8 Ekim 2013 Salı

İktisat İsraf Şükür Mutlaka Oku !



“İktisat Risalesi; İktisat ve kanaate, israf ve tebzire dairdir.”
"Yiyin, için, fakat israf etmeyin." Şu ayeti kerime, iktisada kat’i emir ve israftan nehy-i sarih suretinde gayet mühim bir ders-i hikmet veriyor.
Halık-i Rahim, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise şükre zıttır, nimete karışı hasaretli bir istihfaftır. İktisat ise, nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır. “İktisat eden maişetçe aile belasını çekmez” mealindeki hadis-i şerifi sırrıyla, iktisat eden maişetçe aile zahmet ve meşakkatini çok çekmez diye başlayan risalede iktisat etmenin faydaları anlatılmaktadır.
İktisadın faydaları;
1- Şükrü manevi
2- Nimetlerdeki rahmeti İlahiyeye karşı bir hürmet
3- Hem kat’i bir surette sebeb-i bereket
4-Hem bedene perhiz gibi bir medar-ı sıhhat
5- Hem manevi dilencilikten kurtaracak bir sebeb-i izzet
6-Hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine kuvvetli bir sebeptir.
Dil ve midenin vücuttaki konumları: Ağızdaki dil bir kapıcıdır. Mide ise cesedin idaresi noktasında bir efendidir. Yemeklerde lezzetlerin ancak %5’i tercih edilebilir. Eğer kapıcı olan dile % 5’den fazla verilirse kapıcı olan dil, efendi benim deyip sadece lezzetli yemekleri kabul etmeye başlayacak. Vücuttaki dengeyi de bozacaktır. İktisat ise, hikmet-i İlahiyeye uygun hareket olduğu için dili kapıcı hükmünde tutup ona göre bahşiş verir.
Yemeklerdeki israfın zararları:
1-Mideyi karıştırır.
2- Hakikiyi iştihayı kaybeder.
3- Yemeklerin çeşitliliğinden gelen suni, yalancı bir iştah ile yedirir.
4- Hazımsızlığa sebep olur.
5- Hasta eder.
Günümüz Avrupasında yetişkinlerin üçte biri fazla kiloludur. ABD’de ise bu oran % 61’dir. Her iki bölgede obezite (aşırı şişmanlık durumu) oranları 1990’larda büyük bir artış gösterdi. Bu sorun doğrudan yağlı ve şekerli gıdaları ucuzlatma ve bol bulunur hale getirme politikasından kaynaklanmaktadır. Dünyada en fazla satılan 10 ilaç sınıfından toplam satışın % 18’ini oluşturan beşi; mide yanması, obezite, kalp hastalıkları ilaçlarıdır. ABD’de 1990’ların sonunda obeziteyle ilgili sağlık harcamaları, toplamın % 12’sini oluşturmaktadır.
Bediüzzaman Said Nursi, yalnızca yazdıklarıyla değil kendi hayatında da fiilen iktisadı tavsiye etmiş ve göstermiştir. Bunu eserlerinde de dile getirmiştir: Evet iktisat kat’i bir sebeb-i bereket ve medar-ı hüsn-ü maişet olduğuna o kadar kat’i deliller var ki, had ve hesaba gelmez. Ezcümle, ben kendi şahsımda gördüğüm ve bana hizmet ve arkadaşlık eden zatların şehadetleriyle diyorum ki: İktisat vasıtasıyla bazan bire on bereket gördüm ve arkadaşlarım gördüler. Hatta dokuz sene (şimdi otuz sene) evvel benimle beraber Burdur’a nefyedilen reislerden bir kısmı, parasızlıktan zillet ve sefalete düşmemekliğim için, zekatlarını bana kabul ettirmeye çok çalıştılar. O zengin reislere dedim, Gerçi param pek azdır. Fakat iktisadım var, kanaate alışmışım. Ben sizden daha zenginim. Mükerrer ve musırrane tekliflerini reddettim. Cay-ı dikkattır ki, iki sene sonra bana zekatlarını teklif edenlerin bir kısmı, iktisatsızlık yüzünden borçlandılar. Lillahilhamd, onlardan yedi sene sonra, o az para, iktisat bereketiyle bana kafi geldi. Benim yüz suyumu döktürmedi, beni halklara arz-ı hacete mecbur etmedi. Hayatımın bir düsturu olan “nastan istiğna” mesleğimi bozmadı.6
