Allah insanı nasıl korur?

Zünnu-i Mısri'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir :Bir gün elbiselerimi yıkamak için Nil nehrinin kenarına gitmiştim. Nehrin kenarında dururken, bir de baktım ki, görülmemiş şekilde büyük bir akrep bana doğru geliyor.

Bu sudan İçmek Müslümana Haram

Vaktiyle Bursa’ da bir Müslüman, eski adı “Yahudilik Yolağzı,” bugünkü adı Arap Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş: - “Her kula helâl, Müslüman’a haram!”

Hiçbirinin haccı kabul edilmedi!

Ali bin Muvaffak hazretleri, Şam’da yaşamış olan evliyânın büyüklerindendir. Zünnûn-ı Mısrî ve Abdullah bin Mübarek ile görüştü. 878 (H.265) senesi vefât etti... Abdullah bin Mübarek bir hac mevsiminde Mekke’de hac vazifelerini ifa ettikten sonra, Harem’de uyuyakalır

Kuran Sırları

Bilindiği gibi DNA terimi, canlılardaki genetik malzemenin kısaltılmış ifadesidir. Genetik biliminin başlangıç tarihi ise, Mendel isimli bilim adamının 1865 yılında hazırlamış olduğu genetik yasalarına dayanır. Bilim tarihi için bir dönüm noktası oluşturan bu tarihe, Kuran’da 18:65 numaralı Kehf Suresi’nin 65. ayetinde işaret edilmektedir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Nefsin Mertebeleri

BİRİNCİ DAİRE: Nefs-i Emmare: Allah`ın emirlerine uymayan, yasaklarını çekinmeden yapan ve zevkine tabi olan nefistir. Nefs-i emmâre denilen bedbaht nefis zenginleştikçe şımarır. Bilgisi arttıkça kibri, gururu da artar. Hele bir de makam sahibi olursa artık onun yanına varmak, sokulmak ne mümkün!

YAHUDİLERİN MAYMUN OLMASI

Onlar, Davud Aleyhisselâm’ın zamanında "Eyle" denilen bir şehirde yaşıyorlardı. Eyle Medine ile Şam arasında bir yerde ve Kızıldenizin sahilinde bir yerdeydi. Allah onlara cumartesi günü balık avlamayı yasak etti. Cumartesi günü olduğu zaman, denizde balık kalmaz, hepsi sahile gelirdi.

ARAPÇA ÖĞRENİYORUM

Öncelikle Hafıza tekniği konusunda size olağan üstü bir ip ucu.Sureler kolaydan zora doğru sıralanır. Bir sayfa alınarak 3′e bölünür. Önce ilk 5 satır, daha sonra diğer satırlar 5′er 5′er ezberlenir ve sonrasında birleştirilerek tekrar yapılır.

Günahın Reçetesi

Büyük Mutasavvıf Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri bir gün tımarhanenin önünden geçiyordu. Tımarhane hizmetçisinin tokmakla birşeyler dövdüğünü görüp

Ahir Zaman Bu Zaman Mı?

Ahir zamanın kendini hissettirdiği şu günlerde, Rabbimizin ikazlarını neden duymamazlıktan geliyoruz acaba? Nereye gidiyorsunuz? Nerede Muhammed ümmeti?

Şeytan İşi

Günlerden birgün şeytanın yolu bir köye düşmüş.Keyfi yerinde olan şeytan sırtını bir ağaca dayamış ve buzağısı kazığa bağlı olan ineğini sağan genç bir kadını uzaktan izlemiş.

Artan pilav

Yahya baba, II. Bâyezîd Hân zamanında, Edirne Bâyezid Külliyesi'nin aşçılarından biridir.. Arkadaşları hoşaf, kebap sebze, bakliyat pişirir. Ama onun ihtisası pilavdır. Mübârek işe girişti mi, ibadet ettiğini sanırsınız.

Olgun İmana Kavuşma

MESCİD-İ Saadet'te Ashab-ı Kiram toplanmışlar, derin bir vecd ve huşu içinde Allah'ın Resûlünü dinlemekteydiler. Hazret-i Fahr-i Kâinat Efendimiz ise, Al-i İmrân sûresinden şu mealdeki Âyet-i Kerimeyi okuyordu:

Gönül Örtüsü Hayâ

Gönlün titremesidir hayâ. Gönül ki kurtulmuştur da ağırlıklarından, bir yaprak kadar incelmiştir. İşte o nazenin yapraktır müminin gönlü. Titrer bir günah, bir yanlış, bir aykırı hal gördüğünde.

KÂLU BELÂ

Ve kıyâmet günü, gerçekten biz bundan gâfildik (gâfilleriz) dersiniz diye (dememeniz için), senin Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından onların zürriyetlerini aldığı zaman onları, nefsleri üzerine şahit tuttu. (Allahû Tealâ şöyle buyurdu): “Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?” Dediler ki: “Evet, (Sen, bizim Rabbimizsin), biz şahit olduk.”

AY'IN RESÛLULLAH (S.A.V)'A SELAM VERMESİ

Ebû Kubeys dağının altında duruyorduk.Ay doğu tarafından göründü.Yükselerek yukarı çıktı. Nûru bütün âlemi doldurmaya başladı.Göğün ortasında kâmil bir dolunay haline geldi...

24 Ağustos 2016 Çarşamba

Gününmüz Teknolojisiyle Cebeli Tarık boğazı ve Ayeti kerimeyle Mucizenin belgesi




Rahman süresi Ayet 19-20

Bismillahirrahmanirrahim.

- Acı ve tatlı iki denizi salıverdi birbirine kavuşuyorlar.
(Rahman Suresi, Ayet 19)

-Fakat aralarında bir engel vardır, birbirlerine geçip karışmıyorlar. (Rahman Suresi, Ayet 20)

AÇIKLAMA: (Tefsir) .

