Allah insanı nasıl korur?

Zünnu-i Mısri'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir :Bir gün elbiselerimi yıkamak için Nil nehrinin kenarına gitmiştim. Nehrin kenarında dururken, bir de baktım ki, görülmemiş şekilde büyük bir akrep bana doğru geliyor.

Bu sudan İçmek Müslümana Haram

Vaktiyle Bursa’ da bir Müslüman, eski adı “Yahudilik Yolağzı,” bugünkü adı Arap Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş: - “Her kula helâl, Müslüman’a haram!”

Hiçbirinin haccı kabul edilmedi!

Ali bin Muvaffak hazretleri, Şam’da yaşamış olan evliyânın büyüklerindendir. Zünnûn-ı Mısrî ve Abdullah bin Mübarek ile görüştü. 878 (H.265) senesi vefât etti... Abdullah bin Mübarek bir hac mevsiminde Mekke’de hac vazifelerini ifa ettikten sonra, Harem’de uyuyakalır

Kuran Sırları

Bilindiği gibi DNA terimi, canlılardaki genetik malzemenin kısaltılmış ifadesidir. Genetik biliminin başlangıç tarihi ise, Mendel isimli bilim adamının 1865 yılında hazırlamış olduğu genetik yasalarına dayanır. Bilim tarihi için bir dönüm noktası oluşturan bu tarihe, Kuran’da 18:65 numaralı Kehf Suresi’nin 65. ayetinde işaret edilmektedir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Nefsin Mertebeleri

BİRİNCİ DAİRE: Nefs-i Emmare: Allah`ın emirlerine uymayan, yasaklarını çekinmeden yapan ve zevkine tabi olan nefistir. Nefs-i emmâre denilen bedbaht nefis zenginleştikçe şımarır. Bilgisi arttıkça kibri, gururu da artar. Hele bir de makam sahibi olursa artık onun yanına varmak, sokulmak ne mümkün!

YAHUDİLERİN MAYMUN OLMASI

Onlar, Davud Aleyhisselâm’ın zamanında "Eyle" denilen bir şehirde yaşıyorlardı. Eyle Medine ile Şam arasında bir yerde ve Kızıldenizin sahilinde bir yerdeydi. Allah onlara cumartesi günü balık avlamayı yasak etti. Cumartesi günü olduğu zaman, denizde balık kalmaz, hepsi sahile gelirdi.

ARAPÇA ÖĞRENİYORUM

Öncelikle Hafıza tekniği konusunda size olağan üstü bir ip ucu.Sureler kolaydan zora doğru sıralanır. Bir sayfa alınarak 3′e bölünür. Önce ilk 5 satır, daha sonra diğer satırlar 5′er 5′er ezberlenir ve sonrasında birleştirilerek tekrar yapılır.

Günahın Reçetesi

Büyük Mutasavvıf Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri bir gün tımarhanenin önünden geçiyordu. Tımarhane hizmetçisinin tokmakla birşeyler dövdüğünü görüp

Ahir Zaman Bu Zaman Mı?

Ahir zamanın kendini hissettirdiği şu günlerde, Rabbimizin ikazlarını neden duymamazlıktan geliyoruz acaba? Nereye gidiyorsunuz? Nerede Muhammed ümmeti?

Şeytan İşi

Günlerden birgün şeytanın yolu bir köye düşmüş.Keyfi yerinde olan şeytan sırtını bir ağaca dayamış ve buzağısı kazığa bağlı olan ineğini sağan genç bir kadını uzaktan izlemiş.

Artan pilav

Yahya baba, II. Bâyezîd Hân zamanında, Edirne Bâyezid Külliyesi'nin aşçılarından biridir.. Arkadaşları hoşaf, kebap sebze, bakliyat pişirir. Ama onun ihtisası pilavdır. Mübârek işe girişti mi, ibadet ettiğini sanırsınız.

Olgun İmana Kavuşma

MESCİD-İ Saadet'te Ashab-ı Kiram toplanmışlar, derin bir vecd ve huşu içinde Allah'ın Resûlünü dinlemekteydiler. Hazret-i Fahr-i Kâinat Efendimiz ise, Al-i İmrân sûresinden şu mealdeki Âyet-i Kerimeyi okuyordu:

Gönül Örtüsü Hayâ

Gönlün titremesidir hayâ. Gönül ki kurtulmuştur da ağırlıklarından, bir yaprak kadar incelmiştir. İşte o nazenin yapraktır müminin gönlü. Titrer bir günah, bir yanlış, bir aykırı hal gördüğünde.

KÂLU BELÂ

Ve kıyâmet günü, gerçekten biz bundan gâfildik (gâfilleriz) dersiniz diye (dememeniz için), senin Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından onların zürriyetlerini aldığı zaman onları, nefsleri üzerine şahit tuttu. (Allahû Tealâ şöyle buyurdu): “Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?” Dediler ki: “Evet, (Sen, bizim Rabbimizsin), biz şahit olduk.”

AY'IN RESÛLULLAH (S.A.V)'A SELAM VERMESİ

Ebû Kubeys dağının altında duruyorduk.Ay doğu tarafından göründü.Yükselerek yukarı çıktı. Nûru bütün âlemi doldurmaya başladı.Göğün ortasında kâmil bir dolunay haline geldi...

3 Temmuz 2019 Çarşamba

Üzeyir A.s Kıssası (Cümle Kapısı-Semerkant tv -Şemseddin Bektaşoğlu)



Üzeyir Aleyhisselam'ın bir Kıssası. Gerçi sureyi Bakara 259 ayeti kerimede. Bir kimse olarak zikrediliyor ama mufessirler ekseriyetle bunun Üzeyir aleyhisselam olduğunu beyan etmişler. Biz de onlara uyarak İnşallah Üzeyir aleyhisselam olarak meseleyi arz edeceğiz.

Bakara suresi 259

أَوْ كَٱلَّذِى مَرَّ عَلَىٰ قَرْيَةٍ وَهِىَ خَاوِيَةٌ عَلَىٰ عُرُوشِهَا قَالَ أَنَّىٰ يُحْىِۦ هَٰذِهِ ٱللَّهُ بَعْدَ مَوْتِهَا ۖ فَأَمَاتَهُ ٱللَّهُ مِا۟ئَةَ عَامٍ ثُمَّ بَعَثَهُۥ ۖ قَالَ كَمْ لَبِثْتَ ۖ قَالَ لَبِثْتُ يَوْمًا أَوْ بَعْضَ يَوْمٍ ۖ قَالَ بَل لَّبِثْتَ مِا۟ئَةَ عَامٍ فَٱنظُرْ إِلَىٰ طَعَامِكَ وَشَرَابِكَ لَمْ يَتَسَنَّهْ ۖ وَٱنظُرْ إِلَىٰ حِمَارِكَ وَلِنَجْعَلَكَ ءَايَةً لِّلنَّاسِ ۖ وَٱنظُرْ إِلَى ٱلْعِظَامِ كَيْفَ نُنشِزُهَا ثُمَّ نَكْسُوهَا لَحْمًا ۚ فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَهُۥ قَالَ أَعْلَمُ أَنَّ ٱللَّهَ عَلَىٰ كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ

Yahut o kimse gibisini (görmedin mi) ki, bir şehre uğramıştı, altı üstüne gelmiş, ıpıssız yatıyordu. "Bunu bu ölümünden sonra Allah, nerden diriltecek?" dedi. Bunun üzerine Allah onu yüz sene öldürdü, sonra diriltti, "Ne kadar kaldın?" diye sordu. Oda: "Bir gün, yahut bir günden eksik kaldım." dedi. Allah buyurdu ki: "Hayır, yüz sene kaldın, öyle iken bak yiyeceğine, içeceğine henüz bozulmamış, hele eşeğine bak, hem bunlar, seni insanlara karşı kudretimizin bir işareti kılalım diyedir. Hele o kemiklere bak, onları nasıl birbirinin üzerine kaldırıyoruz? Sonra onlara nasıl et giydiriyoruz?" Böylece gerçek ona açıkça belli olunca: "Şimdi biliyorum ki, Allah her şeye kadirdir." dedi.