Az yemekle iktifa etmesi: “neyle yaşıyorsun?” sorularına karşılık, yemeğindeki bereket ve ikram-i İlahiyi, iktisat prensibini ve az yemekle iktifa etiğini bilmecburiye anlatmıştır. Bediüzzaman’ın talebeleri de bu durumu teyid etmektedirler. Üstadımız çok az yerdi, yediği zamanda beş saat geçmeyince tekrar yemek yemezdi. “Üstadın yemekleri çok sade idi. Ekseri yemekleri şehriye çorbası, pirinç çorbası, sulu yemekler, yoğurt ve yumurta idi. Üstadımız onbeş günde bir et yerdi.”7
Midenin üç hakkı var: Talebelerinden Molla Hamid anlatıyor “Annem yetmiş yaşlarındaydı. Yemeğimizi o pişirirdi. Üstad bir gün bulgurları eve götürmemi istedi. Sabahları çay, peynir, akşamları ise bulgurlu ise bulgurlu çorba ve pilav yaptırarak günlerimizi geçiriyorduk. Annemin yaptığı çorba ve pilavları alıp getiriyordum. Üsdad yemek yerken herkesin ekmeğini ayırır, taksim ederdi. Ekmek bana az geliyordu. Sofradan altı talebe bir de Üstad yedi kişi oluyorduk. Bazan misafirimiz de gelirdi. Üstad bana şefkat ettiğinden cesaret alarak, ekmeğin az olduğunu söyledim. Evde çok buğday olduğunu, getirip bol bol yiyebileceğimizi ifade ettim. Üstad tebessüm ederek: Kardeşim ben azlığı için, olmadığı için böyle yapmıyorum. Siz midenizi neye benzetiyorsunuz? Midenin üç hakkı üç hissesi vardır. Sadece birisi yemek içindir. Eğer böyle yapmaz da ölçüsüz doldurursanız, beş davarlık bir ahıra, on beş davar doldurmaya benzer.”8
Elbiseleri: “Şu üstümdeki sakoyu yedi sene evvel eski olarak almıştım. Beş senedir elbise çamaşır, papuç, çorap için dört buçuk lira ile idare ettim. Bereket, iktisat ve rahmet-i İlahiye bana kafi geldi.”9
Dünyalık adına çok az bir şeyle iktifa etmesi: Muhtelif zamanlarda kendisini ziyaret edenler tarafından anlatılanlara bakıldığında çok sade bir hayat yaşadığını anlıyoruz. Talebeleri şunları anlatmaktadırlar: “Bediüzzaman Said Nursi’nin odasında ince bir yer yatağı, ince bir yorgan, bir cep saati, ibrik, çay takımı vardı. Başkada göze çarpan dünyalık bir şey görmedim.”
“Yerde bir hasır vardı. Bütün evindeki eşyalar, o günkü para ile yüz lira değerinden az ederdi. Bir de demirden soba vardı.”
“Bildim ve gördüğüm kadarıyla, Bediüzzaman’ın siyah kaput bezinden bir cübbesi, mestsiz bir gıslavet lastiği, omuzunda bir seccadesi ve elinde bir ibriği vardı. Dünya malı bu, gittiği yerlere de bunları taşırdı.”10
İnsanı ve insanlığı zor durumda bırakan, onu muhtaç hale düşüren israfın da çeşitleri vardır. Bunları şöyle gösterebiliriz:
a) Yeme-içmede israf: Yüce dinimiz, ihtiyacımız olan gıdayı azaltıp iş gücümüzü kaybetmeyi tasvip etmediği gibi, gereğinden fazla yiyip içmeyi de yasaklamıştır. Peygamberimiz de (s.a.v.) “ Ademoğlu, karnından daha şerli bir kap doldurmamıştır. İnsana belini doğrultacak Birkaç lokma yeter. Yemek yediği zaman, midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içmeye, üçte birini de nefes almaya ayırsın”diye buyurmaktadır.