19- Evet iki denizi mercetti (salıverdi) . Burada merc müteaddidir. mânâsınadır ki, salıverdi demektir. Bu da esas itibariye karıştırmak mânâsına gelirse de, bu ayrı bir kullanmadır. Bu iki deniz hakkında misal olmak üzere çeşitli yorumlar yapılmıştır. Önce Furkan Sûresi'nde geçen 'O, iki denizi birbirine salmıştır. Bu, tatlı ve susuzluğu giderici; şu tuzlu ve acıdır. Ve ikisinin arasına birbirine kavuşmalarına engel olan bir perde koymuştur.' (Furkân, 53) âyetine mutabık olmak üzere biri tatlı diğeri acı iki derya denilmiştir.

20- Fakat 'aralarında bir berzah vardır.' Berzah, esasen iki şey arasında bulunan engel ve ayırıcı sınır demektir. Coğrafya ıstılahında bilindiği gibi iki deniz arasında bulunan karaya denir. Berzah, burada kudretten herhangi bir sınır mânâsınadır. Aralarında bir berzah bulunduğundan dolayı o iki deniz birbirine geçmezler. O berzahı, o haddi aşıp da diğerinin yerini işgal edecek, özelliğini ortadan kaldıracak bir zulüm ve tecavüz yapmazlar, yapmaya meydan bulmazlar

Yukarıdaki iki ayette, bilinen iki su kütlesinin birbirleriyle karşılaşıp birleştiği fakat bir engel sebebiyle karışmadıkları vurgulanmaktadır. Bu hususun pozitif bilimle izahı yakın geçmişe kadar bilinmiyordu. Ancak Denizaltı araştırmaları ile ünlü Fransız bilim adamı Kaptan Jacques Cousteau denizlerdeki su engelleri ile ilgili yaptığı araştırmaların sonucunda birbirine Cebeli Tarık boğazı ile birleşen akdeniz ile Atlas okyanusunun birleştikleri yerde adeta görünmeyen bir perde ile ayrıldıklarınız şöyle anlatmaktadır: 

   'Bazı araştırmacıların farklı deniz kütlelerini birbirinden ayıran engellerin bulunduğuna dair ileri sürdükleri görüşleri inceliyorduk. çalışmalar sonucunda gördük ki, Akdeniz'in kendine has tuzluluğu ve yoğunluğu var. Aynı zamanda kendine has canlıları barındırıyor. Sonra Atlas Okyanusu'ndaki su kütlesini inceledik ve Akdeniz'den tamamen farklı olduğunu gördük. Halbuki Cebeli Tarık Boğazı'nda birleşen bu iki denizin tuzluluk, yoğunluk ve sahip olduğu hayatiyet açısından eşit veya eşite yakın olması gerekiyordu. Oysa ki bu iki deniz, birbirine yakın kısımlarda bile ayrı yapılara sahiptiler. 

    Bunun üzerine yapmış olduğumuz araştırmalarda bizi şaşkına çeviren bir durumla karşılaştık. çünkü bu iki denizin karışmasına birleşme noktasında bulunan harika bir su perdesi engel oluyordu. 

   Aynı türden bir su engeli 1962 yılında Alman bilim adamları tarafından Aden Körfezi ile Kızıldeniz'in birleştiği Mendep Boğazı'nda da bulunmuştu. 


Daha sonraki incelemelerimizde farklı yapıdaki bütün denizlerin birleşme noktalarında aynı engelin bulunduğuna tanıklık ettik.' Bu hâli anlattığım Profesör Maurice Bucaille, bunda şaşılacak bir şey olmadığını, İslam’ın kudsi kitabı Kur’an-ı kerimin bunu açık bir şekilde yazdığını söyledi. Hakikaten bu hâl Kur’an-ı kerimde açıklanıyordu”.
Kaptan Cousteau'yu şaşırtan bu durum, denizlerin birleşmesine rağmen suların karışmaması, çıplak gözle algılanamayan ve suyun algılanan özelliklerine ters gibi gözüken bu özellik, Kuran'da 14 asır önceden söylenmiştir.

Birbirine karışmayan iki denizin bulunduğu hususunda birkaç âyet-i kerime vardır:

(Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerinin ki tuzlu ve acı iki denizin arasına bir engel, aşılamaz bir serhat koyan Odur.) [Furkan 53]

(....iki deniz arasına perde koyan...) [Neml 61]

   İslam âlimleri, tefsir ilminin mütehassısları, âyet-i kerimeleri, zamanlarındaki fen bilgilerine göre tefsir etmişlerdir. Biz burada, Kur’an-ı kerimin her asırdaki fen bilgilerine uygun olduğu gibi, en yeni keşiflere de muvafık olduğunu göstermek istiyoruz. 

Her âyet-i kerimenin birçok, hatta sonsuz manası vardır. Çünkü, Allahü teâlânın bütün sıfatları gibi, kelam sıfatı da sonsuzdur. Bu manaların hepsini, ancak Kur’an-ı kerimin sahibi, yani Allahü teâlâ bilir. 

    Bunların çoğunu sevgili Peygamberine bildirmiştir. Yukarıda verdiğimiz malumat, o manalar deryasından ancak birkaç damla olabilir kanaatindeyiz. Bugün, birçok gayretlerden sonra, elde edilen hakikatleri bize 1400 sene evvel bildiren bir kitab, ancak Allahü teâlânın Kitabı olabilir. Böyle muazzam bir kudret, insanlarda olamaz. Ancak Allahü teâlâda vardır. Yukarıdaki hususları dikkat ile okuyan herkes, buna inanacaktır. Buna inanmamak taassup, inatçılık ve cahillik olur.

