ve yemeğini veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir tarla gibi tasarrufunda bulunduran bir Zat, onu besliyor, rızkını veriyor. Hatta en küçücük bir çocuk da, daima aç olduğu vakit validesine yalvarmaya alışmışken, o yağmur duâsında, küçücük fikrinde büyük ve geniş bu mânâyı anlar ki: Bu dünyayı bir hane gibi idare eden bir Zat, hem beni, hem bu çocukları, hem validelerimizi besliyor, rızıklarını veriyor. O vermese, başkalarının faydası olmaz. Öyleyse Ona yalvarmalıyız der, tam imanlı bir çocuk olur. Bu münasebetle kısacık altı nokta beyan edilecek.
Birinci nokta : Nimet ve rahmet-i İlahiyenin fiyatı, şükürdür. Biz şükrü hakkıyla vermedik. Evet, rahmetin fiyatını şükürle vermediğimiz gibi; zulmümüzle, isyanımızla gazabı celb ediyoruz. Şimdi zemin yüzünde zulüm ve tahribat, küfür ve isyan ile, nev-i beşer tam tokada kendini müstahak etti ve dehşetli tokatlar yedi. Elbette bir parça hissemiz de olacak.
İkinci nokta : Hadiste var ki: "Hatta deniz dibindeki balıklar dahi günahkar ve zalimlerden şekva ediyorlar ki, onların yüzünden yağmur kesilir, hatta bizim de nafakamız azalır" derler. 1   Evet, bu zamanlarda öyle günahlar, zulümler oluyor ki, rahmet istemeye yüzümüz kalmıyor, masum hayvanlar da azap çekerler.
Üçüncü nokta : Ayette vardır: "Öyle musibetten kaçınız ki, geldiği vakit zalimlere mahsus kalmaz, masumlar ve mazlumlar da içinde yanar." 2  Çünkü, musibet-i ammeden masumlar harika bir tarzda, yangın içinde selamette kalsalar, hikmet-i diniye bozulur. Çünkü din bir imtihan, bir tecrübedir. O vakit, Ebu Cehil gibi fenalar, aynen Ebu Bekir-i Sıddık Radıyallahu Anh gibi tasdik ederler. Onun için, musibet-i ammede masumlar da bela çekerler.
Dördüncü nokta : Şimdi, malda ve rızıkta hilelerle suistimal ile, rüşvetle çok haram karıştığı ve ekinciler kendi malına hakkıyla sahip olmadığı ve on adamdan iki-üçü tam rahmete müstahak ise, ekincilerin malından istifade edenlerden beş-altısı ya zulümle, haram karıştırmakla, ya şükürsüzlükle rahmete istihkakını kaybediyor.
Beşinci nokta : Risale-i Nur, bu Anadolu memleketine, belaların def’ine ehemmiyetli bir vesiledir. Sadaka nasıl belayı def ediyor; onun intişarı ve okunması külli bir sadaka nev inde semavi ve arzi belaların def’ine çok emareler ve çok hadiselerle tebeyyün etmiş. Hatta Kur’ân ın işaretiyle tahakkuk etmiş. Ve yazmasını ve intişarını men etmek zamanlarında dört defa zelzelelerin başlaması ve intişarıyla durmaları ve Anadolu da ekser okunması İkinci Harb-i Umuminin Anadolu ya girmemesine bir vesile olduğu Sure-i Ve l-Asr işaret ettiği, bu iki ay kuraklık zamanında mahkemenin Risale-i Nur’un beraatine ve vatana menfaatli olduğuna dair kararını Mahkeme-i Temyiz tasdik ederek tam bir serbestiyetle Risale-i Nur’un intişar ve okunmasını beklerken, bütün bütün aksine olarak men edilmesi ve mahkemedeki risalelerin sahiplerine iade edilmemesi ve bizi de o cihetle konuşmaktan men etmeleri cihetiyle, belaların def’ine vesile olan bu külli sadaka-i maneviye karşı çıkamadı, günahımız neticesi kuraklık başladı.
Altıncı nokta : Yağmursuzluk bir musibettir ve ceza-yı amel bir azaptır. Buna karşı, ağlamakla ve hüzün ve kederle, niyaz ve hazinane yalvarmakla ve pek ciddi nedamet ve tevbe ve istiğfar ile karşılamak ve sünnet-i seniye dairesinde, bid alar karışmadan, şeriatin tayin ettiği tarzda dergah-ı İlahiyeye iltica etmek ve dua ve o hale mahsus ubudiyetle mukabele etmektir.
Hem böyle umumi musibetler, ekser nasın hatasından geldiği cihetle, o insanların ekseri (kısm-ı azamı) tevbe ve nedamet ve istiğfar etmekle def olur.
Biz Risale-i Nur şakirtleri dünyaya çok ehemmiyet vermediğimizden, dünyaya yalnız Risale-i Nur için baktığımızdan, bu yağmursuzlukta dahi o noktadan bakıyoruz. İşte, Denizli de mahkemeye verilen cüz i bir kısım Risale-i Nur, sahiplerine iadesinin aynı zamanında, burada dahi bir kısım zatlar yazmaya başlamaları aynı vaktinde, bu yağmursuzlukta bir derece rahmet yağdı. Fakat Risale-i Nur’un serbestiyeti cüz i olmasından, rahmet dahi cüz i kaldı. İnşaallah, yakında benim de risalelerim iade edilecek, tam serbest ve intişarı küllileşecek ve rahmet dahi tam olacak.