b) Hayat noktasında en büyük nimet olan ekmeği israfı: Türkiye’de üretilen günlük 120 milyon ekmeğin yaklaşık 12 milyonu israf edilmektedir. Bunun ekonomiye günlük zararı 2.6 milyon liradır. Türkiye’de her yıl yaklaşık 44 milyar adet ekmek üretiliyor. Bu ekmeklerin yüzde 16’sı evlerde olmak üzere yaklaşık 40 milyar adedi tüketiliyor. 4 milyar adedi israf ediliyor.11 Bu durum ekonomik açıdan da büyük kayıplara yol açmaktadır. Bir İslam ülkesinde sadece ekmekte bu kadar israfa düşülmesi meselenin bir başka boyutunu oluşturuyor.
c) Su da yapılan israf: Kur’an-ı Kerimde 63 yerde kendisinden bahsedilen ve “Canlı her şeyin ondan yaratıldığı bildirilen12 “Şerait-i hayat” ve “umumi nimetlerden olan suyun” da iktisatlı kullanılması gerekmektedir. Dünyada her yıl, en az 5 milyon kişinin sağlıksız içme suyu yüzününden öldüğü ve dünyada milyonlarca kişinin ciddi su sıkıntısıyla karşı karşıya olduğu, hatta kimi Afrika ülkelerinde su yerine hayvan idrarlarının içildiği, su savaşlarının kapıda olduğu göz önüne alındığında Peygamberimizin (s.a.v.) su konusundaki iktisatlı davranışı ve tavsiyeleri daha iyi anlaşılmaktadır. Hadislerde abdest alırken dahi gereğinden fazla su kullanılması mekruh sayılmıştır. Konu ile ilgili nakledilen bir hadis şöyledir: “Sa’d abdest alırken Hz. Peygamber (s.a.v) çıka geldi. Onun çok su kullanarak abdest aldığını görünce: “Bu israf da ne? diye müdahale etti. Sa’d’ın: “Abdeste israf olur mu?” diye sorması üzerine Resulullah (s.a.v) şu açıklamayı yaptı: ”Evet, akmakta olan bir nehir kenarında olsanız da” diye buyurdu.13
d) Enerjide yapılan israf: Enerjide çok ciddi israf içerisindeyiz. Evlerde, resmi dairelerde hatta ibadet yerlerinde dahi enerji israf edilmektedir. Türkiye’de tüketilen enerjinin % 30’luk bölümü israf edilmektedir. Enerji tüketimindeki % 25 lik tasarruf potansiyeli 11.500.000 ton petrole karşılık gelmektedir. Enerjinin iktisatlı kullanılması konusunda Said Nursi’nin bu konuda da hepimize örnek bir davranışı vardır: Bir talebesinin mangala gereğinden fazla kömür koyduğunu gördüğünde fazla kömürleri mangaldan çıkarttırmıştır. Bugünkü dünya krizine baktığımızda da mangaldan kömür çıkarma zamanı gelmiştir diyebiliriz. Hiç bitmeyecek sanılan enerji kaynakları bu günlerde kimi devletleri karşı karşıya getirmektedir. Enerji artık büyük bir silah olarak kullanılıyor. Devletler birbirlerine karşı gaz vanalarını sıkıyor. Batı medeniyetinin anlayışında sanki her şey “aşırı tüketim” üzerine kurulmuş gibi. Alış veriş, aşırı tüketim sanki bir ibadet haline getirilmiştir. Bu da her alanda dünyanın sonunu yaklaştırıyor.
e) Kaynakların israfı: Kaynaklar denildiğinde, genel anlamıyla bir ülkenin sahip olduğu yeraltı ve yerüstü zenginlikleri akla gelmektedir. Denizler, akarsular, ormanlar ve tarıma elverişli araziler, kara ve deniz hayvanları. Çağımızda her alanda kaynak israfının göz ardı edilemeyecek boyuta ulaştığı bir gerçektir. Yüce Allah, kainattaki her bir şeyi insanın hizmetine sunmuştur. Yaratılan her şey denge temeline oturtulmuştur. “Göğü Allah yükseltti ve mizanı (dengeyi) O koydu, sakın dengeyi bozmayın”14 anlamındaki ayet bu gerçeği dile getirmektedir. Bu dengenin bozulması, insanlık alemi için zor günlerin başlangıcının habercisidir.