Kuran’ın Ancak Allahın varlığını izah ve ilahi bir gücün ispat vesikası olabileceği, hiçbir beşerin, hiçbir insanın hele 1400 sene önce hiçbir teknolojinin öyle bir eser ortaya koyamayacağını ispat noktasında ancak zamanımızın pozitif ilimleri ile açıklanan daha bir çok husus bulunmaktadır. Şayet bu konuda yukarıda pozitif bilimler ışığında açıkladığımız husus karşısında hala tatmin olmayan düşünce ve beyin kalmışsa eğer. gene fenni ilimler ışığında kuranın 1400 sene önce bildirdiği pozitif gerçekleri bir çok delilleriyle açıklayabiliriz.


Kaynak:By Eyyupk

23 Ağustos 2016 Salı

Mehdi A.s 'ın Zuhuru-İsrail'in Sonu-Gerçek Siyah Bayraklılar-2016 yılının sonunda belirecek alametler-İşaret edilen 2019 yılı








TÜRKİYEDEN ÜÇ MEHDİ : Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsi

Her asır mehdi manasına muhtaç olduğu gibi ahirzamandaki mehdinin zuhurundan önce, mehdinin zuhuru ve mehdinin zuhurundan sonraki olayların hepsine birden “Mehdiyet cereyanı” denir ve bu cereyanın da aşağıda Üstad’ımızın mektuplarında da işaret ettiği gibi üç mümessili vardır.

“Bu iddianın Risale-i Nura dayanan hiçbir delili olmayıp belli bir maksadı hedefleyen bir zihniyetin tekellüflü bir te’vilidir.Halbuki Risale-i Nur eserlerinde bu iddianın çürüklüğü apaçıktır. Çünkü:İman, hayat ve şeri'at olarak tabir edilen üç mesele, Risale-i Nurda açıkça beyan edilmiştir. Şöyle ki:”…

Bilakis bu üç mehdi hususu aşağıda zikredeceğimiz gibi Üstad’ımızın mektuplarındaki bir işareti olup, o mektubun başka manalarla te’vil edilmesi hakikaten çok tekellüflüdür.

Şimdi ‘üç Mehdi iddiasını çürütüyor’ denilen mektuba hep beraber bakalım inşallah..

“Çok defa mektuplarımda işaret ettiğim gibi, Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlâhiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak:”…

Buradan anlaşılanlar şudur ki:

1- Mehdi (a.s) Al-i Resul olacaktır. Üstad’ımız bunu Mehdi’nin bir sıfatı olarak zikretmiştir.
2- Üstad’ımız diyor ki: Kudsi cemaatin bir şahs-ı manevisi var.Bu şahs-ı maneviyi de Mehdi (a.s) temsil ediyor. Bunun da üç vazifesi var. İlk vazife olan iman vazifesini Allah ondan razı olsun Üstad’ımız yapmıştır. Zaten mektubun ileriki kısmında bu ilk vazifenin Mehdi (as)dan önce yapılacağını Üstad’ımız belirtmiştir. Diğer vazifeler ise henüz yapılmamıştır. Üstad’ımız da bu vazifelerin henüz yapılmadığını şu cümlelerle beyan ediyor.

“Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlâhiyeden bekliyoruz.”…

Buradan açık ve net bir şekilde anlaşılır ki Üstad’ımız bu vazifeleri yapacak cemiyeti ve seyyidler cemaatini beklemiş ve biz de bekliyoruz inşallah…

Mektubun bundan sonraki kısmına dikkat edelim:

“Ve onun üç büyük vazifesi olacak:
Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyun ve tabiiyyun tâunu, beşer içine intişar etmesiyle, herşeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır.



Ehl-i imanı dalâletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdînin, o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onunla iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zat, o taifenin uzun tetkikatıyla yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onunla o birinci vazifeyi tam yapmış olacak.”…



Paragraf dikkatlice okunduğu zaman zaten mesele vüzuha kavuşur.. Şöyleki; Üstad’ımız zaten yukarıda Mehdi-i Azam’ın gelmeden önce iman vazifesini kendinden önce gelecek bir taifenin yapacağını söylüyor. Gayet açıktır ki; bu vazifeyi yapan başta Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hz. ve Risale-i Nur’un aşağıdaki vasıflara sahip bir kısım şakirtleridir.
Ayrıca burada Mehdi (a.s) için dikkat çekilen bir başka husus da “Hilafet-i Muhammediye (asm) cihetindeki saltanatı” ifadesidir. Demek Mehdi (as) halifelik cihetinde saltanata sahip olacak.. Halbuki bir vakıadır ki Üstad Hz. saltanat sahibi değil, mahkumdu.



Demek Üstad’ımızın yukarıdaki cümlelerinden anlaşılıyor ki, Mehdi (as) gelmeden önce, onun vazifesi olan bir vazifeyi ondan evvel gelen biri ve taifesi görecekler. Bu vazifeyi görecek olan zat, Mehdi (as) ın bir vazifesini gördüğü için Mehdi’dir denilebilir.






Fakat son Mehdidir demek yukarıdaki cümleler muktezasınca hatadır..
Bundan sonra Üstad’ımız, bu taifenin sıfatlarını sayarak kimlerin bu taifeden olduğunu izah buyuruyor:
“Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevî ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahib olan bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.” (Emirdağ Lahikası-l sh: 266)

Evet, bu vazifenin, yani Mehdi (as) dan önce gelecek olan taifenin yapacağı iman vazifesinin dayandığı kuvvet ve manevi ordusunun özelliklerini Üstad’ımız beyan etmiştir. Bu cümlede tahsis manası vardır. Yani bu manevi ordu “yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahib olan bir kısım şakirdlerdir.”

Risale-i Nur’da bu sıfatların ise kim(ler)e verildiği bedihidir diyor ve geçiyoruz…

“İkinci Vazifesi: Hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ünvanı ile şeair-i İslâmiyeyi ihya etmektir. Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddî ve manevî tehlikelerden ve gazab-ı İlahîden kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hâdimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lâzımdır.”

Mehdi (as)’ın birinci vazifesini, onu bizzat kendisi yapamayacağı için ondan evvel bir taifenin o vazifeyi göreceğini anlattıktan sonra burada Üstad’ımız Mehdi (as)’ın ikinci vazifesini anlatıyor. Bu vazifeyi bizzat Mehdi (as)görecektir inşallah..