     Üzeyir aleyhisselam. Peygamber mi nebimi  bu hususta ihtilaf var. Ama Anlatacağımız Hadise Harikulade bir hadisedir. Eğer peygamber se bir mucizedir değilse  keramettir. O bir kasabaya uğradı. Kasabanın başından bir felaket geçmiş musibete uğramış  evler harabolmuş  çatılar üstüne çökmüş. Efendim halkı perişan olmuş. Her şey tarumar olmuş yani hayat namına hiçbir şey kalmamış bir beldeye varınca mahmur evler olmuş. Ondan sonra meyveli ağaçlar olur sebzeler olur. Bahçeler olur akan sular olur içinde cıvıl cıvıl yaşayan Onlar olur ötüşen Kuşlar olur bunlar neyi gösterir? O beldenin mahmur bir belde olduğunu orada bir hayat olduğunu  bize gösterir.

     Üzeyir  Aleyhisselam'ın uğradığı bu kasaba ise bunun tam tersi harap bir halde Zehra aleyhisselamdan ve bindiği eşeği  var. Orada mola verdi. Meyve Tarih kitaplarında incir ve üzüm gibi ifade ediliyor. Kuranı Kerim'de o kadar tasviri yok meyve olarak geçiyor. Merkebin i bağladı O kasabaya baktı hazin hazin  ve tefekküre daldı. Acaba bu kadar harabiyet ten sonra buralar bir daha imar olur mu buralara bir daha medeni bir hayat olurmu  diye Tefekkür etti.Neticesinde de her şey öldükten sonra yok olduktan sonra böyle harap olduktan sonra Cenabı Hak Acaba nasıl bu ölüleri diriltecek diye de bir sual geldi aklına.O kasabaki ölülerin tekrar nasıl diriltilip hayat verileceği hususunu Tefekkür ederken uykuya kaldı. Uyudu ve Allah onun ruhunu  kabz ettirdi. Yani sadece uyuma değil. Üzeyir aleyhisselam  öldü orada.

      Kendisi yanındaki meyveleri   merkebi 100 yıl Kaldılar. Sonra uyandı. Sabah oluyordu. Uyandığın  da akşama yakındı.  Cenabı Hak ona sual etti. Sen ne kadar uyudun dedi.  Bedenine  baktı  bedende değişiklik yok . Sabah yatmıştım akşam da uyandım. Bir gün herhalde uyudum dedi. Allahu Teala ona buyurdu. Sen 100 sene kaldın burada.  Yani o ölü halinde orada Toprağın üstünde Allahu Teala onu 100 sene geçirdi şaşırdı. Tabi bu 100 sene deyince. Eşeğinin kemiklerine baktı. Tabii o da ölmüş ve çürümüş etler gitmiş. Sadece kemikler kalmış orada. Ama bir garip  100 sene önce hani yediği meyveler var ya onlar da taptaze yanında duruyor. Onların tazeliğine bakarak o sabahtan akşama dedi. Değil mi yani 100 sene?.

      Bir meyve birkaç günde bozulur yani. Merkebin kemiklerini görünce anladı. O kadar sene geçtiğini. Cenabı Hak onun gözünün önünde merkebin tekrar kemiklerini bir araya getirtti. Ona et giydirdi tekrar can verdi. Üzeyir aleyhisselam seyretti  o zaman. Uyumadan önce tefekkürdeydi ya acaba bu ölenler nasıl dirilecek hayat tekrar nasıl verilecek diye.Ya Rabbi sen her şeye kadirsin yakınım geldi. Tamam dedi. Maddi olarak Allahu Teala ona ölüleri nasıl  dirilteceğini 100 sene Orada ölü bırakarak ve bu 100 sene zarfında Allah kimseye de onların  cesedini göstertmedi.

      Yani o arada o belde yıllar sonra tekrar padişahlar geldi imar etti evler yeniden yapıldı.  Bahçeler yeniden  düzenlendi .Baktı ki o uykuya daldığı şehirle kasaba ile uyandığında arasında çok fark var çok mağdur olmuş yani .Hem kasabayı  Hem kendisini tekrar diriltti hem de gözümün önünde onun merkebine kemiklerden  etlere deriye can verdi diriltti bu şekilde .Rabbil alemin ölüleri nasıl diriltecek ona gösterdi,  kafasındaki sual gitti kat'i olarak buna iman ettim dedi.  Yine  tebliğe başladı. Tevrat'ın hükümlerini hatırlattı. Başından geçenler de tabi ortaya çıktı. Üzeyir a.s imtihan ettiler. imtihandan da geçti kitaplarda teferruatı var. Sonra anladılar ki bu Üzeyir a.s.

      Aradan 100 sene geçmiş . Bu sefer böyle bir hadise'nin harikulade değil fevkalâdelik Karşısında beni  İsrail Allah'a olan imanları artacak. Allah'ın kudretine ve kudretinin azametine Allah'ın ölüleri diriltme vasfına ismine artık  imanlarını kuvvetlendirecekken daha ileri gittiler. Üzeyir Allah'ın oğlu dediler. Hristiyanların düştüğü hataya daha önceden beni İsrail  düştü. Yahudiler düştü. Bu Hadise karşısında Üzeyir Allah'ın oğlu diyerek küfre düştüler. Allah oğul edinmekten münezzehtir. Doğurmaktan Doğru  değil mi? Lem yelid velem yulet işte İhlas Suresi .Tevhid inancın  da bunun yeri yoktur. Hadise Tabii Bakara suresinin 259. Ayeti kerimesinde verilmiştir.

Şemseddin Bektaşoğlu hocamız.






Türbedarının anlattıklar.





Diğer bir Kaynaktan anlatılışı

Kuran-ı Kerim'de adı geçen, ancak peygamber mi, evliya mı olduğu kesin olarak bilinmeyen üç mübârek kimseden biri de, Üzeyr aleyhisselâmdır. Hz. Süleyman’ın ölümünden sonra M.Ö. 586 yılında Kudüs’e saldıran Bâbil kralı Buhtunnasar (Nabukednazar), Kudüs şehrini ve Mescid-i Aksa’yı yakıp yıktı, binlerce kişiyi kılıçtan geçirdi ve yetmiş bin kişiyi de esir alıp Bâbil’e götürdü. Esirler arasında Danyal (a.s.) ile Hz. Üzeyr de vardı.

Genç olan Hz. Üzeyr bir yolunu bulup Bâbil zindanından gizlice kaçtı ve bir merkebe (eşeğe) binip her tarafı yakılıp yıkılan ve içinde tek bir kişinin yaşamadığı ıssız Kudüs harabelerine geldi.

Uzun ve zahmetli bir yolculuktan geldiği için çok yorgundu ve karnı da acıkmıştı. Kudüs’te ekmek, yemek yoktu ama meyveler olmuş yerlere dökülüyordu ve toplayan da yoktu. Merkebini bir yere bağladıktan sonra bir kaç salkım üzüm ile biraz incir topladı, üzümlerin suyunu sıktı ve sonra yere oturup ıssız ve korkunç bir harabe haline gelen Kudüs’ü düşünmeye başladı.

Ya Rab! Hz. Dâvûd’un başlattığı ve oğlu Hz. Süleyman’ın tamamladığı şu kutsal Mescid-i Aksâ yakılıp yıkılmış ve mübârek Kudüs şehri korkunç bir harabeye dönmüş. Yanan evler, çöken çatılar, üzerine yıkılan taş yığını duvarlar ve cansız birer iskelet yığını haline gelen binlerce Kudüs halkı.

Hz. Üzeyr, korkunç bir harabe haline gelen bu ölü şehri acaba Allah tekrar nasıl diriltir? Taş ve iskelet yığınına dönüşen bu yerde artık insanlar yaşar mı? Yeniden evler, dükkânlar yapılıp çarşılar, pazarlar kurulur mu? diye düşünürken, uykuya daldı.