Ekolojik Denge
Aşırı israf ve tüketimin ekolojik dengeyi de bozduğu artık herkes tarafından kabul edilmektedir. Ekolojik dengenin önemli unsurlarından olan hayvanlar ve bitkiler, ekosistemin devamında önemli rol oynamaktadırlar. Fakat günümüzde gerek hayvan türleri gerekse bitki türleri ciddi bir yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Bu iki unsurda insan hayatıyla çok bağlantılı oldukları için Kur’an-ı Kerimde bir çok yerde bahis konusu olmuşlardır; hatta bazı surelere adları dahi verilmiştir. Bakara (inek), Nahl (arı), Ankebut (örümcek), Neml (karınca) ve Tin (incir) Suresi gibi. Kur’an’ın hayvanlara verdiği öneme paralel olarak Bediüzzaman Said Nursi de hayvanlara çok önem vermiş ve eserlerinde birçok hayvan türünden bahsetmiştir. Aynı şekilde eserlerinde 214 yerde ağaçlardan bahsetmektedir.
Bediüzzaman Said Nursi, kainattaki bütün mahlukatı ibadette, kendisine arkadaş ve dost olarak görmesi çok önemli bir bakış açısıdır. Mahlukat böyle algılanırsa, hangi insan tabiatı tahrip edebilir? Ayrıca bu dostluktan dolayıdır ki, onlara yapılan her türlü tahrip ve hakareti engellemiştir. Onun bu düşüncesi, eşeğe eşek denilmesini bile hakaret kabul ediyor. Onlara işlek denmesini istiyor. “Evet bu bahr-i müsebbih olan şu semavatın kelimat-ı tesbihiyesi, aylar, yıldızlar olduğu gibi, bir tayr-i müsebbih ve hamid olan şu zeminin dahi elfaz-ı tahmidiyesi, hayvanlar ve nebatlar ve ağaçlardır” diyen Said Nursi’nin ağaçlarla olan dostluğu çok manidardır. Her daim onlarla beraber olmuştur. Çam Dağı, Erek Dağı, Yuşa tepesi... onun tefekkür yerleridir. Said Nursi’nin ağaçlara bakışı manidardır: “Arzdaki nebatat ve hayvanat, efrad-ı aile ile erzak vesaire gibi levazımat-ı beytiye hükmündedir. Her bir ağaç birer mektub-u Rabbanidir.” “Güya çiçek açmış her bir ağaç gibi, o ağaç dahi, nakkaşının metinlerini teganni eden manzum bir kasidedir.” “Bütün ağaç ve nebatat, yaprakları ve çiçekleriyle seni bedahat derecesinde tanıttırıyor ve tanıyorlar.” “Bir ağaç bir kelimedir.” “Her biri ayet-i mücesseme hükmünde olan şu ağaçlardan…” “ Madem ağaçlar birer cesed oldu, bütün yapraklar dahi diller oldu, demek her biri, binler dilleri ile havanın dokunmasında “hu, hu” zikrini tekrar ediyorlar.” “Bir ağaç bir kainat hükmünde.”, “Bir ağaç bir kelimedir, ne kadar sayfası vardır. Bir meyve bir harf, bir çekirdek, bir noktadır. “Bazan bir ağaç gibi bir kelimede bir kasideyi yazan…” “Şu ağaçlar raksa gelmiş cezbe istiyorlar…” “Kudret-i Fatıranın büyük mucizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları…” “Ya güya çiçek açmış her bir ağaç, güzel yazılmış manzum bir kasidedir ki, o kaside Fatır-ı Zülcelalin medayih-i bahiresini inşad edip şairane lisan-ı hal ile söylüyor.” “Ve umum eşcar ve nebatatın cezbedarane hareket-i zikriyede bulunan yapraklarından…” “Mesela o Rahmet, her baharda umum ağaçları ve meyveli nebatları cennet hurileri gibi giydirip süslendirip ellerine her çeşit meyveleri verip bizlere uzatıp haydi alınız yiyiniz dediği…” gibi ifadelere Risale-i Nurların muhtelif yerlerinde sıkça rastlamak mümkündür.15 Onun düşüncesinde ağaçlar odun olmaktan çıkarak farklı bir mertebeye ulaşmakta, Cenab-ı Hakkı tesbih eden ve bu yolda insanlara yol gösteren varlıklar olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Ondandır ki, bir talebesine şunları söylüyor. “Ehl-i hükümet gelerek; eğer razı olursan şu ağacın bir dalını keseceğiz. Sana da on bin altın vereceğiz deseler, vallahi razı olmam”16demiştir.