Mehdi (as) ın ikinci vazifesi ise; - Halifelik ünvanıyla şeairi İslamiye’yi ihya etmektir. (Bugün şeair-i İslamiye ölüdür.)

“Alem-i İslam’ın birliğini dayanak noktası yapıp…” diyor. Demek ki buradan Mehdi (as)ın bir vazifesinin de Alem-i İslam’ın birliğini tesis etmek olduğunu anlıyoruz.

–Beşeri maddi ve manevi tehlikelerden ve gazab-ı İlahi’den kurtarmaktır. (Şu anda beşeriyet Kur’an’ın yeryüzünde hiçbir yerde hakim olmaması ve şeriat-ı Garra’nın yasak olması sebebiyle Cenab-ı Hakk’ın gazabını celb eder bir hal almıştır. Mehdi (as) ise inşallah tekrar Kur’an’ın hükümleriyle hükmederek ve şeriat-ı garrayı tatbik ederek beşeriyeti gazab-ı İlahi’den kurtaracaktır.

Bu vazifenin gerçekleşebilmesi için, önce Alem-i İslam’ın vahdetinin te’min edilmesi gerekmektedir. Ancak o zaman yeryüzünde Allah’ın dininin hakim olma misyonu için çalışacak olan ve milyonlarca efradı bulunan ordu teşekkül edebilir. Bu zaman ve zemini ise gerçekleştirecek olan şahıs Üstad’ımızın ifadesiyle Mehdi-i Ahirzamandır.(A.s) ne mutlu bize ki Üstad’ımızdan bu müjdeyi almış bulunuyoruz. Kainatın zerreleri adedince hamdolsun…

“Üçüncü Vazifesi: İnkılabat-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur'aniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) kanunları bir derece ta'tile uğramasıyla o zât, (1) bütün ehl-i imanın manevî yardımlarıyla ve (2) ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve (3) bütün ülema ve (4) evliyanın ve bilhassa Âl-i Beyt'in neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar (5) fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmağa çalışır.”

Evet, o zat İslam Devleti’ni kurup Müslümanlar arasında vahdeti te’min ettikten sonra üçüncü vazifesi ise Ahkam-ı Kur’aniye’yi ve Şeriat-ı Muhammediye’yi dünya üzerinde hakim kılmaktır.

Bu vazife-i uzmanın gerçekleşebilmesi şu şartlar altında mümkün olabilir:

- Bütün ehl-i İman’ın manevi yardımları. (Yani başta bütün mü’minler Mehdi (as) ve askerlerini bilip yardım edecekler ve dualarıyla manen destek olacaklar demektir. Demek ki bu cümleden de anlaşılır ki Mehdi (as)’ı herkes tanıyamaz iddiası hakikatsiz bir iddiadır.

- İttihad-ı İslam’ın muaveneti. (Mehdi (as)’ın önceden gerçekleştirdiği ittihad-ı İslam, (İslam birliği, tek bir İslam devleti) ordusuyla bilfiil bu vazife-i uzmaya yardım edecek demektir.

- Bütün ulemanın iltihak etmesi. ( Bütün İslam uleması Mehdi (as)ı tanır ve ona bi’at eder ve halkı bilgilendirerek ilmi cihadla bütün kuvvetleriyle bu vazife-i uzma adına ve namına çalışırlar demektir.)

- Evliyanın iltihak etmesi. (Sadece ulema değil, bütün veliler dahi Mehdi (as)ı tanırlar ve ona bi’at ederler ve manevi destekleriyle bu vazifenin icrasına yardım ederler demektir.)
Üstad’ımız’ın bu cümlesinde “evliya”nın da Mehdi (as)ın ordusuna iltihak edeceğini bildirmesiyle Üstad’ımıza isnad edilen “Hatemü’l Evliya” iddiası da boşa çıkmış olur.

- Ve bilhassa Âl-i Beyt'in neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihakları. (Burada dikkat edilecek husus şudur ki:

Üstad’ımızın ifadesiyle iki çeşit Al-i Beyt vardır. Biri Rasulullah (sav)’ın mübarek pak neslinden gelen bildiğimiz Al-i Beyt-i meşhurdur. Diğeri ise sünnet-i seniyyeyi tam irtikab edip Al-i Beyt-i Mustafa’ya ciddi muhabbet eden manevi Al-i Beyt’tir. Üstad da bizzat manevi Al-i Beyt’ten olduğunu ifade etmiştir.

Fakat cümleye dikkat edersek burada bilinen Al-i Beyt-i meşhurun kast edildiği aşikare anlaşılmaktadır. “Al-i Beyt’in neslinden” ifadesiyle açıkça nesebi bağ kast edilmiştir.

Buradan anlaşılacak bir diğer husus “her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakar seyyidlerin iltihakı” cümlesidir. Demek ki mübarek Al-i Beyt’in her bir ferdi bu dava-i azime omuz verecekler ve bizzat Mehdi (as) a bi’at ederek onun ordusunun mühim bir kuvveti olacaklar demektir. Yoksa birkaç seyyidin toplanması Üstad’ımızın burada bahsettiği hadiseyi gerçekleştirmez.

Evet, Risale-i Nur’un hakimiyetinin bu asırda ve gelecek asırlarda devam edeceğine hiç kuşku yoktur. Zaten Üstad’ımız da yukarıdaki mektupta Mehdi (as) ın Risale-i Nur eczalarını kendine hazır bir program yapacağını beyan buyurmuştur. Demek Risale-i Nur’un ve Risale-i Nur hizmetinin kıyamete kadar baki olması Mehdi (as) ın gelmesine engel teşkil etmez ve bunda hiçbir tezatlık yoktur.