İmanın Vesile ve Neticesi Duâdır

Duâ, insana samimi ve katışıksız tevhid inancı kazandırır. Bediüzzaman ın ifadesiyle: Duâ eden adam anlar ki, Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder. (23. Söz, 5. Nokta). Aslında duâlarımızla biz, beşerî isteklerimizin gerçekleştirilmesinden daha çok, Rabbimize kulluğumuzu arz eder, O na olan saygımızı, güvenimizi ve O nun gücünün her şeye yettiğini itiraf eder; son noktayı bazen bir sükûtla, bazen de †esbâba tevessül mülâhazası mahfuz†her şeyi O ndan bekleme durumunda bulunduğumuzu vurgulama adına: Ne hâlimiz varsa hepsi de Sana ayân/ Duâ, kapı kullarından miskince bir beyan.. manâsına hâl-i pür-melâlimizi dile getiririz. İnanan bir insan ellerini açıp yakarışa geçince, kendisini gören, soluklarını duyan, içinden geçenleri bilen ve iniltilerini değerlendiren her şeye Kâdir, her şeye Hâkim, istediğini istediği gibi yapan, yaptığı her şeyde farklı hikmetler gözeten birinin var olduğunu düşünür; O nun merhameti, iradesi, meşieti sayesinde her şeyin üstesinden gelebileceği inancıyla gerilir ve en karanlık anlarında bile sürekli huzur yudumlar, itminan soluklar ve ümitle oturur-kalkar. Bu çerçevede günde birkaç defa O na yönelmek, kalbin gözü-kulağıyla fizik ötesi şeyleri görüp işitmeye çalışmak o kadar derin ve anlamlıdır ki, bir kere bu mazhariyeti duyup tadan birinin, bir daha da o kapıdan ayrılması düşünülemez (Gülen 2000, s. 251, 55).

Duâ, aynı zamanda gerçek tevhid inancının bir neticesidir. Duâ konusuna tahsis ettiği 24. Mektub un birinci Zeyl inde Bediüzzaman şöyle yazar: Duâ ubudiyetin ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir. Çünkü duâ eden adam duâsıyla gösteriyor ki: Bütün kâinata hükmeden birisi var ki, en küçük işlerime ıttılaı var ve bilir. En uzak maksudlarımı yapabilir. Benim her halimi görür, sesimi işitir. Öyleyse, bütün mevcudatın bütün seslerini işitiyor ki, benim sesimi de işitiyor. Bütün o şeyleri O yapıyor ki, en küçük işlerimi de Ondan bekliyorum, Ondan istiyorum . İşte, duânın verdiği hâlis tevhidin genişliğine ve gösterdiği nur-u imanın halâvet ve sâfiliğine bak, De ki: Duânız olmazsa Rabbim size ne diye değer versin ki? (Furkân sûresi, 25/77) sırrını anla ve Rabbiniz buyurdu ki: Bana duâ edin, size karşılık vereyim. (Mü min sûresi, 40/60) fermanını dinle. Yine aynı bahiste duâ ile elde edilen sonuçları latîf, leziz ve hazır bir meyveye benzeterek Duâ eden adam bilir ki, birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli her şeye yetişir. diyerek Cenab-ı Hakk ın onun bütün hallerini bildiği gibi, keremiyle bütün ihtiyaçlarını da yerine getireceğini vurgular. Böylece insan, kendini Cenab-ı Hakk ın huzurunda tasavvur ederek, tam bir teslimiyet ve gönül rahatlığıyla O na tevekkül eder.

Bediüzzaman, yağmur namazında yapılan duânın imanın hakikatini, çocukların dahi anlamasına vesile olduğunu söyler ve şöyle der: Yağmur namazının zahir neticesi yağmurun gelmesidir; fakat asıl hakikî, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki: Herkes o vaziyetle anlar ki, onun tayınını veren babası, hanesi, dükkânı değil; belki onun tayınını ve yemeğini veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir tarla gibi tasarrufunda bulunduran bir Zat, onu besliyor, rızkını veriyor. Hattâ en küçücük bir çocuk da, daima aç olduğu vakit validesine yalvarmaya alışmışken, o yağmur duâsında, küçücük fikrinde büyük ve geniş bu manâyı anlar ki: Bu dünyayı bir hane gibi idare eden bir Zat, hem beni, hem bu çocukları, hem validelerimizi besliyor, rızıklarını veriyor. O vermese, başkalarının faydası olmaz. Öyleyse O na yalvarmalıyız der, tam imanlı bir çocuk olur (Risale-i Nur Külliyatı, Emirdağ Lâhikası, II, 1688-9).