Yüce Allah buyuruyor:

Allah (uykuda canını alıp) onu yüz yıl ölü bıraktıktan sonra tekrar diriltti. “Ne kadar (ölü) kaldın?” dedi. O da: “Bir gün ya da daha az kaldım” dedi. Allah: “Hayır, yüz yıl kaldın. İşte yiyeceğine (incire) ve içeceğine (üzüm suyuna) bak, bozulmamış. Bir de merkebine bak (kemikleri bile çürümüş). Seni insanlara ibret kılalım diye (bunları yaptık). Şimdi sen kemiklere bak, onları nasıl düzenliyor ve sonra nasıl et giydiriyoruz” dedi. (Merkebin yeniden dirilişi) kendisine apaçık belli olunca, “Şimdi iyi biliyorum ki, Allah’ın her şeye gücü yeter” dedi. (Bakara, 259)

Hz. Üzeyr kuşluk vaktinde yatmıştı. Allah (c.c.) yeniden diriltip “Ne kadar (ölü) kaldın?” diye sorduğu zaman akşam üzeri idi. Uykudan uyanır gibi yeniden dirilen Hz. Üzeyr, ilk bakışta güneşi göremeyince “Bir gün” sonra henüz güneşin batmadığını görünce, “ya da daha az kaldım” dedi. Bunun üzerine Allah (c.c.) “Hayır yüz yıl kaldın. İşte yiyeceğine (topladığın taze incire) ve içeceğine (sıktığın üzüm suyuna) bak, bozulmamış (taptaze duruyor). Bir de merkebine bak (kemikleri bile çürümüş). Seni insanlara ibret kılalım diye (bunları yaptık)” buyurdu. “Şimdi sen (çürümüş) kemiklere bak, (da ibret al). Onları nasıl düzenliyor (bir araya getiriyor) ve sonra nasıl et giydiriyoruz”.

Hz. Üzeyr şaşkın şaşkın kemiklere bakarken, hafifçe bir rüzgar esip çürümüş kemikleri bir araya toplayıp düzenledi, sonra yerden ot biter gibi kemiklerin üzerinde etler bitti. Sonra derisi, tüyleri derken, ölüp çürüyen merkep bir anda canlanıp ayağa kalkıverdi. Yeniden dirilme olayını gözleri ile gören Hz. Üzeyr: “Şimdi iyi biliyorum ki, Allah’ın her şeye gücü yeter” dedi ve îmanı ilme’l-yakînden, hakka’lyakîn derecesine ulaştı.

Hz. Üzeyr yüz yıl önce toplamış olduğu taze incirleri yedi, sıktığı üzüm suyunu içti ve sonra yeniden dirilen merkebine binip hüzünle Kudüs harabelerini dolaşmaya çıktı.

Ancaak!
Yüz yıl gibi uzun bir zaman dilimi içinde pek çok küresel olaylar olmuş, köprülerin altından çok sular akmış ve Bâbil Devleti yıkılıp İran’ın egemenliği altına girmişti.

Mescid-i Aksâ’yı ve Kudüs’ü yakıp yıkan, kadın, erkek, yaşlı ve çocuk demeden binlerce kişiyi acımasızca kılıçtan geçiren ve yetmiş bin kişiyi de esir alıp Bâbil’e götüren Buhtunnasar’a da dünya kalmamış ve o da sonuçta kara toprağa girmişti.

Buhtunnasar’ın ölümünden sonra Bâbil’i ele geçiren İran hükümdarı Şireveyh, Bâbildeki bütün esirleri serbest bıraktı ve topluca Kudüs’e gitmelerine yardımcı oldu. Ayrıca Mescid-i Aksâ’yı ve Kudüs şehrini yeniden inşa etmeleri için gereken her türlü maddî desteği sağladı.

Bu gelişmelerden haberi olmayan Hz. Üzeyr, Kudüs harabelerini dolaşayım derken, eskisinden daha güzel ve daha düzenli yepyeni bir Kudüs’le karşılaşınca şok oldu.

Yepyeni evler, dükkânlar yapılmış, çarşılar, pazarlar kurulmuş ve Mescid-i Aksâ yeniden inşa edilip ibâdete açılmıştı. Erkekler çarşıda, pazarda alış-veriş yaparken, kadınlar da evlerinin önünde oturup el işleri yapıyor ve çocuklar da sokaklarda oynuyordu.

Hz. Üzeyr gördüklerim hayal mi, gerçek mi diye Kudüs sokaklarında dolaşırken, yakınlarını da soruyor ve her birinin ya esarette ya da esaretten sonra öldüğü haberini alıyordu. Sen kimsin? diye soranlara “Ben Üzeyr’im” diyordu ama 25 yaşlarında bir genç olduğundan kimse ona inanmıyordu. Doğup büyüdüğü sokak aralarında dolaşırken, gözleri hiç görmeyen ve ayakları kötürüm olan çok yaşlı bir kadınla karşılaştı ve ona, Üzeyr’in evini biliyor musun diye sordu. Kadın, sesin bana yabancı gelmiyor ama sen kimsin? deyince, ben Üzeyr’im dedi. Kadın çok gençsin deyince, Allah beni öldürdükten yüz yıl sonra tekrar diriltti dedi.

Kadın, Üzeyr Tevrat’ı ezbere biliyordu, eğer sen Üzeyr isen Tevrat’ı oku bakalım dedi. Hz. Üzeyr Tevrat’ı okumaya başlayınca orada bulunanlar, acaba gerçekten Tevrat’ı mı okuyor diye kuşkuya düşünce içlerinden biri, Buhtunnasar, Mescid-i Aksâ ile birlikte bütün Tevratları yakarken, dedem gizlice bir Tevrat’ı alıp filan tepeye gömdüğünü Bâbil esaretinde bana söylemişti. Hemen o tepeye gidip Tevrat’ı bulalım ve Üzeyr’in okudukları ile onu karşılaştıralım dedi.

Derhal o tepeye gittiler ve gömülü olan Tevrat’ı bulup getirdiler. Hz. Üzeyr’in okudukları ile o Tevrat’ın aynı olduğunu görünce, Allah ölümünden yüz yıl sonra bunu dirilttiğine ve gerçekten Tevrat’ı ezbere bildiğine göre, haşâ! (Kesinlikle hayır) bu Allah’ın oğludur dediler.

Yüce Allah buyuruyor:

Yahudiler, Üzeyr Allah’ın oğludur dediler. Hıristiyanlar da, Mesih (İsa) Allah’ın oğludur dediler. Bu onların ağızlarında (sakız gibi) geveledikleri sözlerdir. (Gerçekte onlar) daha önce kâfir olanların sözlerine benzetme yapıyorlar. Allah onları kahretsin! (Haktan bâtıla) nasıl döndürülüyorlar. (Tevbe, 30)

Kaynak:
www.ihvanlar.net

Günlük fıkıh ilmi


“Fıkıh kelimesi, Arapçada, fekıha yefkahü şeklinde kullanılınca, yani dördüncü babdan olunca, bilmek, anlamak demektir. Beşinci babdan olunca, İslâmiyetin hükümlerini bilmek, anlamak demektir. Ahkam-ı islâmiyyeyi, İslâmiyetin hükümlerini bildiren ilme Fıkıh ilmi adı verildi. Fıkıh bilgilerini bilen kimseye Fakîh denir. Fıkıh ilmi, insanların yapması ve yapmaması lazım olan işleri bildirir. Hadis-i şerifte;
(İbadetlerin efdali, en kıymetlisi, fıkıh öğrenmek ve öğretmektir) buyuruldu.

Fıkıh bilgileri, Kur’ân-ı kerimden, hadis-i şeriflerden, icma-ı ümmetten ve kıyâstan meydana gelmektedir. Fıkıh bilgisinin bu dört kaynağına Edille-i şer'iyye denir. Fıkıh ilmi çok geniştir. Hepsi, dört büyük kısma ayrılır:
1- İbâdât olup, beşe ayrılır: Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek, cihat yani dinin emir ve yasaklarını yaymak. Her birinin dalları çoktur. Cihada hazırlanmak ibadettir. Peygamber efendimiz din düşmanları ile cihadın iki türlü olduğunu bildiriyor. İş ile, söz ve yazı ile. İş ile cihada hazırlanmak, yeni silahları yapmasını ve kullanmasını öğrenmek farzdır. Bu cihadı devlet yapar. Milletin, devlet kanunlarına, emirlerine uyarak cihada iştirak etmesi farzdır. Zamanımızda ikinci savaş, yani dinsizlerin yazı, film, radyo ve her çeşit propaganda ile saldırması aldı, yürüdü. Buna da karşı koymak cihaddır.