“Her kavmin bir hadisi (hidayet rehberi ve mehdisi) vardır”[1] gibi ayetlerde işaret edilen, başta Buhari, Müslim ve Kütübü Sitte’de (6 sahih hadis kitabı) ve diğer sağlam kaynaklarındaki yüzlerce hadislerle haber verilen, ayrıca İmamı Azam, İmam Şafii, İmam Hambeli ve İmam Maliki başta bütün mezhep imamları ve müçtehit ulema tarafından kabul gören…

Ve yine, Gavsı Azam Abdulkadir Geylani, Muhammet Bahaeddin Nakşibendî, İmamı Rabbani, İmamı Gazali, Bediüzzaman Said Nursi gibi kutuplarca müjdelenen… Bediüzzaman’ın dediği gibi: “Hatta bu gibi hadis ve haberler olmasaydı bile, bütün Müslümanlarca, mağdur ve mazlum insanlarca, böylesine vicdani bir ihtiyaç ve iştiyakla beklendiği için, Rahmeti İlahi’den gönderilmesi ümit edilen ve mehdi olarak bilinen önder ve rehber şahsiyet:

a- çağımızın imani, ahlaki, siyasi, iktisadi ve içtimai bütün sorunlarına; ilmi, İslami, insani ve yeni çözüm (orijinal) yolları gösterecek.

b- Haksızlık ve ahlaksızlık üzerine kurulan Siyonist sömürü sistemi ve işbirlikçi hükümetlerle en münasip ve medeni usullerle mücadele verecek.


c- Mehdiyet maddi ve manevi kalkınma projeleri ve hamleleriyle, siyasi ve diplomasi hareketleriyle yeni bir barış ve bereket medeniyetine öncülük edecektir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle;

Hem Müçtehid: Ekonomik, siyasi ve sosyal sorunlara, yeni ve yeterli çözüm formülleri ve projeleri ortaya koyan, Hem Müceddid: Gelenek ve hurafelerle yobazlaşan ve ruhsuz taklitçilikle yozlaşan İslam anlayışını, Kuran ve sünnete göre aslına uygun sadelik ve özellikle yorumlayan,Hem Hâkim: Kendi gayret ve girişimleriyle; Devlet yönetme ve karar verme makamına ve imkânına kavuşmuş bulunan. Siyaset, feraset ve dirayetle iş yapan, Hem Mehdi: Hidayet ve istikamet rehberi ve yeni bir Medeniyet mücadelesi önderi olarak tanınan, Hem Mürşid: İnsanları batıl inanış ve anlayışlardan ve sapık saplantılardan kurtaracak bir ilim, irfan ve irşat ehli olan,Hem Kutbu Azam: Çok büyük ve yüksek bir maneviyat ve himmet sahibi olan,[2] NURANİ BİR ZAT: Yani bedeni ve beşeri özellikleriyle tezahür etse de, aslında ruhani ve nurani âlemle irtibatlı ve ihtişamlı bir zat, mutlaka gereklidir.

Bu kutlu ve kurtarıcı Zat’ın, hem geçmişteki hem de günümüzdeki âlimlerin ve hikmet ehlinin üzerinde ittifak ettikleri bazı önemli özellikleri, O’nu tanıma ve taklitlerinden ayırma noktasında, yol haritası gibidir.

a- O Zat Mehdilik davasında bulunmayacak ve kendisi için böyle reklamcılar bulmaya çalışmayacaktır. Anlaşılıyor ki böyle bir iddia ile ortaya çıkanlar veya bu imajı yayanlar sahtekârdır.

b- Hz. Mehdi, son hilafet merkezinden; yani İstanbul ve Türkiye’den çıkacaktır. Bediüzzaman Hz.leri: “Merkezi Hilafet eski zamanlarda, Medine ve Şam’da bulunduğundan, raviler kendi içtihatlarıyla, daima (Şam ve Medine Hilafet merkezi olarak) öyle kalacak gibi mana verip, Hz. Mehdiyi “Merkezi Hilafeti İslamiye yakınlarında tasvir etmişler…” diyerek[3] bu gerçeğe ışık tutmaktadır.

c- Hz. Mehdi Hicri 14. Asrın müceddidi olacaktır. 12. Asrın müceddidi Hz. Mevlana Halidi Bağdadi, 13. Asrın Müceddidi Bediüzzaman Said Nursi olduğu gibi, 14. Asrın müceddidi ise Mehdi Aleyhisselamdır. Bediüzzaman Şualar, Mektubat ve Sikkei Tasdiki Gaybi gibi eserlerinde buna açıkça işaret buyurmaktadır. Öyle ise o Zat, şu anda işbaşındadır ve kesin zafere çok yaklaşmıştır. Çünkü Bediüzzaman’ın, kendisini Mehdi zannedenlere: “O ileride gelecek acip (hayret verici ve üstün özellikleri olan) Zatın bir hizmetkârı ve ona zemin izhar eden bir dümdarı (alt yapı hazırlayıcısı) ve O büyük komutanın pişdar bir neferi (öncü kuvveti) olduğumu zannediyorum” şeklindeki cevabı oldukça açıktır.

d- Çok uzun bir süre Halifesiz kalan Müslümanların önce örgütsel, sonra bölgesel, ardından küresel Halifesi olacaktır. H. Hilmi Işık (Rh.a): İmamı Suyutiden naklen, Hz. Mehdinin uzun hizmet ve hazırlık sürecinde ve hakimiyet döneminden önce, Müslümanların Halifesiz bulunacaklarını önemle vurgulamaktadır.[4]

e- Hz. Mehdi’nin “İstanbul’u Manen fethedeceği, savaş ve silahla değil, tekbir ve sloganlarla şehir yönetimini ele geçireceği”, çeşitli hadis ve haberlerde yer almaktadır. Fatih’in Hocası Büyük Âlim ve Mürşit Akşemsettin Hz.leri de “Risaletün Nuriye” adlı eserinde, “İstanbul'u Sultan Mehmet’in madden, Hz. Mehdinin ise manen fethedeceğine” dair yorumları vardır.[5]

f- Hz. Mehdi’nin yanında Hz. Peygamber Efendimizin mübarek sancağı, kılıcı, hırkası gibi mukaddes emanetlerin bulunacağının rivayet edilmesi de, O Zatın İstanbul’dan çıkacağının bir işareti sayılmaktadır. Çünkü bilindiği gibi mukaddes emanetler Topkapı sarayındadır.[6]

g- Vücut yapısı: Heybetli ve kuvvetli, yüzü bütün insanlardan seçilip fark edilecek şekilde yıldız gibi nurani ve kırmızımtırak beyaz renkli, ön dişleri hafif seyrek, inci gibi parlak ve gösterişli.