İnanan insanın esas vazifesi duâdır. Bediüzzaman ın ifadesiyle İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyleyse, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duâdır. Duâ fıtratın gereğidir. İnsan fıtratı ilim, duâ ve ubudiyet ile tekemmül eder. Bediüzzaman, mahiyet ve istidat itibarıyla her şeyi ilme bağlar; gerçek ilimlerin kaynağının da Allah ı bilmek ve O na iman etmek olduğunu söyler. İnsan, yaratılış gayesi olan iman hakikatine ise duâ ile ulaşır. Kimin merhametiyle böyle hikmetli idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle şefkatle terbiye ediliyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nezaket ve ihtimamla besleniyor ve idare ediliyorum? sorularının cevapları, insanı esas vazifesi olan imana ulaştırır. İnsan, binde birisini dahi yerine getirmekten âciz kaldığı ihtiyaçlarını, bütün ihtiyaçları yerine getiren Zat tan acz ve fakr lisanıyla yalvararak ister. İnsanın esas vazifesi, Aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı âlâ-yı ubudiyete uçmaktır. Demek, insan bu âleme ilim ve duâ vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. (23. Söz, 4. Nokta).

Duâ insanı iman hakikatine ulaştırdığı gibi duâların kabulü ve kabul keyfiyeti de Cenab-ı Hakk ın varlığının delillerindendir. Tohumların ve benzeri maddelerin istidatlarıyla, hayvanların fıtrî ihtiyaçlarıyla ve zorda kalanların ıztırar lisanıyla yaptıkları duâların kabul edilmesi O nun varlığının delilerindendir. Bediüzzaman, İşte, bu nihayetsiz duâların bilmüşahede kabul ve icabeti, her biri vücuba ve vahdete şehadet ve işaret ettikleri gibi, mecmuu, büyük bir mikyasta, bilbedâhe, bir Hâlık-ı Rahîm ve Kerîm ve Mücîbe delâlet eder ve baktırır. diyerek, duânın kabulünün tevhid delillerinden olduğunu ifade eder (33. Söz, 4. Pencere).


Ubudiyetin Ruhu Duâdır

Bir hadislerinde Peygamberimiz, sallallahu aleyhi ve sellem, Allah, kendisinden bir şey istenilmesini sever. İbadetin en faziletlisi, insanın (duâ edip de duâsının neticesinde) sıkıntıdan kurtuluşu beklemesidir. (Taberânî, II, 795); yine başka bir hadislerinde: Duâ ibadettir. buyurmuş ve sonra Rabbiniz buyurdu ki : ‘Bana duâ edin ki size karşılık vereyim. Zira bana ibadet, yani duâ etmeyi kibirlerine yediremeyenler, zelil ve rezil olarak Cehennem e gireceklerdir. (Mü min Sûresi, 40/60) âyetini okumuştur (Tirmizî, Duâ , 1). Duânın ubudiyet olması, hadis-i şerifte işaret buyurulduğu gibi Cenab-ı Hakk ın emri olmasından dolayıdır. Dünyevi, uhrevi bir çok fayda ve hikmetlerinin yanı sıra duâ, edası bizatihi sevap kazandıran bir ibadettir. Zira Cenab-ı Hak, kullarına kendisine duâ etmelerini emretmiştir. Bediüzzaman Hazretleri, duânın ibadet oluşunu, 23. Söz ün Birinci Mebhas ında şöyle delillendirir: Hem duâ bir ubudiyettir. Ubudiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise, o nevi duâ ve ibadetin vakitleridir. O maksatlar, gayeleri değil. Meselâ, yağmur namazı ve duâsı bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa, o ibadet ve o duâ, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyetle olsa, o duâ, o ibadet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz. Nasıl ki, güneşin gurubu, akşam namazının vaktidir. Hem güneşin ve ayın tutulmaları, küsuf ve husuf namazları denilen iki ibadet-i mahsusanın vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nuranî âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i İlâhiyeyi ilâna medar olduğundan, Cenâb-ı Hak, ibâdını o vakitte bir nevi ibadete davet eder.