2- Münâkehât: Evlenme, boşanma, nafaka ve daha nice dalları vardır.

3- Mu'âmelât olup, alışveriş, kira, şirketler, faiz, miras gibi birçok bölümleri vardır.

4- Ukûbât, yani Had denilen cezalar olup, başlıca altı kısma ayrılmaktadır: Kısâs, sarhoşluk, sirkat, zina, kazf, riddet, yani mürted olmak cezalarıdır. Cezalar günahı takip ettiği için Ukûbât denir.”

Sual: Mealden mi yoksa fıkıh kitabından mı dini öğrenmeyi tavsiye edersiniz?
CEVAP
Mealden tefsirden din öğrenilmez. Ahmed Tahtavi hazretleri buyuruyor ki:
Kur'an-ı kerimdeki Allah’ın ipine sarılın ifadesindeki ipten maksat, cemaattır. Cemaat da, fıkıh ve ilim sahipleridir. Fıkıh âlimlerinden bir karış ayrılan dalalete düşer. Sivad-ı a'zam, fıkıh âlimlerinin yoludur. Fıkıh âlimlerinin yolu da, Resulullah efendimizin ve Hulefa-i raşidinin yoludur. Kurtuluş, Ehl-i sünnet vel cemaat fırkasındadır. Fırka-i naciyye, bugün dört mezhepte toplanmıştır. Bu zamanda bu dört hak mezhepten birine uymayan, bid'at ehlidir. (Tahtavi)

Muhammed Hadimi hazretleri buyurdu ki:
(Dindeki dört delil, müctehid âlimler içindir. Bizim için delil, mezhebimizin bildirdiği hükümdür. Çünkü biz, âyet ve hadisten hüküm çıkaramayız. Bunun için, mezhebimizin bir hükmü, âyet ve hadise uymuyor gibi görünse de, mezhebimizin hükmüne uyulur. Yahut başka bir âyet veya hadisle değişmiştir, yahut tevil edilmesi gerekir. Bunları da ancak müctehid âlimler anlar. Bunun için tefsir ve hadis değil, âlimlerin kitaplarını okumak gerekir.) [Berika]

Âyet-i kerimede mealen buyuruluyor ki:
(Bir işte anlaşamazsanız bu işin hükmünü, Allah ve Resulünden anlayın!) [Nisa 59]

Buradaki Anlayın emri müctehid âlimler içindir. Çünkü Allahü teâlâ, âlimlere sorulmasının gerektiğini bildiriyor. Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:
(Bilmiyorsanız âlimlere sorun!) [Nahl 43]

Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Bütün ibadetlere verilen sevap, Allah yolunda cihada verilen sevaba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Cihad sevabı da, emr-i maruf ve nehy-i anilmünker sevabı yanında, denize nispetle bir damla su gibidir.) [Deylemi]

(Fıkıh öğrenmek her müslümana farzdır. Fıkhı öğrenin ve öğretin, cahil olarak ölmeyin!) [İ. Maverdi]

(İbadetlerin en kıymetlisi, fıkhı öğrenmek ve öğretmektir.) [İbni Abdilberr]

(Her şeyin dayandığı direk vardır. Dinin temel direği, fıkıh ilmidir.)[Beyheki]

(Âlimlerin en hayırlısı da fakihlerdir.) [İ. Maverdî]

(Allah, iyilik etmek istediği kulunu fakih yapar.) [Buhârî]

(Fıkıh bilmeden ibadet eden, karanlık gecede eksik bina yapıp, düzeltmek için gündüz yıkana benzer.) [Deylemî]

(Hikmetsiz kalb, harap ev gibidir. Şu halde öğrenin, öğretin. Fıkıh öğrenin, cahil olarak ölmeyin. Çünkü Hak teâlâ cahillik için mazeret kabul etmez.) [İ. Sünni]

(Allah indinde en üstün kimse fakihtir.) [M. Zühdiyye]

(Az fıkıh, çok ibadetten iyidir. İhlasla ibadet edene fıkhı öğrenmek nasip olur.) [Taberani]

Hazret-i Ebu Bekir (Ya Resulallah, savaştan başka cihad yolu var mı?) diye sordu. Resul-i ekrem buyurdu ki:
(Evet vardır. Emr-i maruf ve nehy-i münker yapmaktır.) [Tibyan]

Fıkhı öğrenmek her Müslümana farz-ı ayndır. Fıkıh âliminin Müslümanlara sağladığı faydanın sevabı, cihad sevabından çoktur. (Redd-ül-muhtar)

Mezhep imamları, (Âlimlerden sorup öğrenin) mealindeki âyet gereğince, Kur'an-ı kerimin manasını, Tabiinden ve Eshab-ı kiramdan öğrenerek, kitaplarına yazmışlardır. Diğer âlimlerimiz de, bunların kitaplarından, tefsirden, hadisten anladıklarını, bizim gibilere açık, kolay öğretmek için, binlerce Fıkıh ve İlmihal kitabı hazırlamışlardır. (Birgivi)

Ehl-i sünnet itikadını ve farzları, haramları öğrenmek farzdır. Bunlar, ancak fıkıh kitaplarından öğrenilir. Fıkıh, âyet ve hadislerden çıkarılmıştır. (Hadika)

Fıkıh, salih kimselerin yazdığı ilmihallerden öğrenilir. Ehl-i sünnet âlimlerinin kıymetli eserlerinden derlenerek hazırlanan (Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye) kitabı, fıkıh bilgileri öğrenilecek en emin kaynaktır.

En lüzumlu bilgiler
Lüzumlu fıkıh bilgilerini öğrenmek farz-ı ayn iken, bu farzı terk edip, (İmanı araştırıyorum) diyerek ağaçların, çiçeklerin, insan ve hayvanların anatomisini incelemekle meşgul olmak haramdır. İman esasları tahkik edilmez, yani araştırılmaz. Peygamber efendimiz, (Ahir zamanda, kocakarı gibi itikad edin!) buyurarak, kocakarı gibi iman etmeyi tavsiye etmiştir. (Deylemi)

İspat ile delil ile iman olmaz. İman, görmeden inanmaktır. Kur’an-ı kerimde, salihler övülürken, (O müttekiler ki, gayba inanırlar, namaz kılarlar ve kendilerine verdiğimiz mallardan [zekât ve her türlü hayır hasenat için] harcarlar) buyuruluyor. (2/3)

Allah'ın varlığını ispat
Sual: Hazret-i Mevlana’nın (Allah'ın varlığı sabittir, ispata çalışma, sen kulluğunu ispata çalış!) sözüne göre, akılla Allah'ın varlığını ispat etmek veya bu konudaki kelam ilmiyle uğraşmak yanlış mı? Yanlışsa hangi ilimle uğraşmalıdır?
CEVAP
İman bilgilerini anlatan kelam ilmini, akıl ve nakille ispat edecek ve sapıklara, dinsizlere anlatacak kadar bilmek farz-ı ayn olup, bundan fazlasını öğrenmek ancak din âlimlerine gerekir. Başkalarına caiz değildir. Başkaları bu ilimle meşgul olursa, bâtıla kayar, zındık olur. İslam âlimleri buyuruyor ki:
İlm-i kelam ile uğraşıp sapıtmak yanında, büyük günah işlemek hafif kalır. Ehl-i sünnet itikadını iyi öğrenmeden önce, ilm-i kelamla uğraşmanın zararı bilinseydi, bu işle uğraşmaktan, aslandan kaçar gibi kaçınılırdı. (İmam-ı Şâfiî)

Kelam ilmiyle uğraşan hep şüphe içindedir, iflâh olmaz. (İmam-ı Ahmed)

Bid’at ehli ile kelamcıların şahitlikleri kabul değildir. (İmam-ı Mâlik)

Kelam ilmiyle uğraşan imam olamaz, zamanla dinden çıkar. (İmam-ı Ebu Yusuf)

Fıkhı öğrenmek her Müslümana farz-ı ayndır. (İbni Âbidin)

Resulullah, fıkhı teşvik etti, kelamı yasakladı. (Hadîka, Hadis âlimleri)

Kelam ilmiyle uğraşanların çoğu zındık olur. (Fetâvâ-yı Bezzâziyye)

Tasavvuf sayesinde iman sağlamlaşır, şüphe getiren tesirlerle sarsılmaz. Akılla, delil ve ispatla kuvvetlendirilen iman böyle sağlam olmaz. (İmam-ı Rabbânî)

İman bilgilerini, ihtiyaçtan fazla öğrenmek caiz değildir, bid’atlerin yayılmasına sebep olur. (Hindiyye)

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri de buyuruyor ki:
İman, Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, tahkik etmeden, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan, tasdiktir. Akla uygun olduğu için tasdik etmek, aklı tasdik etmek olur, Resulü tasdik etmek olmaz. Yahut Resulü ve aklı birlikte tasdik etmek olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz. Çünkü iman parçalanmaz. Bir hadis-i şerifte de, (Dini aklıyla ölçen kadar zararlı kimse yoktur)buyurulmaktadır. (Taberânî)

Doğru Müslüman olmak için tasavvuf ilmini, ahlak bilgilerini öğrenmek de şarttır. Fıkıh ilminden habersiz, ahlak ilmini bilmeyen kimse, itikadı da Ehl-i sünnete uygun değilse, sabahtan akşama kadar, (Allah vardır, birdir) diye bağırsa, 99 delille Allah'ın varlığını ispata kalksa, hiç kıymeti olmaz.