Bediüzzaman Said Nursi’nin hayvanlarla ilişkileri ve onlara olan şefkati de şayan-ı dikkattir. Said Nursi’nin karıncaya ekmek verecek kadar şefkati hiçbir hayvanseverde yoktur. O, hayvanlara hitap ederken dahi hususi itina göstermiştir. Mesela, “Üstadımız Barla’da fazla merkep kullanıldığı için, bunlara eşek demeyin, hayvana hakaret oluyor. İşlek deyin, çünkü bunlar çok çalışkan hayvanlardır.”17 derdi. Sinekleri öldürme noktasında da Bediüzzaman son derece şaşırtıcıdır. “Latif Nükteler” isimli eserinde başından geçen bir olayı şöyle anlatmaktadır: “Güz mevsiminde sineklerin terhisat zamanına yakın bir vakitte, hodgam insanlar, cüz’i tacizleri için sinekleri itlaf istemek üzere hapishanede odamızda bir ilaç istimal ettiler. Benim fazla rikkatime dokunmuştu. Odamda çamaşır ipi vardı. Bilahare, o insanların inadına sinekler daha ziyade çoğaldılar. Akşam vaktinde, o küçücük kuşlar, o ip üstünde gayet muntazam diziliyorlardı. Çamaşırları sermek için Rüştü’ye dedim, ‘Bu küçük kuşlara ilişme; başka yere ser.’18 Sinekleri değil öldürmek, yerlerinden uçurularak rahatsız edilmelerini dahi istemeyen bir hayvan sevgisine sahip olan Said Nursi, “ Fatır-ı Hakim, o küçücük kaderi mektupları ve kudret kelimelerinin nüshalarını çok teksir etmiş”19 diyerek onlara hangi gözle baktığını ortaya koyuyor. Bediüzzaman’ın talebeleri de: “Bağlarda bol miktarda yaban elmalarına rastlamaktaydık. Biz bu elmalardan koparıp yemek istediğimiz zaman Üstad mani olurdu. “Bizim hissemiz bağlarda ve bahçelerdedir. Bizim rızkımızı, Cenab-ı Hak oralarda tayin etmiştir. Bu yabani meyveler, yabani hayvanların rızkıdır. Onların kısmetine dokunmamamız lazımdır” derdi. Yine Erek dağında hayvan kestiğimiz zaman, hayvanın işkembe, ciğer ve bağırsak gibi organlarını bırakmamızı, hayvanların yiyeceklerini söylerdi.”20Sözleriyle onun bu noktadaki örnek yaklaşımını dile getirirler.
Başka bir örnekte; talebelerinden Molla Hamid Ekinci, kendisine dağda bir kertenkele öldürdüğünü söylediğinde onu şöyle sorguya çektiği anlatılır: “Evini harap etmişsin.” Ben de, “Bizde yedi kertenkele öldürmenin bir hac sevabı kazanacağını söylerler” dedim. Bu defa Üstad: “Otur da konuşalım, kim haklı, kim haksız? O hayvan sana taarruz etti mi" “Hayır” “Elinden bir şeyini aldı mı? “Hayır”. “O hayvanın rızkını sen mi veriyorsun? “Hayır” “Senin mülkünde, arazinde mi geziyordu? “Hayır” “Sen mi yarattın”. “Hayır” “Bu hayvanların niçin yaratıldıklarını, fıtri vazifelerini biliyor musun? Bu hayvanı yaratan Halık senin öldürmen için mi yaratmış? Sana kim dedi öldür.21
Başka bir örnek: “Bayırın yamacında Üstadın istediği odayı yapıyorduk. Kazarken karınca yuvası çıktı. Üstad karınca yuvasını gördü. Orayı kazmamızı istemedi. Sebebini sorduğumuzda, bir ev yıkıp, bir ev yapmak olur mu?” diye cevap verdi. “Bu hayvanların yuvasını dağıtmayın, başka yeri kazın” diye emretti. Biz başka tarafı kazmaya başladık. Oradan da karınca yuvası çıktı. Böylece üç yer değiştirdik.”22
Her şeyin İlahi dengeyi sağladığını, Cenab-ı Hakk’ın “Şüphesiz, biz her şeyi bir ölçüye göre yaratmışızdır.” buyruğunun kainattaki her varlığın korunmasını gerektirdiğini bilen Said Nursi aynı zamanda varlıkları Esma-i Hüsna’nın birer tecellisi olarak görmekte ve bu varlıklara hakettiği değeri vermektedir.