Duâ, ibadet olduğu için istenilen maksatlar, bazen aynıyla yerine getirilmediği gibi bazen de insana sebepler üstü bir keyfiyette lütuflar ihsan edilebilir. duâda Rabbimiz den istediğimiz şeylerle O nun veriş keyfiyeti arasında sebep-sonuç mülahazasına göre bir münasebet yoktur. Müsebbibü l-esbab ve Kâdiu l-hâcat olan Cenab-ı Allah, O ndan güven ve itimat ederek istenildiğinde, sebeplerle tartıldığında bizim istek ve yakarışlarımızla ortaya çıkması imkânsız neticeleri, hatta bazen herhangi bir sebebe iktiran ettirmeksizin verdiği görülür (Gülen, 2002, s. 131). Bediüzzaman, bazen olması sebepler dairesinde kesin gibi gözüken bazen de olması imkânsız şeyler için duâ edilmesinin sırrını izah ederken duânın ibadet olduğunu söyler ve Abd, kendi aczini ve fakrını duâ ile ilân eder. Zâhirî maksatlar ise, o duânın ve o ibadet-i duâiyenin vakitleridir; hakikî faydaları değil. İbadetin faydası âhirete bakar. Dünyevî maksatlar hâsıl olmazsa, ‘O duâ kabul olmadı denilmez. Belki ‘Daha duânın vakti bitmedi denilir. diyerek, dünyevi maksatların duâda esas alınmaması gerektiğini vurgular (24. Mektup, Birinci Zeyl). Duânın dünyevi fayda ve maksatlarının duâya vakit olduğunu, duânın tam karşılığının âhirette verileceğini ifade eder: Duâ bir ibadettir. İbadetin semeresi âhirette görülür. Dünyevî maksatlar ise, namaz vakitleri gibi, duâ ibadeti için birer vakittirler. duâların semeresi değillerdir. Bediüzzaman a göre, Zâlimlerin tasallutu ve belâların nüzulü, bazı hususî duâlara vakittir. Bu vakitler bâki kaldıkça, o namazlar, o duâlar yapılır. Duânın dünyevi maksatları ise duâların neticesi değil, mukaddimesidir (Külliyat, Mesnevi-i Nuriye, II, 1359).

Bediüzzaman Hazretleri, yağmur duâlarının bazen kabul edilmemesinin hikmetini izah ederken Yağmursuzluk, bu çeşit duâ ve namazın vaktidir, illeti ve hikmeti değil. Nasıl ki güneş ve ayın tutulması zamanında küsuf ve husuf namazı kılınır ve güneşin gurubuyla akşam namazı kılınır; öyle de, yağmursuzluk, kuraklık, yağmur namazının ve duâsının vaktidir. İbadet ve duânın sebebi ve neticesi emir ve rıza-i İlâhîdir, faydası uhrevîdir. Eğer namazdan, ibadetten dünyevî maksatlar niyet edilse, yalnız onlar için yapılsa, o namaz battal olur. Meselâ, akşam namazı güneşin batmaması için ve husuf namazı ayın açılması için kılınmaz. Öyle de, bu nevi ibadet, yağmuru getirmek için kılınsa yanlış olur. Yağmuru vermek Cenab-ı Hakk ın vazifesidir. Biz vazifemizi yaptık; Onun vazifesine karışmayız. der (Külliyat, Emirdağ Lâhikası, II, 1688).

Acze Karşı İstinat Noktası Duâdır

İnsan, fıtraten zayıf ve âcizdir. İnsanın zayıflığına bir çok yazar dikkat çekmiştir. Fransızların ünlü yazarlarından Montaigne, Ne kadar bilge olmak istesek de sonuçta insanız. İnsandan daha dayanıksız, daha sefil ve daha hiç ne var ki? diyerek, insandaki zayıflık halinin fıtriliğini vurgular (Sponville, s. 183). İnsanın kendi güçsüzlüğünü ve zaafını bilmesi büyük bir erdemdir. Kibirlenme ise bilgisizlikten kaynaklanır. Kendini bilen, alçakgönüllü ve mütevazıdır. Yaratıcısına karşı kibirlenen insan ise ya O nu bilmiyordur ya da kendini (Sponville, s. 184).

Bediüzzaman, insanın benlik ve iktidarının gerçekte yaratıcı hiçbir gücü bulunmadığını, her şeyin acz, ihtiyaç, samimî istemek ve fiilî duâ ya dayandığını söyler. Ona göre dış âlemde tabiat fikri insanların sapmalarına nasıl sebebiyet veriyorsa iç âlemde de ben/ene duygusunun bütün sapmaların menşei olduğunu şöyle ifade eder: Zaten ben, nasıl tabiatı icad itibarıyla inkâr ediyorum ve Risale-i Nur bunu kat î ispat etmiş. Öyle de, beşeri gurura, enaniyete, firavunluğa sevk eden iktidarı da tabiat gibi inkâr ediyorum der. Konunun devamında, Kur ân ın feyzi ve Risale-i Nur un delilleriyle evvelâ kendi nefsinde, sonra da herkesteki benlik ve iktidarın Cenab- Hakk ın icad, ihsan ve tevfikinin yalnızca bir perdesi olduklarını aynelyakîn gibi kesin olarak bildiğini söyler (a.g.e., EL . II, 1874). Böylece insan tabiatında asıl olanın acz ve zaaf olduğunu belirten Bediüzzaman, Acz, nidânın mâdenidir. İhtiyaç duânın menbaıdır. (a.g.e., Mesnevi, II, 1320) diyerek, duâ ve yakarışın kaynağının da bu sürekli ve değişmez acz hali olduğunu vurgular.