h- Programları, teşkilatları ve çalışan elamanları üzerinde son derece dikkatli, disiplinli ve düzenli olduğu anlatılmaktadır.[7]

i- İman ve İslam ahlakı hizmetlerinde, “Risale-i Nuru bir programı olarak neşr ve tatbik edecek”[8] ve Bediüzzaman’dan sıkça alıntılar yapacaktır. Demek ki Türkiye’den çıkacaktır.

j- Bazı muharrirler Eyüp Sabri Paşanın “Azizül Asar” adlı şerhinden naklen: “Bazı keşif sahipleri Hz. İmam Mehdinin 1400 Hicri yıllarında zuhur edeceğini tahmin etmişler ve bazıları tarih bile vererek 1435 ve sonrasını göstermişlerdir” şeklinde bir rivayeti aktarmaktadır.[9]

k- Hz. Mehdi, hizmet sahası ve hazırlık safhası olarak siyasetle meşgul ve meşhur olacaktır.

Bediüzzaman “Büyük Mehdinin çok vazifeleri var: •Siyaset âleminde, •Diyanet âleminde, •Saltanat (Devlet) âleminde, Mücahade (Süper zalim güçlerle mücadele ve İsrail’i tarihe gömme) âleminde ve farklı dairelerde icraatları olacaktır”[10]

“Ve O’nun 3 büyük vazifesi olacak… (Ve siyasetle başlayacaktır.)”[11]

l- Bediüzzaman’ın tabiriyle, bir nevi tatile uğrayan Kuran hükümleri ve hikmetleri Hz. Mehdi tarafından ihya ve icra olunacak, yeryüzünde Adil bir Düzen kurulacaktır.

m- Hz. Mehdi’nin hizmet, hazırlık ve hükümranlık sürecinde Bediüzzaman kendisi hayatta bulunmayacaktır. “Ta ahir zamanda, hayatın geniş (siyaset ve hükümet) dairesinde, asıl sahipleri, yani Hz. Mehdi ve şakirtleri, Cenabı Hakkın izniyle gelir, O (hizmet) dairesini genişletir ve (ektiğimiz) tohumlar sümbüllenir (ve Mehdi eliyle meyve verir) Bizler de kabrimizde seyredip, Rabbimize şükrederiz”[12] ifadeleri bunu anlatmaktadır.

n- Hz. Mehdinin daveti ve hizmeti sırasında, cemaat ve teşkilatından birçok kere ayrılmalar yaşanacaktır. Ama bu ayartılarak kendisinden kopup ayrılanlara ve tüm istismarcı düşmanlarla ve İslamcı münafıkların onun karşısında yer almalarına rağmen, yine de O’nun izinden yürüyen sadık talebeleri eliyle zafere ulaşacaktır.[13]

o- İnsanlar kendi aralarında Deccalın (Siyonizm’in) dehşetinden ve Zalim güçlerin rakipsiz hâkimiyetinden dolayı tam bir umutsuzluğa kapılıp “artık Mehdi ve kurtarıcı ümitlerimiz boşa çıkmıştır. Bu zulüm ve zilletten kurtuluş imkânsızdır” şeklinde konuşmaya başladıkları bir ortamda, Hz. Mehdi yıllardır alt yapısını hazırladığı büyük inkılâbını gerçekleştirecek ve Deccalın dinsizlik düzenini yıkacaktır.

p- Irak ve Suriye savaşına ve Siyonist-emperyalist katliamlarına işaret eden hadis ve haberlerde, Hz. Mehdi’nin hazırlıklarını tamamlayıp siyasi, askeri ve teknolojik bir güç olarak ortaya çıkacağı ve zalim dünya düzenini yıkıp Adalet nizamını kuracağı ve insanlığı huzura kavuşturacağı dönemin, bunlardan hemen sonra yaşanacağını anlatmaktadır.

1- “Öyle bir zaman yaklaşıyor ki Irak halkına bir kile, bir dirhem (ihtiyaç maddesi) sevk olunmayacak (Ambargo uygulanacak)”[14]

2- “İnsanların en şerlileri Irak’a saldırmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Sonra insanlar Şam’a doğru sığınma yerleri arayacak (ama orası da karışacaktır). Ardından Şam ve Irak yeniden yapılanır”[15]

3- “Ahir zamanda (Mehdinin zuhurundan önce) Bağdat alevlerle yok edilip yakılır.”[16]

4- Resulullah şöyle bildirdi: “Irak halkı üç fırkaya ayrılır. Bir kısmı çapulcu (istilacı)lara katılır. Bir kısmı ailelerini bırakıp kaçışır. Bir kısmı da savaşır ve şehadete ulaşır.”[17]

“Küfe (Irak) halkı üç kısma ayrılacak. Bir kısmı Süfyaninin ordusuna katılacak, bunlar en adi insanlardır. Bir kısmı onlarla savaşacak, bunlar Allah’ın şerefli kullarıdır. Bir kısmı da yağmacılara katılacak, ki bunlar fasıklardır.”[18]

Bu hadislerden, Irak’taki işgal güçlerinin, Siyonizm’in ordusu, destekçisinin ise Süfyan olduğu anlaşılmaktadır.