Sonuç
İnsanlık bütün davranışlarını fıtri çizgiye çekmek zorundadır. Said Nursi’nin “Yılanın yuvası” diye adlandırdığı gelir dağılımındaki dengesizliğin dünya genelinde düzeltilmesi, daha adil ve dengeli bir bölüşümün sağlanılması sulh-u umumi için ön şarttır. Ayrıca, insanlık kendi hizmetine sunulan bütün nimetlere bakış açısını değiştirmelidir. Bize verilen nimetler, her yönüyle tabiat; Allah’ın kendisine verdiği bir emanettir. İnsanlığın bu anlayışla insan dışındaki varlıklara da hak ettiği değeri vermesi gerekiyor. İnsanlığın huzuru için, gayri zaruri ihtiyaçlarından feragat edip hazlara karşı kendisini frenlemesi gerekir. İnsanlığın bir çok noktada kendisini frenlemeyi, aşırı israftan ve tüketimden kaçınmayı öğrenmesi de muhtemel krizlerden de kendisini koruyacaktır.
Öz
Günümüz dünyasının acilen çözülmeyi bekleyen en büyük problemlerinden biri olan çevre kirliliği ve tabii dengenin bozulmasının ana sebeplerinden birisi hiç şüphesiz ki israftır. İsraf, sosyal hayatın her alanında yok edici bir hastalık olarak insanlığın geleceğini tehdit etmektedir. İnsanlık bütün davranışlarını fıtri çizgiye çekmek zorundadır. Bize verilen her şey emanettir. İnsanlığın bu anlayışla insan dışındaki varlıklara da hak ettiği değeri vermesi gerekiyor. İnsanlığın huzuru için, gayri zaruri ihtiyaçlarından feragat edip hazlara karşı kendisini frenlemesi gerekir. İnsanlığın birçok noktada kendisini frenlemeyi, aşırı israftan ve tüketimden kaçınmayı öğrenmesi de muhtemel krizlerden de kendisini koruyacaktır.
Cevat ÇAKIR(köprü dergisi)



On Dokuzuncu Lem’a
İktisat Risalesi
İktisat ve kanaate, israf ve tebzîrdairdir.
   كُلُوا وَاشْرَبوُا وَلاَ تُسْرِفُوا 1
ŞU ÂYET-İ KERİME, iktisada kat’î emir ve israftan nehy-i sarih suretinde gayet mühim bir ders-i hikmet veriyor. Şu meselede Yedi Nükte var.
BİRİNCİ NÜKTE
Hâlık-ı Rahîmnev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor.2 İsraf ise şükre zıttır, nimete karşı hasâretli bir istihfaftır. İktisat ise, nimete karşı ticaretli birihtiramdır.
Evet, iktisat hem bir şükr-ü mânevî, hem nimetlerdeki rahmet-i İlâhiyeye karşı birhürmet, hem kat’î bir surette sebeb-i bereket, hem bedene perhiz gibi bir medar-ı sıhhat, hem mânevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nimetiçindeki lezzeti hissetmesine ve zâhiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebeptir. İsraf ise, mezkûr hikmetlere muhalif olduğundan,vahîm neticeleri vardır.
İKİNCİ NÜKTE
Fâtır-ı Hakîm, insanın vücudunu mükemmel bir saray suretinde ve muntazam bir şehir misalinde yaratmış. Ağızdaki kuvve-i zâikayı bir kapıcı, âsâb ve damarları

telefon ve telgraf telleri gibi, kuvve-i zâika ile merkez-i vücuttaki mide ile bir medar-ı muhabereleridir ki, ağza gelen maddeyi o damarlarla haber verir. Bedene, mideye lüzumu yoksa “Yasaktır” der, dışarı atar. Bazan da, bedene menfaati olmamakla beraber, zararlı ve acı ise, hemen dışarı atar, yüzüne tükürür.