İnsandaki bu zayıflık hali Yaratıcı nın karşısında hissedildiğinde bir mâna ifade eder. Aksi halde ümitsizlik, ye s ve kederin kaynağıdır. Bu sebeple acz, başkalarına halini şikayete değil duâya vesile olmalıdır. Bu takdirde acz, büyük bir güç olur. Bediüzzaman, insanın acz ve zayıflığındaki bu gücü anlatmak için nazlı bir çocuk örneğini verir. Çocuğun zaafında büyük bir kuvvet, aczinde büyük bir kudret vardır. Eğer zaafını anlayıp duâ etse, aczini bilip istimdat etse, metalibine öyle muvaffak olur ve makasıdı ona öyle musahhar olur ki, iktidar-ı zâtisiyle, aşr-ı mişarına (yüzde birine) muvaffak olamaz. Çocuk ağladığı zaman istediği kendisine hemen verilir. Kendisinden çok daha kuvvetli anne-babası ise çocuk ağladığı zaman âdeta onun emrine girerler. Çocuk, kendi kuvvetiyle elde edemeyeceği bir çok şeyi ağlamasıyla kolaylıkla elde eder. Demek ki, saltanat-ı insaniyet, celb ve gasp etmekle ve galip olmakla değildir. Belki insana bu derece musahhariyetin sebebi, şefkat ve rahmet ve hikmet-i Hâlıktır ki, eşyayı insana musahhar etmiş. Bir gözsüz akrep ve bir ayaksız yılan gibi haşarata mağlûp olan insana, bir kurttan ipeği giydiren ve bir böcekten balı yediren, zaafının semeresi olan teshir-i Rabbânîdir. Yoksa netice-i iktidarı değildir. (Külliyat, Mesnevi-i Nuriye, II, 1386).

Bediüzzaman, 23. Söz ün birinci Mebhas ında duânın insana kazandırdığı kuvveti açıklarken İnsan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyâta maruz ve hadsiz âdânın hücumuna müptelâ; ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcâta giriftar ve nihayetsiz metâlibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, imandan sonra duâdır der. Duâ ise ubudiyetin esasıdır. Nasıl ki bir çocuk, eli yetişmediği meramını ya da arzusunu elde etmek için acz lisanıyla ya ağlayarak fiilî ya da isteyerek kavlî bir duâ etse maksuduna muvaffak olur. Öyle de, insan, bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nazenin, nazdar bir çocuk hükmündedir. Rahmânü r-Rahîm in dergâhında, ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla duâ etmesi gerekir ki fıtratındaki eksiklikleri kuvvete çevirebilsin.

Acz ve zaaf, Allah-u Tealâ nın isim ve sıfatlarının tecelli etmelerine sebep oldukları için insanı güçlü kılar ve insanın sürekli ibadet halinde olmasını temin eder: Cenâb-ı Hak insana hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir zaaf vermiş, tâ ki daimî bir surette dergâh-ı İlâhiye ye iltica edip niyaz etsin, duâ etsin (25. Lem a, 12. Deva). İnsanın fıtratındaki acz ve fakr, O nun Rahmet hazinelerine açılan iki küçük pencere gibidirler. Bu pencereler vasıtasıyla Hak Teâla nın isim ve sıfatlarının insan üzerinde tecelli edişi hakkında Bediüzzaman, Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâl in kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiye ye bu suretle ayinedarlık ediyor der (33. Söz, 31. Pencere).

Acz ve zaaf, duânın makbul ve tesirli olması için en önemli vesilelerdir. Bu sebeple hastaların, elden ayaktan düşmüş ihtiyarların ve çaresizlerin duâlarının makbul olduğu bildirilmiştir. Oruçlunun duâsının kabul edilmesinin bir sebebi de oruç esnasında açlığın getirdiği acz ve zaaftır. Bediüzzaman hazretleri, Bu Ramazan-ı Şerifte acz ve zaafı ve fakr ve ihtiyacı tam hissedip Cenab-ı Hakka iltica etmek, bu surette intibah ve heyecan ve şuur ve şiddet verdi. Ramazan-ı Şerifte şimdi okuduğum münacatların okunmasına bu hâdise mühim bir kuvvet oldu. Zaten musibetler, dergâh-ı İlâhîye sevk etmek için birer kader kamçısıdır. Her okuduğum bir kelime ve duâ da ve münâcâtda şuurlu ve şiddetli oluyor. Resmî ve ruhsuz olmuyor. diyerek Ramazan da yapılan duâların kabul edilmesinin sebebini izah eder. İçinde yaşadıkları ortamda manâsını tam hissederek tesbih ve zikirleri yaptıkları için sahabe-i kiram efendilerimizin ibadet ve duâlarına yetişilemediğini ifade eder (Külliyat, BL , II, 1525).


