“Şu çobana bir ayet sorusu soralım bilirse ne ala bilemez ise bir kuzu versin, kesip yiyelim”..
Dağ köylerinde yaşayan ve hiçbir sosyal aktivite ve faaliyet bilmeden yaşamını sürdüren saf temiz gördüğü ile uğraş veren, bulduğunu yiyen, kendisinin yetiştirdiği buğdayı köyündeki su değirmeninde un yapan, ekip yetiştirdiği sebzenin yazın tazesini, kışın ise kurutulmuşunu yiyen, çok varlıklı olmayan yani eski tabirle çapa ile ekip sıpa ile çeken, yokluk ve kıtlıklar içinde zor işlerin üstesinden gelmeye çalışarak bir dağ köyü yaşamını sürdüren o saf ve temiz Anadolu köylülerinin çocukları idi.
Yıllar mı, 1939-40.. Yani bundan 70 yıl kadar önceleri köylerinde okul yok, köyde büyüklerden erkek olanlar babalar ve ağalar az sayıda okur yazar insanlardı. Onlar da yakınlarındaki bir köyde zar zor okumuşlar ancak mektup yazabilecek ve gelen bir evrakın içeriğini bilecek kadar. Kadınlar kızlar mı? Onlarda okuma yazma hiç yoktu.
Yazın çalışma ayları bitmiş, yani mevsim güze dönüyor. Buğdaylar, yıkanıp kurutulmuş, unlar öğütülmüş, bostanlar bozulmuş, sebzeler soğan ve patatesler evlere taşınmış, salçalar kaynatılmış. Kışın uzun gecelerinde el işleri yaparken, sohbet ederken misafir gelince onlara ikram edebilmek için kavrulmuş mısırları ve kurutulmuş dağ armutlarını değirmende öğüterek armut ve mısır unundan yapılmış dağdan toplanmış olan alıçlar serin ve rutubetli yerde samanların üzerine serilmiş kışa gavurga olarak hazır edilmiş ve küplere doldurulmuş kayısılar elmalar kaklanmış. Bunun yanında yazın inek koyun ve keçilerden sağılan sütlerden tereyağı alınmış, peynirler tulumlara basılmış, kış yakacağı olan odunlar ormandan toplanıp evlere getirilmiş, kış hazırlıkları yapılmış, kışlık yiyecekler, yakacaklar hazırlanmış.
Evin reisi baba güz mevsiminde davar, sığır gibi birkaç mal satarak eline geçen üç beş lira ile şehirden biraz çiğ gayfe bir iki kilo şeker üç beş kilo şırlağan yağı, çocuklara ve kendilerine iç donu ve iç göyneği dikmek için bir top maliken (beyaz amerikan bezi) bir teneke gazyağı bir kese tuz getirip evi kışa hazırlamışlar, nihayet kış gelmiş ve kar yere düşmüş.
İşte o sene Osman yedi yaşına girmiş, köyde okul olmayınca ana babanın isteği ile hiç olmazsa dini bilgilerini edinsin diye hoca mektebine başlamıştı. Bu köy öyle ufak bir köy de değildi. Tam dört ayrı mahallesinde birer odada hocalar, onca talebeye Kur’an elifba okumak ve namaz surelerini öğretmekle iştigal ediyorlardı.
Gerçi köye sık sık cendermeler gelerek okuma odalarına baskınlar yapıp çocukları tazir ediyor, hocaları ise dövüyorlar ve cezalandırıyorlardı. O yüzden çocuklar, kuranlarını koyunlarına saklayarak mektebe gidip geliyorlar, okuma odasından çıkınca da başlarındaki o beyaz takkelerini ceplerine gizleyip köşe bucak cendermeye görünmeden evlerine gidiyorlardı. Hocalar ise böyle baskınlarda odanın arka tarafından bir gizli kapıdan çıkarak evlerine giderek dayaktan kurtulmaya çalışıyorlardı. Çünkü o yıllarda böyle hoca mekteplerinde çocuk okutmak yasaktı. Bu yüzden köyün giriş çıkışlarına köylüler birer adam koyarlar, gelen devlet ricalini görüp hemen anında bu mekteplere haber ulaştırır, oralarda olan talebe ve hocalar evlerine kaçardı.
Atalarımızdan bir anıyı size anlatayım. Köyün saf ama aklı başında olan delikanlısı Mehmet’i bekçilik için köyün girişine bir yere nöbete koyarlar. Hava soğuk, kış günü biraz bekleyen bizim Mehmet üşümüş, yaslandığı kayanın dibinde hafiften uyuklamış. Bir de uyanmış ki bir nal şakırtısı geliyor, fırlamış yerinden ama vakit çok geç sonra bir hayli de korkmuş Mehmet köyünde hiç görmediği çok iri bir katana at, adamın üstünde yine ona göre değişik bir devlet elbisesi.. Bu duruma şaşıran Mehmet anam anam candar candar diyerek köye doğru kaçmaya başlar.