İbni Sakka isimli bir âlim, akla çok önem verirdi. Her şeyi akılla ispata kalkardı. Allah’ın varlığını, birliğini 99 delille ispat eder ve hep bu konu üzerinde çalışırdı. Zamanla aklının almadığı konular da çıktı, şüpheleri arttı, bocalamaya başladı. Yusuf-i Hemedanî hazretlerine bir şey sordu. O da, (Otur, senin sözünden küfür kokusu geliyor) buyurdu. İstanbul’a elçi olarak gidince, Hristiyan oldu. Hristiyan olduktan sonra da, 100 delil ile Allah’ın 3 olduğunu ispata kalkıştı. (Fetâvâ-yı hadisiyye)

Bir kocakarıya, (İbni Sakka, Allah'ın varlığını ve birliğini, 99 delille ispat eden büyük bir zattır) denince, (Demek onun 99 şüphesi var ki, şüphelerini gidermeye çalışıyor. Benim hiç şüphem yok ki, ispata kalkışayım) diyor.

Bu konuları akılla ispata kalkmamalı. Bir hadis-i şerif:
(Âhir zamanda, kocakarı gibi inanın!) [Deylemî]

Bu hadis-i şerif, (Körü körüne inanın) demiyor. (Dinimizin bildirdiklerine, akılla ölçmeden, delil aramadan inanın) demektir. Âhiret ve Sırat Köprüsü, akılla, mantıkla ispat edilemez. Mutezile; aklına sığdıramadığı için, Sırat Köprüsü ve Mirac gibi şeyleri inkâr etmiştir. Tahkik eden de, şüpheden kurtulamaz. Mesela, Sırat Köprüsü'nü akılla izah edemez ve inkâr etmek zorunda kalır; Hazret-i Ebu Bekir gibi, (O söylemişse doğrudur) diyemez. Diyebilse tahkike, araştırmaya lüzum görmez. Onun için tahkikçi, büyük tehlike içindedir.

Müşrikler, tahkikçi mantığıyla, Peygamber efendimizin İsra sûresinde bildirilen Miracını inkâr ederken, Hazret-i Ebu Bekir, aklı işe hiç karıştırmadan, (O söylediyse doğrudur) diyerek imanın zirvesine çıkmış, (Sıddık) ismiyle şereflenmiştir. Aklını atıp, Resulullah'ın bir anda Mirac'a gidip geldiğini tasdik etti, imanı güneş gibi parladı. Peygamber efendimiz, (Ebu Bekir’in imanı, bütün insanların imanları toplamıyla tartılsa, onun imanı daha ağır gelir) buyurdu. Bu zirveye çıkış, tahkikle, araştırmakla değil, aksine tahkiki bırakıp tasdikle olmuştur.

İman esasları tahkik edilmez, yani araştırılmaz. Kur’an-ı kerimde, sâlihler övülürken, (O müttekîler ki, gayba inanırlar) buyuruluyor. (Bekara 3) [Yani görmeden inanırlar.]

Bir başka husus da, şimdi (Allah’ın varlığını ispat ediyor) denilen kitapların İslam âlimlerinin bildirdiği kelam ilmiyle de hiç ilgisi yoktur. Tamamen aklı esas alarak yazılmıştır. Bu kitapları okuyanlar küfre düşer. Çünkü Ehl-i sünnet kitaplarındaki itikat ve fıkıh bilgilerinden tamamen uzak olduğu için, (Allah'ın düşüncesi, ilahî şuur, ilahî nazariye) gibi küfür sözler yazılıdır. Lüzumlu iman ve fıkıh bilgilerini öğrenmeden bu kitapları okuyan küfre düşer.

Fıkıh ilmi
Kelam ilmiyle uğraşmayı bırakıp, ilmihâl bilgilerini öğrenmeye çalışmalı; zira fıkıh ilmi zaruri lazımdır. Peygamber efendimiz buyurdu ki:
(İmanın sermayesi fıkıhtır.) [Deylemî]

(Fıkıh ilmi her Müslümana farzdır.) [İ. Maverdî]

(Dinin temel direği fıkıhtır.) [Beyhekî]

Fıkıh ilmi, ancak doğru yazılmış bir ilmihâlden öğrenilir. Mesela, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından tercüme edilerek hazırlanmış olan ve içinde yazarına ait şahsi bir düşünce olmayan Tam İlmihâl Seadet-i Ebediyye kitabı okunmalıdır.

Bir Müslümanın, imanını ehl-i sünnet itikadına göre düzelttikten sonra, imanın gereği olan amellerini ilmihale uygun yapması gerekir. Ayrıca imanını tehlikeye düşürecek iş ve sözlerden de uzak durmalıdır. Çünkü iman ne kadar kıymetli ise, zıddı olan küfür de o kadar kötüdür. İmanı kurtarmak için ibadetleri yapmak ve haramlardan kaçmak gerekir. Bilhassa küfre düşürücü söz ve hareketlerden sakınmalıdır. Mesela imanını çok kuvvetli sanan biri, Allah dostlarından birine düşman olsa veya Allah düşmanlarından birini sevse, yahut, (Kuşların uçuşunda ilahi şuuru görüyoruz) veya (Bu iş Allah’ın aklına aykırıdır) dese, yaptığı ibadetler kıymetsiz olur ve Cehenneme gider. Çünkü küfre düşürücü ifade kullananın imanı gider. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Öyle bir zaman gelir ki, kişinin imanı gider de haberi olmaz. Halbuki ondan, gömleğin çıktığı gibi, iman çıkmış olur.) [Deylemi]

Şeytanın ağlatıp sızlattıkları
Sual: Tarikata bağlı arkadaşlar şeyhlerinden bahsederken muhabbetlerinden ağlayabiliyorlar, fakat Allahü teâlâdan ve Peygamber efendimizden bahsederken hiç de böyle bir hâl içerisinde olduklarını göremiyoruz. Bu durumda, İslamiyet’in ruhuna aykırı bir durum ortaya çıkmış olmaz mı?
CEVAP
Aykırı olmayabilir. Fakat aykırı olması daha kuvvetlidir. Çünkü şeytan, dinimizi doğru ve tam bilmeyen, (fıkıh bilmeyen) tarikatçıları oynatır, ağlatır, zıplatır, cezbeye sürükler.

Size Seadet-i Ebediyyeden aldığım bir menkıbeyi yazıyorum. Bu haller şeytandan olabilir.

Fârisi Tezkiret-ül-Evliya kitabında diyor ki, İbrahim Ethem hazretlerine, falanca yerde bir genç var. Gece gündüz ibadet ediyor. Vecde gelip kendinden geçiyor, dediler. Gencin yanına gidip, üç gün misafir kaldı. Dikkat etti, söylediklerinden daha çok şeyler gördü. Kendinin soğuk, hâlsiz, habersiz, gencin ise, böyle uykusuz ve gayretli hâline şaşıp kaldı. Genci, şeytan mı aldatmış, yoksa hâlis ve doğru mu diye anlamak istiyordu. Yediğine dikkat etti. Lokması helalden değildi. Bu hâllerin hep şeytandan olduğunu anlayarak, genci evine davet etti. Ona helalinden bir lokma yedirince, gencin hâli değişip, o aşkı, arzusu ve gayreti kalmadı. Genç, İbrahim’e (Bana ne yaptın?) diye sorunca, (Lokmaların helalden değildi. Yemek yerken, şeytan da midene giriyordu. O hâller, şeytandan oluyordu. Helal yiyince şeytan giremedi. Asıl, doğru hâlin meydana çıktı) dedi.