Fakra Karşı İstimdat Noktası Duâdır

İnsanın bir çok şeye ihtiyacı vardır. İhtiyaçlar insanın hayallerinin ulaştığı yere kadar uzanır. Bediüzzaman ın ifadesiyle: İnsan, mahiyetinin câmiiyeti itibarıyla, sıtmadan müteellim olduğu gibi, arzın zelzele ve ihtizâzâtından ve kâinatın kıyamet hengâmında zelzele-i kübrâsından müteellim oluyor. Ve nasıl ki hurdebinî bir mikroptan korkar, ecrâm-ı ulviyeden zuhur eden kuyruklu yıldızdan dahi korkar. Hem nasıl ki hanesini sever, koca dünyayı da öyle sever. Hem nasıl ki küçük bahçesini sever; öyle de, hadsiz ebedî Cennet i dahi müştakane sever. Kâinatla bu derece alâkalı olan insanın Mâbudu, Rabbi, melcei, halâskârı, maksudu öyle bir Zat olabilir ki, umum kâinat Onun kabza-i tasarrufunda, zerrat ve seyyârat dahi taht-ı emrindedir. Müminler için makbul bir duâ olduğu hadis-i şerifte bildirilen (Taberânî, II, 838) Hazret-i Yunus Aleyhisselâm ın, balığın karnında yaptığı (Sonra karanlıklar içinde şöyle yakarmıştı:) Ya Rabbî! Sensin yegâne İlâh, Senden başka yoktur ilâh. Sübhansın, bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin. Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim! (Enbiyâ Sûresi, 21/87) duâ ve münacatı, sebeplerin sukût ettiği yerde, onları da yaratan Cenab-ı Hakk a halis teveccühten dolayı kabul görmüştür. O halde biz de aynelyakin anlamalıyız ki, gaflet ve dalâletimiz sebebiyle aleyhimize ittifak eden istikbal, dünya ve hevâ-yı nefsin zararlarını def edecek yalnız o Zat olabilir ki, istikbal taht-ı emrinde, dünya taht-ı hükmünde, nefsimiz taht-ı idaresindedir. Acaba Hâlık-ı semâvat ve arzdan başka hangi sebep var ki, en ince ve en gizli hâtırât-ı kalbimizi bilecek. Ve bizim için istikbali, âhiretin icadıyla ışıklandıracak ve dünyanın yüz bin boğucu emvâcından kurtaracak -hâşâ- Zât-ı Vâcibü l-Vücud dan başka hiçbir şey, hiçbir cihette, Onun izin ve iradesi olmadan imdad edemez ve halâskâr olamaz (1. Lem a).

İnsanın ihtiyaçlarını yalnızca Cenab-ı Allah karşılayabileceği gibi, elem ve kederlerini da yine O giderir. Zira insan ruhu Hadsiz hâcâta müptelâ, nihayetsiz a dânın hücumuna hedeftir. Allah a iman, ona bütün hâcâtını temin edecek bir hazine-i rahmet kapısını açar ve bütün a dâsının şerrinden emin edecek bir Kudret-i Mutlaka nın sahibi olan kendi Mâbudunu ve Hâlıkını bildirir ve tanıttırır, sahibini gösterir, mâliki kim olduğunu irâe eder. Böylece insan ruhu kuvvetli bir dayanak ve medet isteme mercii bularak kalbi, vahşet-i mutlakadan ve ruhu hüzn-ü elîmden kurtularak , bitip tükenmeyen bir ferah ve sürekli bir sevinç kazanır (20. Mektup, 1. Makam). İnsanın bütün ihtiyaçlarını karşılayıp onu sürekli mutlu edebilecek yalnızca Allah Teâlâ dır. Nitekim bir hadis-i şeriflerinde Peygamber Efendimiz, sallallahu aleyhi ve sellem, Allah tan kusurlarınızı örtmesini, korkularınızdan emin kılmasını isteyin. (Taberânî, II, 787) buyurmuştur. Bu sebeple Bediüzzaman tam bir teslimiyet içinde şöyle seslenir: Hiçbir şeyi duâlarıma, taleplerime ve niyazlarıma hedef ittihaz etmem. Ancak küre-i arzı harekete getiren, felek çarklarını durdurmaya ve şems ve kamerin yerleştirilmesiyle zamanın hareketini teskin ettirmeye ve vücudun şahikalarından yuvarlanıp gelen şu dünyayı sakin kılmaya kadir olan kudreti nihayetsiz Rabb-i Zülcelâle duâlarımı, niyazlarımı arz ve takdim ediyorum. Çünkü, her şeyle alâkadar âmâl ve makasıdım vardır. Ve keza, kalbime vaki olan en ince, en gizli hatıraları işittiği ve kalbimin müyûl ve emellerini tatmin ettiği gibi, akıl ve hayalimin de temenni ettikleri saadet-i ebediyeyi vermeye kâdir olan Zât-ı Akdes den maada kimseye ibadet etmiyorum (Külliyat, MN , II, 1322).