GELEN ORMANCI İMİŞ
Meğerse gelen ormancı imiş. Onun kaçışına bir anlam veremeyen ormancı da atını hızla sürerek Mehmet’in ardından yetişir ve ensesinden yakalar. “Niçin kaçıyorsun len?” diye sorunca Mehmet’te ses yok. Ölüden nefes gelir, bizim Mehmet’ten gelmez. Daha hiddetli bağırarak tekrar sorar ormancı “niçin kaçıyorsun dedim?” “Valla cender emmi ben okumayyom onlar okuyorlar” der. “Kim onlar?” “Çocuklar kör hocada okuyorlar yokarı caminin odasında valla ben burada cenderme gözetleyyom”.
Adam şaşar ve “beni oraya mektebe götür” der. Ve o gelen adam dışarıda beklerken Mehmet vücudunun her yerini saran büyük korku ile mektebe dalar ve seslenmeden bir köşeye büzüşüp oturur. Hoca sevgi ile bakar “ne o” der gibi. Mehmet’in dili çözülür “hocam cenderme orancı geldi koca bir atı da var işte aha gapıda bekleyoor” deyince hoca durumu anlar ve hemen dışarı çıkar bakar ki bir ormancı gelmiş bu zararsızdır onlar için. Adamı buyur eder içeri. Meşe odunu yanmakta olan sobanın başında biraz ısınan ormancının yanına yine bizim Mehmet’i verip muhtar odasına gönderir. Yolda ormancı sorar “sen niçin okumuyorsun Mehmet?” “Benim işim var emmi ben guzu güdüyom çobanım ben okusam guzuları kim güdecek, bubamın işi var” deyince ormancı “bak oğlum sen akıllı birisin sen de boş zamanlarında oku olur mu? Okumanın çok faydasını görecekesin sonunda” der. Mehmet zaten “birez biliyom emme bubam okutmayorki” der. Bunu çok seven ormancı onu iyice sıkılar “ben bir daha gelinceye kadar seni Kur’anı okumuş olarak göreyim sana hediye vereceğim” der. Bir daha belki görüşmezler ama Mehmet için büyük bir iyilik yapar ormancı bey. Ve Mehmet ona söz verir, onu muhtar odasına bırakıp döner ve tekrar hocanın yanı başına oturur. Hoca o saf ve temiz hala korkmakta ve titremekte olan Mehmet’e “Mehmet yavrum bu ormancı. Sen eğer cenderme gelirse bize haber ver bir daha ki sefere olur mu” deyince, “Hocam ben onların hangısı cender hangısı ormancı bilemeyyom sonra bu adam çok eyi bana dedi ki sen oku ben sana hedaye verecem dedi. Bunlara sen cenderme deyyon ağam candarma derdi bunların ikisi de ayrı mı yoksa ikisi de bir adam mı” deyince hoca “hay sen çok yaşa emi Mehmet ikisi de bir adam bunların amma ormancı ayrı” der.
Bizim saf Mehmet’in ağası askerdedir hem de jandarmadır. Bir defa izine gelmiştir yakında ikinci izine gelecektir. O zamanlara piyade askerleri 2 yıl jandarma 2.5 yıl, bahriyeli ise (deniz askeri) üç yıl askerlik yapardı. Jandarma 2 ay izin kullanırdı derlerdi.. Ben de hatırlamıyorum. Yalnız piyade 45 gün izin kullanırdı askerlik boyunca.. Onun için Mehmet’in ağası ikinci izine gelecekmiş. Öyle yazmış mektubunda onun için Mehmet de ana babası da çok seviniyorlar.
Mehmet bir gün sabah erkenden gelip mektepte hocasına “hocam ağam askerden izine geldi amma o sana heç gızmayyor bizi okuttuğun için hem de seni çok seviyor. Neden acaba o da candarma amma?” diye sorunca, Hoca “tabi kızmaz Mehmet o bizim kendi köyümüzün çocuğu, burada bize gızmadığına bakma ekserde komutanlarının emri ile o da gızar” diye cevaplar.
MEHMET’İN AĞASI İKİNCİ DEFA İZİNE GELİR
Mehmet sevinçle sarıldığı abisine “ağa ben okumak isteyyom bubam okutmayor, ben o arkadaşlarımın okuduğu Kuran’ı çok seviyom” der. Ağası “söz Mehmet geleyim kuzuları ben güdeyim seni okutayım sen de büyük bir cevher var, sen saf değil Allah dostusun sanki” der. Ve askerliği bitene kadar babasından “gizli okuyacağım” diye çalışan Mehmet’i daha değişik bulan ağabey Mehmet’e değer verip hocaya gönderir ve “arada kuzu gütmeye de git olur mu gardaşım” der, bavulunda getirdiği bir avuç tüyü eline verir ve “okuduğun kuranın yaprakları arasına koy bunları, hangi sayfayı ezberlersen ondan öbürüne atlat” der. Bu tüyleri hiç görmemiş olan Mehmet sorar “ağa bunlar cennetten mi gelmişler nasıl tüy bunların guşu nicedir” deyince o “gardaşım bunlara tavus kuşu tüyü derler” der. Mehmet de “ağa bu guşlar çok güzeldir allehem” der. O da bunu tasdikler ve “hele bu tüylerini şöyle bir yukarı doğru dikti miydi ya çok güzel olurdu bunlar, hindi büyüklüğünde varlar” der. Ağası “bir tane vardı bizim yakınımızda öldü, bu tüylerini ben sana getirdim” deyince Mehmet çok üzülür ve bu tüyler Mehmet’te derin bir düşünce yaratır.