5- “Dicle ile Fırat arasında Zevra denen bir şehirde büyük bir savaş olacaktır. Kadınlar esir alınacak, erkekler koyun gibi boğazlanacaklar.”[19] (Not: Felluce’yi ve IŞİD vahşetini hatırlatmaktadır.)

“Muhammet ümmetinden masum (suçsuz ve sahipsiz) çocuk(lar) öldürüldüğünde, gökten bir melek: Hak Onda (Mehdi’de) ve yanında olandadır” diye haykırır.[20] (Bu zulümler ve çaresizlikler ortamı artık Mehdi’nin zuhur zamanıdır).

Evet işte bu vahşet günlerinin ardından:



• “(Ekip ve elamanları ve teşkilat mensupları olarak) çalışanlar üzerinde çok disiplinli hareket eden”[21]

• “(Allah’ın Samet sıfatının tecellisiyle) hiç kimseye tenezzül etmeyen (zillet ve minnete düşmeyen)”[22]

• “İnsanların kendisine ihtiyacını arz edip yardım istediği halde, kendisi hiç kimseye ihtiyacını bildirmeyen”[23]

• “Herkesin korku ve telaşa kapıldığı, panik yaşadığı en tehlikeli durumlarda bile, asla gönül rahatlığını ve vakarını yitirmeyen”[24] O kutlu Zat, insanlık tarihinin en büyük inkılâbını hazırlayacak ve yeryüzünde cennet misali bir saadet ve adalet Medeniyetine Liderlik-Mehdilik yapacaktır; sadık takipçileri ve talebeleri ise O’nun tarihi projelerini tamamlayacaktır. Türkiye merkezli bu büyük devrimin artık ayak sesleri duyulmaktadır.

Ve sabah yakındır.
Yazar Neslihan BAYRAKTAR

KAYNAKLAR :
[1] Rad:7
[2] Mektubat 411–412-441
[3] Şualar:492
[4] Saadeti Ebediye Sh:350
[5] Bak. A.İhsan Yurt. Akşemsettin 1972 İST
[6] El Mehdi El Muntazar
[7] Yaşanan Ahir zaman. Sh.331
[8] Sikke-i Tasdiki gaybi Sh.9
[9] Milli Gazete. 15.06.1998
[10] Şualar: Sh.590
[11] Bak. Emirdağ Lahikası
[12] Kastamonu Lahikası 72
[13] Ukayli- En Necmüs-Sakıb
[14] Et-Tac Ali Nasif El Huseyni
[15] Kenzül Ummal C.5 Sh. 254
[16] Risaletül Hurucil Mehdi - C.3 Sh.177
[17] El Mehdi El Muntazar
[18] En Necmüs Sakıb- Yaşanan Ahir Zaman Güneş yay. 2004 Kasım Sh.438
[19] Kenzül Ummal C.5 Sh.38- El Muttaki
[20] Sabhan İsafar Rağibin S.154
[21] Hadis Ebu Nuaym
[22] Hadis- Suyuti El-Havi 2/4
[23] El Mehdi El Muntazar
[24] Yaşanan Ahir Zaman Sh.422



Ey Müslümanlar Mehdi geliyor birleşelim

O, kimsenin bilemediği gizli bir gücün sahibi olduğu için kendisine Mehdi denilmiştir."

(Ahir zaman Mehdisinin Alametleri, Müellif: Ali Bin Hüsameddin El Muttaki, Kahraman Neşriyat. S. 77)

Büyük İslam alimlerinden Muhyiddin Arabi, eserlerinde Hz. Mehdi'nin dikkat çeken başlıca 9 özelliğini şu şekilde belirtmektedir:

1. Basiret sahibi olması

2. Kutsal kitabı anlaması

3. Ayetlerin manasını bilmesi

4. Tayin edeceği kimselerin hal ve hareketlerini bilmesi

5. çfkelendiğinde bile merhamet ve adaletten ayrılmaması

6. Varlıkların sınıflarını bilmesi

7. İşlerin girift taraflarını bilmesi

8. İnsanların ihtiyacını iyi anlaması

9. Bilhassa kendi zamanında ihtiyaç hissedilen gaibi ilimlere vukufu bulunması (bilmesi) gaibi (gizli, görünmeyen) ilimlerden haberdar olması



YediAlim’in Hz. Mehdi’yi arayıp bulması ve biat almaya zorlaması:
Naim b. Hammad, İbni Mes’ud’dan tahric etti, O şöyle dedi: Ticaret ve yolların kesildiği ve fitnelerin çoğaldığı zaman, muhtelif beldelerden yedi alim her birinin beraberinde üçyüz on küsur kişi olduğu halde, birbirlerinden habersiz bir şekil Mekke’de bir araya gelirler. Biri diğerini “Burada ne arıyorsun?” diye sorar. Ona şöyle derler: “Biz O şahsı aramak için geldik ki, fitneler O’nun eliyle sönebilir. Konstantiniyye O’nunla feth edilir. Biz O’nu ismi ile ve anasının, babasının ismiyle ve ordusu ile tanırız, Mekke’de olduğunu da biliyoruz”.


Bu yedi alim bu konuda birleşirler O’nu ararlar ve Mekke’de bulurlar. Ve kendisine “Sen falan oğlu falansın” derler. O ise “Ben sadece Ensar’dan birisiyim” der.
Onların elinden kurtulur.


O’nu tanıyan ve bilenlere anlatırlar, bunun üzerine “aradığınız sahibiniz O’dur ve Medine’ye gitmiştir” denilir. Bu defa O’nu ararlar, hâlbuki O tekrar Mekke’ye dönmüştür. O’nu tekrar Mekke’de bulanarak yine, “Sen falan oğlu falansın, annen de filan kızı filanedir, sende şu şu alametler vardır, birinci defa bizden kurtuldun uzat elini sana biat edelim” derler. Bunun üzerine O “Ben aradığınız değilim” der ve tekrar Medine’ye gider.