Acz ve fakrın duânın iki önemli esası olduğunu sürekli vurgulayan Bediüzzaman Hazretleri, Ey Said! Gurur ve enaniyeti bırak. Dergâh-ı ulûhiyetinde, acz ve zaafını, fakr ve fâkatını istimdat ve lisan-ı tazarru ve ubudiyetle ve duâyla ilân et. (a.g.e. 1386) diyerek, duâda acz ve fakrın kulluk şuurunun yerleşmesinde ne derece önemli olduğuna dikkat çekmiş ve duâlarında şöyle yakarmıştır: Yâ Rabbî, yâ Hâlıkî, yâ Mâlikî! Seni çağırmakta hüccetim, hâcetimdir. Sana yaptığım duâlarda uddetim fâkatimdir. Vesilem, fıkdan-ı hile ve fakrimdir. Hazinem aczimdir. Re sülmâlim, emellerimdir. Şefîim, Habîbin (aleyhissalâtü vesselâm) ve rahmetindir. Af eyle, mağfiret eyle ve merhamet eyle, yâ Allah, yâ Rahmân, yâ Rahîm! Âmin. (a.g.e., II, 1320).


Sonuç

Yalnızlık, çaresizlik, sıkıntı, ümitsizlik ve gelecek korkusu gibi çağımız insanının problemlerinin aşılması insan fıtratının tanınmasıyla mümkündür. Yaratılışın tesadüflere havale edilmesi, insanın başıboş ve gayesiz tasavvur edilmesi sonucunda ortaya çıkan psikolojik ve vicdani problemleri aşmanın yegane yolu insanın tanınmasıdır. Dahilerin, dünya nimetlerinden en üst seviyede istifade eden mal ve makam sahiplerinin iç sıkıntıları ve buhranlarını aşamadıkları, hattâ bu kabil problemlerle en fazla onların karşılaştığı müşahede edilmektedir. Halbuki insanın Cenab-ı Hakk a kul olduğunu kabul ederek, tam bir iman ile O na teslim olması durumunda geçmiş, şimdi ve gelecek anlam kazanmakta ve aydınlanmaktadır. Bunun sonucunda gelecek endişesi ve şimdiki halin sıkıntılarından kurtulan insan, tam bir hürriyet kazanarak hayatın anlamını idrak etmesi mümkün olmaktadır.

Hak Teâlâ ya teslimiyetin ve kulluğun en halis şekillerinden birisi duâdır. Duâ, sebeplerin bitip de insanın çaresiz kaldığı durumlarda bile her şeyi Allah tan bekleme ve O na sığınma duygusuyla insanı çaresizlikten kurtarmakta, ona önünde daima açık bir kapı bulunduğunu hatırlatmaktadır. Mevlanâ Câmi nin Bir i iste, başkaları istenmeye değmiyor; Bir i çağır başkaları imdada gelmiyor (17. Söz, 2. Makam) sözleriyle ifade ettiği her duâyı duyan, her ihtiyaca cevap veren bir Rabb-i Rahimimiz bulunduğu gerçeğine inanmak, her dönemde insan oğlunun en büyük dayanağı ve ümit kaynağıdır.

Ubudiyetin her an hissedilmesi ve hayatın kulluk şuuruyla tanzim edilmesi, böylece hayatın anlam kazanması ancak duâ ile mümkündür. İnsan, kendi fıtratını ve hayatın anlamını pratik olarak yalnızca duâ ile keşfedebilir. Nitekim ünlü hekim Alexis Carrel, Duâ ortamında insan kendini olduğu gibi görür, kendine gelir. Hırsını, hatalarını, eğri düşüncelerini, kibir ve gururunu belirleyerek ahlâki görevlerini yerine getirmeye hazır bir duruma ulaşır. (s. 45) diyerek duânın ahlâkın güzelleştirilmesindeki önemini vurgulamıştır. Ahlâk, duâ ile tekamül eder. Bediüzzaman bu hususu Duâ ve tevekkül meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelân-ı şerri keser, tecavüzâtını kırar. (26. Söz, İkinci Mebhas) ifadeleriyle belirtir. İnsanın cüzî iradesinin yaratıcılık gücü yoktur. Matüridîlere göre insan iradesi yalnızca hayra ya da şerre meyledebilir. İnsanın hayra meyletmesinde duânın ciddi tesiri vardır. Bu meyelanın ortaya çıkmasında da Cenab-ı Hakk ın irade ve kudretinin aslî rolü çok önemlidir.