Sual: Dinimizi, asıl kaynağından öğrenmek için hangi meali ve tefsiri tavsiye edersiniz?
CEVAP
Kur'an-ı kerimin muhatabı Muhammed aleyhisselamdır. Ona gelmiştir. Manasını yalnız Muhammed aleyhisselam anlamış ve hadis-i şerifleri ile bildirmiştir. Kur'an-ı kerimi tefsir eden Odur. Doğru tefsir kitabı da, Onun hadis-i şerifleridir. Din âlimlerimiz, bu hadis-i şerifleri toplayıp, tefsir yazmışlardır.

Âyet-i kerimeler kısa ve tam tercüme edilemediği için, İslam âlimleri, tercüme değil, uzun tefsir ve tevillerini bildirmişlerdir. Resulullahın bildirdiği manalara Tefsir denir. Tefsir, ancak Fahr-i âlem efendimizin mübarek lisanından, Sahabe-i kirama ve onlardan Tabiine ve Tebe-i tabiine ve böylece sağlam, kıymetli insanların söylemesi ile, fıkıh ve kelam âlimlerine gelen haberlerdir. Bundan başka olan bilgilere tefsir denmez. Müfessir, tefsir kitabı yazan demek değildir. Müfessir, kelam-ı ilahiden, murad-ı ilahiyi anlayan derin âlim demektir. Beydavi tefsiri bunların en kıymetlilerindendir. Bu tefsir kitaplarını da anlayabilmek için, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek gerekir. Ana ilimlerden biri, tefsir ilmidir. Bu yirmi ana ilmin kolları, seksen ilimdir.

1986'da İstanbul’da yapılan (Kur'an Tercümeleri Sempozyumu)nda 1500den fazla tercüme incelendiğinde, birbirini tutmayan hükümler görüldü. Herkes anlayışına göre tefsir ettiği için, karşımıza bir korkunç, dehşetli ve vahim manzara çıkmıştır. Halbuki nakle dayanılsaydı böyle olmazdı. Türkiye’de ilk defa Kur'an tercüme işini, Cihan Kitabevi sahibi Misak isimli bir Ermeni başlatmıştır. Maksat dinimizi bozmaktır. Bu oyuna gelinmemeli!

Din fıkıhtan öğrenilir
Bizim gibilerin, tefsirden din öğrenmesi mümkün değildir. Tefsirden abdestin farzını bile öğrenmemiz mümkün değilken, itikadi konuları öğrenmemiz nasıl mümkün olur? İslam âlimleri yıllarca çalışarak, Kur'an-ı kerimden çıkardıkları hükümleri, kitaplara yazmışlardır. Bir müslüman, hangi mezhepte ise, mezhebine ait kitapları okur, dinini öğrenir. Zaten her müslümanın, bir ilmihal kitabı okumakla, dinine ait lüzumlu bütün bilgileri öğrenmesi mümkündür. Tıp kitabı okuyarak hastalıklara teşhis koymak, tedavi ve ameliyatlara girişmek milyonda bir ihtimal de olsa belki mümkün olabilir, fakat Kur'andan din öğrenmek mümkün olmaz. Her işi ehlinden öğrenmek gerekir. Fıkıh kitaplarını "Tabu" olarak gösterenler, "Dini Kur'andan, tefsirden öğrenin!" diyenler, eğer cahil değilseler, din anarşisi meydana çıkarmak için çalışan hain ve sapık kimselerdir.

Âlimler sapıtınca
İslam âlimleri, fıkıh bilgilerini, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden çıkarmışlardır. Bu bilgiler ancak fıkıh kitaplarından öğrenilir. Fıkıh kitapları varken, din bilgilerini tefsirlerden öğrenmeye kalkışmak ehli olan için bile nafile ibadet olur. Farz-ı ayn olan fıkıh kitaplarını okumayı bırakıp, nafile olan tefsir okumak caiz değildir. Zaten müctehid olmayanların, tefsirden fıkıh bilgisi öğrenmesi imkânsızdır. Cehenneme gidecekleri bildirilen 72 fırkanın âlimleri, tefsirlerden yanlış mana çıkardıkları için sapıttılar. Âlimler sapıtınca, âlim olmayanların tefsir okuması felaket olur. (Hadika)

İlmihal bilgileri
Sual: Fıkıh, yani ilmihal bilgilerinden önce başka kitap okumak uygun mudur?
CEVAP
Asla uygun değildir. Fıkıh ilmi ile uğraşmak, yani farzları ve haramları öğrenmek, her müslümana farz-ı ayndır. Fazlasını öğrenmek de, farz-ı kifaye olup, çok sevaptır. (Hadika)

İbni Âbidin hazretleri buyuruyor ki:
Her müslümanın ilmihal öğrenmesinin farz olduğunu fıkıh âlimleri sözbirliği ile bildirdi. Bunun için, karı-kocanın hayz ve nifas bilgilerini öğrenmeleri gerekir. Kocası, hanımına öğretmeli, kendisi bilmiyorsa, bilen kadınlardan öğrenmesi için izin vermelidir. Kocası izin vermeyen kadının, ondan izinsiz gidip öğrenmesi gerekir. (Menhel)

İmam-ı Muhammed’e, mütehassıs olduğu tasavvuf bilgisinde bir kitap yazmadığını sorduklarında, (Zühd ve takva, ancak, bütün işlerde İslamiyete uymakla, bâtıl, fâsid ve mekruh sözleşmelerden sakınmakla elde edilebilir. Bunlar da, fıkıh kitaplarından öğrenilir. Alışveriş ve başka sözleşmeleri yapacak kimsenin bunların sahih ve helal olması şartlarını öğrenmesi gerekir. Bunun için, bu işlerin ilmihalini öğrenmek her mükellefe farz-ı ayndır. Bu farzın yerine getirilmesi için, alışveriş kitabını yazdım) buyurdu. (Hadika)

Önce lüzumlu bilgi
Ehl-i sünnet itikadını ve fıkıh bilgilerini öğrenmeden önce, Gülistan ve benzeri kitapları okumamalıdır. Fıkıh kitapları yanında, Gülistan ve benzeri kitaplar lüzumsuzdur. Dinde gerekenleri, önce okumak ve öğrenmek ve öğretmek gerekir. [Din bilgilerini öğrenmeden, başka şeyler öğrenenler ve çocuklarına doğru din bilgisi öğretmeyerek, para kazanmaya uğraşanlar, ne kadar aldanıyor.]

Kur'an-ı kerimin hakiki manasını anlamak isteyen bir kimse, din âlimlerinin kelam ve fıkıh ve ahlak kitaplarını okumalıdır. Bu kitapların hepsi, Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden alınmış ve yazılmıştır. Kur'an tercümesi diye yazılan kitaplar, doğru mana veremez. Okuyanları, bunları yazanların fikirlerine, düşüncelerine ve maksatlarına esir eder ve dinden ayrılmalarına sebep olur.

Abdest, gusül, teyemmüm, mest, namaz, oruç, zekât, adak, yemin çeşitleri, hac bilgilerini öğrenmek, fıkıh bilgisi ile mümkündür. Fıkıh bilgisi de ancak doğru yazılmış bir ilmihalden öğrenilir.

Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye kitabında, bir müslümana gereken bütün dini bilgiler vardır. Hepsi de en kıymetli eserlerden derlenmiştir. Bu kitabı baştan sona dikkatlice okuyan biri, dinimizin bütün emir ve yasaklarını öğrenir. Dinimiz hakkında kâfi bilgiye sahip olur. Her müslümanın dinimizi çok iyi bilmesi şarttır. Dinini bilmeyenin dini yoktur. 95. baskısı yapılan, 1248 sayfalık Tam İlmihali, her müslümanın okuyup, çoluk çocuğuna da okutması gerekir.