Birazını da arkadaşlarına verir Mehmet. Hocasına “hocam ben artık Kuran’ı yüzünden su gibi okuyorum ezbere girmek isterim” deyince çok sevinen hocası “Mehmet ben sana her gün bir ezber vereyim artık yaz geldi, okullar dağıldı sen guzuların arkasında her gün bir sayfa ezberle, akşamları gel bana oku bir sayfa daha vereyim ama bu güzel tüy ile onu süsle” der ve denilen yapılır Mehmet kısa sürede kuranı hıfzeder. Bundan gurur duyan Mehmet’in ağası da babası da Mehmet’i Konya’da bir kuran kursuna gönderirler. Mehmet de çok başarı ile okur, okulunu bitirip köyüne gelir, asker olur, askerliği ağabeyi gibi pek yakın değildir. Mehmet Erzurum’da yapar ve yıllar sonra askerliğini bitirip gelir köylerinden bir hanım kızla evlenir. Babası hakkın rahmetine kavuşmuştur ama ardında dua edecek hayırlı bir evlat bırakmıştır. Herkes onu köyde veya başka köylerde hocalık yapacak diye beklerken Mehmet bir türlü o ilk işi olan guzu goyun çobanlığından vazgeçemez ve yine askerlik dönüşü dağlarda çoban olur, evlenir, barklanır, çoluk çocuğu olur, yine sevdiği malları iledir. Allah’ın güzel yarattıkları mallar ile.. Hele o tavus kuşunun tüyü Mehmet’i büyülemiştir ve bunca yaratığın sahibi olan Allah’a hamd derken dağlarda Allah adamı ve o saf temiz ruhu ile vaktini geçirir. Bu arada onda bazı haller de olur geleceği hisseder ve insanların kalbinden geçenleri sezer her şey sanki ona malum olmaya başlar.
KAÇ ALLAHÜEKBER VAR?
Mehmet yine kırda koyunları ile meşgul iken bir gün birkaç talebe şehirde kuran kursu ve yüksek okul okumuşlar icazetlerini almışlar köylerine gitmektelerdir. Dağda çoban Mehmet’e rastlarlar. Mehmet bunların sevincinden okumuş olduklarını ve durumlarını anlar, onlar da Mehmet’i geriden görünce kendilerince bir şaka düşünürler. “Şu çobana bir ayet sorusu soralım bilirse ne ala bilemez ise bir kuzu versin, kesip yiyelim” diye konuşurlar. Mehmet bunların konuşmalarından manen haberdardır. Yanına gelirler gülerek “heyy çoban emmi Allahın oku ayetini sen hiç duydun mu? Hangi surededir hangi cüzdedir, hangi ayettir sen o emri yerine getirdin mi kurandan haberin var mı” derler.
Çoban Mehmet hemen “evet genç mollalar ıkra bismi rabbi kellezi halak. Amme cüzünde alak suresi birinci ayettir” deyince utanırlar. Ve allahaısmarladık derler, tam gideceklerdir ki “durun” der Mehmet Efendi. Dururlar “soruyu bilemeseydim benden kuzu yiyecektiniz, bildim ben size bir soru sorayım bilirseniz kuzuyu size yedireyim ya bilemez isek ne olacak?
Elimdeki şu çomağımla sizi yetişebildiğim kadar döveyim olur mu” der. Onlar da kendilerine güveniyorlar ya “olur” derler. Mehmet Efendi şu soruyu soruverir: “Beş vakit namazda kaç Allahü Ekber var” Bizim genç mollalar şaşırırılar ve başlarlar kaçmaya. Mehmet Efendi biraz arkalarından koşar, biraz değnek vurur onlara şakadan, akıllansınlar diye. Bir rampada durur mollalar da rampanın arkasında dururlar ve şöyle konuşurlar “bu ne büyük bir alimmiş ama dağda çobanmış, çoban alim diye buna derler herhalde iyi ki adam bize teravihte kaç Allahü Ekber var demedi eğere onu sorsaydı köyümüze kadar dövecekti bizi” derler ve bunları dinleyen Mehmet Efendi gülerek yine o masum hayatına tertemiz dilsiz hayvanlarının yanına gelir ve ömrünü geçirir. Köylülerinin ve hatta ağasının bile yanlış yapmalarına göz yummaz, onları dini konularda uyarır, yanlışlarını yüzlerine söyler hiç çekinmeden köyüne ve milletine faydalı olur. Bir güzelliğin yani bir kuş tüyünün düşünen insan üzerindeki etkisi nelere kaynak olur. Bunun gibi insanlarımızın hepsine Allah rahmet etsin.. (amin)
İsmail DETSELİ
0 yorum:
Yorum Gönder