Bediüzzaman hazretleri, duâ ve ibadetlerin yerine getirilmesinde aşk yerine acz ve fakrı hareket noktası almıştır. Zira o, Cenab-ı Hakk a olan ihtiyaçların hissedilmesinin insanı kademe kademe Hak Teâlâ nın esma ve sıfatlarına ulaştıracağını, acz ve fakrın şuurunda olarak yapılan duâ ve ibadetlerin aşkı da içine alan bir yol olduğunu vurgulamıştır. İnsanın mahiyeti ulviye, fıtratı câmia olduğundan, binler envâ-ı hâcât ile binbir esmâ-i İlâhiye ye, her bir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır. Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır. sözleriyle bu gerçeği ifade eder. Yani ihtiyaçlar insanı iştiyaka, katmerli iştiyak muhabbete, katmerli muhabbet ise aşka götürür. O, bu gerçeği bir başka yerde şöyle açıklar: Bazen insan, câmiiyet-i mahiyet cihetiyle hadsiz ihtiyacât noktasında esmâya muhtaç ve müştak olur ve o ihtiyaçla sever. Meselâ, sen bütün şefkat ettiğin akraba ve fukara ve zayıf ve muhtaç mahlûkata karşı âcizâne istimdat ihtiyacını hissettiğin halde biri çıksa, istediğin gibi onlara iyilik etse, o zâtın in âm edici ünvanı ve kerîm ismi ne kadar senin hoşuna gider; ne kadar o zâtı o ünvanla seversin. Öyle de, yalnız Cenâb-ı Hakk ın Rahmân ve Rahîm isimlerini düşün ki, sen sevdiğin ve şefkat ettiğin bütün mü min âbâ ve ecdadını ve akraba ve ahbabını dünyada nimetlerin envâıyla ve Cennet te envâ-ı lezâizle ve saadet-i ebediyede onları sana gösterip ve kendini onlara göstermesiyle mes ud ettiği cihette o Rahmân ismi ve Rahîm ünvanı ne kadar sevilmeye lâyıktırlar; ve ne derece o iki isme ruh-u beşer muhtaç olduğunu kıyas edebilirsin (32. Söz, 3. Mevkıf, 2. Mebhas).

Bediüzzaman hazretlerinin 32. Söz ün sonundaki şu münâcâtı onun duâ konusundaki fikirlerinin özeti gibidir: Yâ Rab! Nasıl büyük bir sarayın kapısını çalan bir adam, açılmadığı vakit, o sarayın kapısını, diğer makbul bir zâtın sarayca menus sadâsıyla çalar, tâ ona açılsın. Öyle de, bîçare ben dahi, Senin dergâh-ı rahmetini, mahbub abdin olan Üveys el-Karânî nin nidâsıyla ve münâcâtıyla şöyle çalıyorum. O dergâhını ona açtığın gibi, rahmetinle bana da aç:

İlâhî ente Rabbî ve ene l-abd ve ente l-Hâliku ve ene l-mahlûk ve ente r-Rezzâku ve ene l-merzûk ve ente l-Mâliku ve ene l-memlûk ve ente l-Azîzu ve ene z-zelîl ve ente l-Ganiyyü ve ene l-fakîr. (Mecmûatü l-Ahzâb, Evrâd-ı Şâzelî, s. 323-324).

* Araştırmacı -Yazar
bkutluboga@yeniumit.com.tr

Kaynaklar

- Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, I-II, Nesil yayınları, İstanbul 2001.
- Carrel, Alexis, Duâ, (çev. Ali Erçetin), İstanbul 1999.
- Gülen, M. Fethullah, Duâ , Işığın Göründüğü Ufuk un içinde, s. 251-257, İstanbul 2000.
- Gülen, Kırık Testi, İstanbul 2002.
- Gülen, Duâ Zamanı , Örnekleri Kendinden Bir Hareket in içinde, s. 132-155, İstanbul 2004.
- Gümüşhanevî, Ahmed Ziyaüddîn, Mecmûatü l-Ahzâb, Evrâd-ı Şâzelî cildi.
- Huxley, Aldous, Kalıcı Felsefe, (çev. Latif Boyacı), İstanbul 2003.
- Sponville, Andre Comte, Büyük Erdemler Risalesi, (çev. Işık Ergüden), İstanbul 2004.
- Taberânî, Kitâbu d-Duâ, I-III, Beyrut 1987.


0 yorum:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...