İşte, madem ağızdaki kuvve-i zâika bir kapıcıdır; mide, cesedin idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahut o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nev’inden ancak beş derecesi muvafık olur, fazla olamaz. Tâ ki, kapıcı gururlanıp, baştan çıkıp, vazifeyi unutup, fazla bahşiş veren ihtilâlcileri saray dahiline sokmasın.
İşte, bu sırra binaen, şimdi iki lokma farz ediyoruz. Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddî maddeden kırk para, diğer lokma en âlâ baklavadan on kuruş olsa; bu iki lokma, ağza girmeden, beden itibarıyla farkları yoktur, müsavidirler. Boğazdan geçtikten sonra, ceset beslemesinde yine müsavidirler. Belki, bazan kırk paralık peynir daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki kuvve-i zâikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var. Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak ne kadarmânâsız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin.
Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. “Hâkim benim” der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak. “Aman, doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün” dedirmeye mecbur edecek.
İşte, iktisat ve kanaathikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü‑ü et’imeden gelen sun’î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.
ÜÇÜNCÜ NÜKTE
Sabık İkinci Nüktede, “Kuvve-i zâika kapıcıdır” dedik. Evet, ehl-i gaflet ve ruhenterakki etmeyen ve şükür mesleğinde ileri gitmeyen insanlar için bir kapıcı hükmündedir. Onun telezzüzü hatırı için isrâfâta ve bir dereceden on derece fiyata çıkmamak gerektir.

İşte, Hazret-i Gavs’ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakitleziz şeyleri yiyebilir.
DÖRDÜNCÜ NÜKTE
İktisat eden, maişetçe aile belâsını çekmez” meâlindeki 1لاَ يَعُولُ مَنِ اقْتَصَدَhadis-i şerifi sırrıyla, “iktisat eden, maişetçe aile zahmet ve meşakkatini çok çekmez.”
Evet, iktisat kat’î bir sebeb-i bereket ve medar-ı hüsn-ü maişet olduğuna o kadar kat’î deliller var ki, had ve hesaba gelmez.2 Ezcümle, ben kendi şahsımda gördüğüm ve bana hizmet ve arkadaşlık eden zatların şehadetleriyle diyorum ki:
İktisat vasıtasıyla bazan bire on bereket gördüm ve arkadaşlarım gördüler. Hattâ dokuz sene (şimdi otuz sene) evvel3 benimle beraber Burdur’a nefyedilen reislerden bir kısmı, parasızlıktan zillet ve sefalete düşmemekliğim için, zekâtlarını bana kabul ettirmeye çok çalıştılar. O zengin reislere dedim: “Gerçi param pek azdır. Fakat iktisadım var, kanaate alışmışım. Ben sizden daha zenginim.” Mükerrer ve musırrânetekliflerini reddettim. Câ-yı dikkattir ki, iki sene sonra, bana zekâtlarını teklif edenlerin bir kısmı, iktisatsızlık yüzünden borçlandılar. Lillâhilhamd, onlardan yedi sene sonra, o az para, iktisat bereketiyle bana kâfi geldi, benim yüz suyumu döktürmedi, beni halklara arz-ı hâcete mecbur etmedi. Hayatımın bir düsturu olan “nâstan istiğnâ” mesleğini bozmadı.
Evet, iktisat etmeyen, zillete ve mânen dilenciliğe ve sefalete düşmeye namzettir. Bu zamanda isrâfâtmedar olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde bazan haysiyet,namus rüşvet alınıyor. Bazan mukaddesât-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhusbir para veriliyor. Demek, mânevî yüz lira zararla maddî yüz paralık bir mal alınır.

kadar yiyemez. Belki ölmeyecek kadar yiyebilir. Hem, yüz aç adamın huzurundakemâl-i lezzetle fazla yenilmez.
İktisatsebeb-i izzet ve kemal olduğuna delâlet eden bir vakıa:
Bir zaman, dünyaca sehâvetle meşhur Hâtem-i Tâîmühim bir ziyafet veriyor. Misafirlerine gayet fazla hediyeler verdiği vakit, çölde gezmeye çıkıyor. Bakar ki, bir ihtiyar fakir adam, bir yük dikenli çalı ve gevenleri beline yüklemiş, cesedine batıyor, kanatıyor. Hâtem ona dedi:
Hâtem-i Tâî, hediyelerle beraber mühim bir ziyafet veriyor. Sen de oraya git; beş kuruşluk çalı yüküne bedel beş yüz kuruş alırsın.”
muktesit ihtiyar demiş ki: “Ben bu dikenli yükümü izzetimle çekerim, kaldırırım;Hâtem-i Tâî’nin minnetini almam.”