Mahrem bilgiler
Sual: S. Ebediyye'deki hayz, gusül ve evlilikle ilgili mahrem bilgileri birkaç kişinin birlikte okumaları caiz midir?
CEVAP
Evet, caizdir.

Fıkıh ilmi
Sual: Fıkıh ilminin önemi nedir?
CEVAP
Fıkıh ilmi çok kıymetlidir. Peygamber efendimiz, (Allah bir kimse için hayır murad etmişse, onu dinde fakih yapar) buyuruyor. Kelam âlimlerinden, kendi aklına güvenerek sapıtanlar, yanlış yollara sapanlar çok olmuşsa da, fıkıh âlimlerinden bozuk itikatlı kimse çıkmamıştır.

Tefsir dersleri
Sual: Fıkıh ilmi mi yoksa tefsir ilmi mi önemli? Camideki kursa gidiyorum. Hocamız, lüzumlu iman ve fıkıh bilgisini öğretmeden, (Tefsir dersleri yapacağız) diyor. Bir Müslümanın, önce tefsir mi öğrenmesi lazım?
CEVAP
Fıkhı bilmeden dine uymak mümkün olmaz. Çünkü dinin temeli fıkıhtır. İbni Abidin hazretleri, (Fıkhı öğrenmek her Müslümana farz-ı ayndır) buyuruyor. (Redd-ül Muhtar)

İmam-ı Gazalî hazretleri, (Fâsık ve bid'at ehli, Kur'anın manasını anlayamaz) buyuruyor. (İhya) [Bid’at ehli, Ehl-i sünnet itikadında olmayan, mezhepsiz olan demektir.]

Farz-ı ayn olan fıkıh kitaplarını okumayıp, tefsir okumak, caiz değildir. Zaten, günümüzde tefsirden fıkıh bilgisi öğrenmek imkânsızdır. Cehenneme gidecekleri bildirilen 72 fırkanın âlimleri, tefsirlerden yanlış mâna anladıkları için, sapıttılar. Âlimler sapıtınca, bizim gibi cahillerin tefsirden ne anlayabileceğimizi düşünmeliyiz! Doğru yazılmış tefsirleri okuyanlar böyle felakete düşerse, dinde reformcuların tefsirlerini okuyanın hâlinin çok daha kötü olacağı aşikârdır.

O hâlde dinimizi doğru olarak yazılmış ilmihâllerden öğrenmek gerekir.

Sual: Kendilerine tarikat ehli diyen bazı kimseler, fıkıh, ilmihal kitaplarına pek itibar etmiyorlar. Fıkıh, ilmihal bilgileri olmadan evliyalık olur mu?
Cevap: Doğru bir iman yani Ehl-i sünnet itikadı olmaz, İslamiyet’in emirleri yapılıp yasaklarından sakınılmazsa, evliyalık hasıl olamaz. Bu konuda İmam-ı Mâlik hazretleri buyuruyor ki:
“Fıkıh bilgilerini öğrenmeyip tasavvufla uğraşan, dinden çıkar, zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmayan da bid'at sahibi, sapık olur. Her ikisini edinen hakikate varır.”

Fıkıh bilgilerini doğru yazılmış ilmihal kitaplarından öğrenen, bunlarla amel eden ve tasavvufun zevkini alan kimse, kamil, olgun insan olur.

Önce din bilgilerini öğrenmeli
Sual: Bir kimsenin, kendisine lazım olan din, ilmihal bilgilerini öğrenmeden dünya işleri ile meşgul olması, mal, mülk, makam peşinde koşması, dinimiz açısından uygun mudur?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İmam-ı Gazâli hazretleri, bir talebesine hitaben buyuruyor ki:
“Dünyanın nesini seversen sev, hepsine veda edeceksin! Elinden geleni yap! Fakat unutma ki, her yaptığının hesabını vereceksin! Keyfine göre yaşa! Fakat bu yaşaman uzun sürmeyecek, bir gün elbette öleceksin. Gece gündüz düşündüğün, sımsıkı sarıldığın lezzetlerden elbette ayrılacaksın. İman edilecek şeyleri akla uydurmaya, beğendirmeye uğraşmak, dinsizlerle, cahillerle, münakaşa edip, onların bozuk düşünceleri ile uğraşmak ve Kur’ân-ı kerimi öğrenmeden, namazı, abdesti, orucu, farzları, haramları okumadan, bilmeden para kazanmaya kalkışmak, herkesten fazla zengin olmak için lüzumsuz ilimlerle uğraşmak, ömrü boş yere harcamak olur. Allahü teâlâya yemin ederim ki, İsa aleyhisselamın İncilinde okudum; bir kimseyi tabuta koyduktan mezara bırakıncaya kadar; Allahü teâlâ ona kırk sual soracaktır. Birincisi, (Ey kulum! Yaşadığın kadar hep dünya için süslendin, herkesin beğenmesi, hürmet etmesi için birçok şeyler öğrendin. Benim emrettiğim şeyleri de öğrendin mi, istediklerimi yapıp, haram ettiklerimden kaçındın mı?)dır. Allahü teâlâ sana her gün soruyor: (Başkaları için neye bu kadar uğraşıyorsun? Görmüyor musun ki, tepeden tırnağa kadar benim iyiliklerim ile, ihsanlarım ile örtülüsün?)Fakat sen bunu duymuyorsun. Çocuk oyuna dalıp etrafını görmediği gibi, dünya zevkleri, nefsin arzuları seni sağır ve kör eylemiş! İlim öğrenip de, bunu kullanmamak deliliktir. İlimsiz amel de yanlış olur, kabul edilmez.”

Tefsir değil, fıkıh kitabı okumalı
Sual: Bir Müslüman, dinin emir ve yasaklarını, tefsir ve hadis kitaplarından mı yoksa fıkıh kitaplarından mı öğrenmelidir?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Hadîkada buyruluyor ki:
“Ehl-i sünnet itikadını ve farzları, haramları öğrenmek farzdır. Bunları öğretmek ve kendine lazım olandan başka fıkıh bilgilerini öğrenmek ve Kur’ân-ı kerimin tefsirini ve hadis ilmini öğrenmek farz-ı kifayedir. Fıkıh bilgileri, Kur’ân-ı kerimden ve hadîs-i şeriflerden öğrenilmesi farz olan bilgilerdir. Fıkıh kitabı okuyanlar, âyetten ve hadîsten hüküm çıkarmak ihtiyacından kurtulur. Farz-ı kifaye olanları bilen, yapan var iken, bunları öğrenmek müstehab olur. Bunları yapmak nafile ibadet olur. Yalnız, cenaze namazı böyle değildir. Cenaze namazını velisi kılınca, başkalarının tekrar kılması caiz olmaz. Namaz kılacak kadar Kur’ân-ı kerim ezberleyen kimsenin, boş zamanlarında daha çok ezberlemesi, nafile namaz kılmasından daha çok sevap olur. İbadetlerinde ve günlük işlerinde lazım olan fıkıh bilgilerini öğrenmesi ise, bundan daha çok sevap olur. Lüzumundan fazla fıkıh bilgilerini öğrenmek de, nafile ibadetlerden daha sevaptır. Lüzumundan fazla fıkıh bilgisi öğrenirken, tasavvuf bilgilerini ve hakîmlerin, yani Allahü teâlâya arif olanların sözlerini ve hal tercümelerini öğrenmesi de müstehab olur. Bunları okumak, kalpte ihlası arttırır. Fıkıh bilgilerini, derin âlimler, âyet-i kerimelerden ve hadîs-i şeriflerden çıkarmışlardır. Bunlar, ancak fıkıh kitaplarından ve fıkıh âlimlerinden öğrenilir.”

Görülüyor ki, tefsir okumak farz-ı kifayedir. Fıkıh kitapları varken, din bilgilerini tefsirlerden öğrenmeye kalkışmak, nafile ibadet olur. Farz-ı ayın olan fıkıh kitaplarını okumayı bırakıp, nafile olan tefsir okumak, caiz değildir. Zaten, bizim gibi cahillerin, tefsir ve hadis kitaplarından fıkıh bilgisi öğrenmesi imkansızdır. Cehenneme gidecekleri bildirilen yetmişiki fırkanın âlimleri, tefsirlerden yanlış mana anladıkları için, sapıttılar. Âlimler sapıtınca, bizim gibi cahillerin tefsirden ne anlayabileceğimizi düşünmeliyiz! Doğru yazılmış tefsirleri okuyan cahiller, böyle felakete düşerse, Mehmet Abduh, Ömer Rıza ve Seyit Kutup gibi dinde reformcuların tefsir adındaki kitaplarını okuyan acaba ne olur?