Sonra Hâtem-i Tâî’den sormuşlar: “Sen kendinden daha civanmertaziz kimi bulmuşsun?”
Demiş: “İşte o sahrâda rast geldiğim o muktesit ihtiyarı benden daha aziz, daha yüksek, daha civanmert gördüm.”1
BEŞİNCİ NÜKTE
Cenâb-ı Hakkemâl-i kereminden, en fakir adama en zengin adam gibi ve gedâya, yani fakire, padişah gibi, lezzet-i nimetini ihsas ettiriyor. Evet, bir fakirin, kuru bir parça siyah ekmekten açlık ve iktisat vasıtasıyla aldığı lezzet, bir padişahın ve bir zenginin israftan gelen usanç ve iştahsızlıkla yediği en âlâ baklavadan aldığı lezzetten daha ziyade lezzetlidir.
Câ-yı hayrettir ki, bazı müsrif ve mübezzir insanlar, böyle iktisatçıları hısset ileittiham ediyorlar. Hâşâİktisatizzet ve cömertliktir. Hısset ve zilletehl-i israf ve tebzîrin zâhirî merdâne keyfiyetlerinin içyüzüdür. Bu hakikatteyid eden, bu risalenintelifi senesinde Isparta’da hücremde cereyan eden bir vakıa var. Şöyle ki:

Kaideme ve düstur-u hayatıma muhalif bir surette, bir talebem iki buçuk okkaya yakın bir balı, bana hediye kabul ettirmeye ısrar etti. Ne kadar kaidemi ileri sürdüm, kanmadı. Bilmecburiye, yanımdaki üç kardeşime yedirmek ve Şâbân-ı Şerif ve Ramazan’da o baldan iktisatla otuz kırk gün üç adam yesin ve getiren de sevap kazansın ve kendileri de tatlısız kalmasın diyerek, “Alınız” dedim. Bir okka bal da benim vardı. O üç arkadaşım, gerçi müstakim ve iktisadı takdir edenlerdendi. Fakat, her ne ise, birbirine ikram etmek ve herbiri ötekinin nefsini okşamak ve kendi nefsine tercih etmek olan, bir cihette ulvî bir hasletle iktisadı unuttular. Üç gecede iki buçukokka balı bitirdiler. Ben gülerek dedim: “Sizi otuz kırk gün o bal ile tatlandıracaktım. Siz otuz günü üçe indirdiniz. Afiyet olsun!” dedim. Fakat ben, kendi o bir okka balımıiktisatla sarf ettim. Bütün Şâban ve Ramazan’da hem ben yedim, hem, lillâhilhamd, o kardeşlerimin herbirisine iftar vaktinde birer kaşıkHAŞİYE-1 verip, mühim sevaba medaroldu.
Benim halimi görenler, o vaziyetimi belki hısset telâkki etmişlerdir. Öteki kardeşlerimin üç gecelik vaziyetlerini bir civanmertlik telâkki edebilirler. Fakat, hakikatnoktasında, o zâhirî hısset altında ulvî bir izzet ve büyük bir bereket ve yüksek bir sevap gizlendiğini gördük. Ve o civanmertlik ve israf altında, eğer vazgeçilmeseydi, bir dilencilik ve gayrın eline tamahkârâne ve muntazırâne bakmak gibi, hıssetten çok aşağı bir hâleti netice verirdi.
ALTINCI NÜKTE
İktisat ve hıssetin çok farkı var. Tevazu, nasıl ki ahlâk-ı seyyieden olan tezellüldenmânen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memdûhadır. Ve vakar, nasıl ki kötühasletlerden olan tekebbürden mânen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memdûhadır. Öyle de, ahlâk-ı âliye-i Peygamberiyeden olan ve belki kâinattakinizam-ı hikmet-i İlâhiyenin medarlarından olan iktisat ise,1 sefillik ve bahillik


0 yorum:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...