Fıkh âlimleri yedi tabakadır
Sual: Müctehidlerin, fıkıh âlimlerinin hepsi aynı derecede midir yoksa bunların da kendi aralarında dereceleri var mıdır?
Cevap: Fıkıh âlimleri yedi tabakadır. Kemal Paşazâde Ahmed bin Süleyman Efendi, Vakfunniyyât kitâbında bu yedi dereceyi şöyle anlatıyor:
1- İslâmiyette mutlak müctehid olan âlimlerdir. Bunlar Edille-i erbe'adan, dört kaynaktan hüküm çıkarmak için, üsul ve kaideler kurmuşlar ve koydukları esaslara göre, ahkam, hüküm çıkarmışlardır. Dört mezhep imamı bunlardandır.

2- Mezhebde müctehidlerdir. Bunlar, mezhep imamının koyduğu kaidelere uyarak, dört delilden ahkam, hüküm çıkaran imam-ı Ebu Yusuf, imam-ı Muhammed ve benzerleridir.

3- Meselelerde müctehid olanlardır. Bunlar, mezhep imamının bildirmediği meseleler için, mezhebin usul ve kaidelerine göre ahkam, hüküm çıkarırlarsa da, mezheb imamına uygun çıkarmaları şarttır. Tahâvî, Hassâf Ahmed bin Ömer, Abdullah bin Hüseyin Kerhî, Şems-ül-eimme Halvânî, Şemsül-eimme Serahsî, Fahrül islâm Alî bin Muhammed Pezdevî, Kâdîhân Hasen bin Mensûr Fergânî ve benzerleri gibi.

4- Eshab-ı tahric, ictihad derecesinde olmayıp, müctehidlerin çıkardığı, kısa, kapalı bir hükmü açıklayan âlimlerdir. Ahmed bin Alî bin Ebî Bekr Râzî bunlardandır.

5- Erbab-ı tercih, müctehidlerden gelen birkaç rivayet arasından birini tercih ederler. Ebülhasen Kudûrî, Hidâye sahibi Burhâneddîn Alî Mergınânî gibi.

6- Mukallitler olup, bir mesele hakkında gelen çeşitli haberleri, kuvvetlerine göre sıralayıp yazmışlardır. Kitaplarında reddedilen rivayetler yoktur. Kenz-üd-dekâık sahibi Ebülberekât Abdullah bin Ahmed Nesefî ve Muhtâr sahibi Abdullah bin Mahmut Mûsulî, Vikâye sahibi Burhânüşşerî'a Mahmûd bin Sadrüşşerî'a Ubeydüllah ve Mecma'ul-bahreyn sahibi İbnüssâ'âtî Ahmed bin Alî Bağdâdî bunlardandır.

7- Zayıf haberleri, kuvvetlilerinden ayıramayan mukallitlerdir. Bunlar okuduklarını iyi anladıkları ve anlamayan mukallitlere açıkladıkları için, fıkıh âlimlerinden sayılmışlardır.

Dinin temel direği, fıkıhtır
Sual: Dinimizi doğru öğrenebilmek için, İslâmi ilimler içinde, bir Müslüman için en kıymetli ve en lüzumlu ilim hangisidir?
Cevap: Tefsir, hadis ve kelam ilimlerinden sonra, en şerefli ilim fıkıh ilmidir. Fıkıh bilgisi okumak, geceleri nafile namaz kılmaktan daha sevaptır. Alimlerden okumak da, yalnız okumaktan daha sevaptır. Fıkıh ilminin şerefini bildiren hadîs-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Allahü teâlâ bir kuluna iyilik etmek isterse, onu dinde fakih yapar.)

(Bir kimse fakih olursa, Allahü teâlâ, onun özlediği şeyleri ve rızkını, ummadığı yerlerden gönderir.)

(Allahü teâlânın en üstün dediği kimse, dinde fakih olan kimsedir.) İmâm-ı a'zam Ebû Hanife hazretlerinin üstünlüğünü göstermeye, yalnız bu hadîs-i şerif yetişir.

(Şeytana karşı bir fakih, bin âbidden, ibadet çok yapandan daha kuvvetlidir.)

(Her şeyin dayandığı bir direk vardır. Dinin temel direği, fıkıh bilgisidir.)

(İbadetlerin efdali, en kıymetlisi, fıkıh öğrenmek ve öğretmektir.)

İmam-ı Mâlik hazretleri buyuruyor ki:
“Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan, dinden çıkar, Zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmayan Bidat sahibi yani sapık olur. Her ikisini edinen, hakikate varır.”

Fıkıh alimlerinin dereceleri
Sual: Kur’an-ı kerimden hüküm çıkaran müctehid alimlerin hepsi aynı mıdır yoksa bunların da belli dereceleri var mıdır?
Cevap: Bu konuda İbni Âbidîn, Mecmû'a-i Zühdiyye ve Vakfunniyyât kitaplarında buyuruluyor ki:
“Fıkıh alimleri yedi tabaka, yedi derecedir. En yüksek derecesi, ahkam-ı islâmiyede müctehid olanlardır. Bunlara mutlak müctehid denir. Dört mezhep imamları böyledir.

İkinci tabaka, mezhepte müctehid denilen büyük alimlerdir. İmam-ı Ebu Yusuf, imam-ı Muhammed Şeybani ve imam-ı a'zam hazretlerinin diğer talebeleri böyledir. Bunlar, imam-ı a'zam Ebu Hanife hazretlerinin koymuş olduğu usul ve kaidelere uyarak, delillerden hüküm çıkarırlar.

Üçüncü tabaka, meselelerde müctehid olan alimlerdir. Bunlar, ortaya yeni çıkan meselelerin hükümlerini bulurlar. Bunların bulduğu hükümlerin ilk iki tabakanın hükümlerine uygun olmaları lazımdır. Hassâf, Tahâvî, Kerhî, Şems-ül-eimme Halvânî, Şems-ül-eimme Serahsî, Pezdevî, Kâdîhân ve benzerleri olan derin alimler, üçüncü tabakadan müctehidlerdir. Bunlardan sonra olan tabakalardaki âlimler müctehid değildir. Mukalliddirler.

Dördüncü tabakadaki, Eshâb-ı tahrîc denilen alimler, ictihad yapamazlar. Mücmel, kısa bildirilmiş olup, iki türlü anlaşılabilen hükümleri açıklayarak, bir manasını seçen Ebû Bekir Ahmed Râzî bunlardandır.

Fıkıh alimlerinin beşinci tabakası, Eshâb-ı tercîhdir. Kendilerine gelmiş olan, çeşitli haberler arasından sahih, evla olanları seçerler. Kudûrî ve Hidâye sahibi Burhâneddîn Mergınânî bunlardandır.

Altıncı tabaka, Eshâb-ı temyîz olup, sağlam hükümleri zayıf olanlardan, zahir haberleri, nadir haberlerden ayıran mukallid alimlerdir. Kenz, Muhtâr, İhtiyâr, Vikâye ve Mecma'ul-bahreyn kitaplarının sahipleri bunlardandır. Bunların kitaplarında zayıf rivayetler yoktur.

Yedinci tabaka, yukarıda bildirilen hizmetleri yapamayan, ancak önceki tabakaların kitaplarından doğru olarak nakil yapabilen, onları bildiren mukallidlerdir. Tahtâvî, İbni Âbidînin ve Dürr-ül-muhtâr sahibinin bunlardan olduğu, Mecmû'a-i Zühdiyyede yazılıdır.

Altıncı tabakadan alimler kıyamete kadar bulunacaklar, hakkı batıldan ayıracaklardır. (Ümmetimden hak üzere olan alimler, Kıyamete kadar bulunacaktır) hadîs-i şerifi, bunu haber vermektedir.”


Kaynaklar:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...