Medine’de yine aranınca tekrar Mekke’ye döner. Mekke’de kendisini Rükun’da bularak şöyle derler: “Eğer biatlarımızı kabul etmezsen, bizi aramakta olan ve başında Haddam’dan birisinin bulunduğu Süfyani ordusuna karşı korumazsan, günahlarımız Senin üzerine ve kanlarımız da boynuna olsun.” Derler.


Bunun üzerine Mehdi, Rükun ile Makam arasında oturur ve elini uzatarak biatları kabul eder. (Burada Medine şehir anlamındadır, Hz. Mehdi İstanbul’dan zuhur edecektir. Bu hadislerde Konstantiniyye diye bildirilmiştir.)

Hz. Mehdi’nin önce biat almayı istememesi:

Dani, Katade’den tahric etti, O dedi ki: Fitne içindeki insanlar kan akıtıldığı bir zamanda evinde oturmakta olan Mehdi’ye gelir ve “Bizim için kalk artık” der. O ise kabul etmez, ancak ölümle tehdit edildikten sonra onlar için kalkar. Ondan sonra artık kan dökülmez.

Keza (N.b. Hammad) Zühri’den tahric etti, O dedi ki: Hz. Fatıma’nın soyundan gelen Mehdi, Mekke’de meydana çıkarılır ve istemediği halde kendisine biat edilir.

Keza (N.b. Hammad) Katade’den tahric etti. Resulullah buyurdu: Mehdi, Medine’den Mekke’ye gelir ve kendisi istemediği halde, insanlar O’nu kendi aralarından çıkarıp, Rükun ile Makam arasında O’na biat ederler.

Allah Teala Hz. Mehdi’yi bir gecede olgunlaştırır:

Keza (Naim) Ebu Said-il Hudri’den tahric etti, Peygamber buyurdu: Allah Mehdi’yi bir gecede ıslah eder (olgunlaştırır).

Hz. Mehdi Muharremin 10'uncu gecesi yatsı vaktinde zuhur eder:

Ebu Cafer (r.a.)’dan rivayet edildi. Şöyle dedi: Mehdi, aşure günü zuhur eder. O gün Hüseyin b. Ali şehid edilmiştir, ve O Muharrem ayının onuncu Cumartesi günü olmuştur. O Rukün ile Makam arasında kaim olur. Cebaril O’nun sağında, Mikail ise solunda olur. Arzın muhtelif yerlerinden gelen taraftarları toplanırlar ve O’na biat ederler. Böylece, yeryüzü, daha önce zulüm ve cevirle dolduğu gibi, şimdi de adaletle dolar.

Hz. Mehdi’ye Rukun ile Makam arasında biat edilir:

Keza (Naim b. Hammad) Ebu Hureyre’den tahric etti, O şöyle dedi: Rükun ile Makam arasında Mehdi ye biat edilir ve (zamanında) ne uykuda olan uyandırılır, ne de herhangi bir kan akıtılır.


Yakında ‘Mehdi’nin geleceğini iddia eden İran’ın ruhani lideri Ayetullah Hamaney,



‘Türkiye de dahil tüm İslam ülkelerinin silahlı güçlerini birleştirerek hazırlanması’ çağrısında bulundu. Hamaney adına yapılan açıklamada, “Dürüst kuvvetlerimizi, Mehdi’nin gelişini engellemeye çalışmaya kalkabilecek ABD ve İsrail gibi ülkelere karşı eğitmeliyiz. İran silahlı kuvvetleri, Hamaney’e bağlıdır ve Mehdi’nin emirlerini yerine getirecektir” dendi.

İRAN’ın ruhani lideri Ayetullah Hamaney, yakında Mehdi’nin geleceğini belirterek, aralarında Türkiye’nin de yer aldığı İslam ülkelerine “askeri güçleri birleştirme” çağrısında bulundu.




Hz. Mehdi konusunda iddialı ifadeler kullanan Ahmedinejad,


ABD'nin kendi asırlık imparatorluğunu çökertecek esas tehlikenin Hz. Mehdi olduğunu bildiğini ve bunun için Mehdi hakkında geniş çaplı araştırma yürüttüğünü öne sürdü.

Ahmedinejad, "Kendilerine göre Hz. Mehdi ile irtibatta olabilecek herkesle iletişime geçiyorlar. Onlarla buluşup bilgilerinden faydalanıyorlar. Dini üniversitelerimizde Hz. Mehdi konusunda yapılan araştırmaların binlerce katı ABD üniversitelerinde yapılıyor. Onlar, bizim Hz. Mehdi'nin peşinde olduğumuzdan daha ziyade onun peşindeler" iddiasında bulundu.

ABD devletini "Şeytanın devleti" olarak tanımlayan Ahmedinejad, ABD devletinin Allah ve Hz. Mehdi'ye ulaşmayı engellemek için şeytan tarafından kurulduğunu öne sürdü.

ABD'nin Hz. Mehdi'yi yakalamaya çalıştığını iddia eden Ahmedinejad, " Şeytanın devleti Hz. Mehdi gelirse işinin bittiğinin farkındadır" diye konuştu.
Hadislerde ilahi kader sıralamasında çıkacak olan Ahirzaman şahısları şöyledir.

1-Süfyan Taraftarları
2-Hz.Mehdi Taraftarları (Gerçek Siyah Bayraklılar)
3-Süfyan
4-Hz.Mehdi
5-Siyah Sancaklılar

فيظهر السفياني "Böylece Süfyan (Süfyan Taraftarları) zuhur eder" Naiym bin Hammad kaynaklı hadisin Hicri 1437 yılına(2015-2016 yılları arası) işaret eder. Bu yıllarda Süfyan ordusunun temelleri atılacaktır. Suriye ve Irak'taki yaşanan bu gelişmelerin sürece ne kadar çok yakın olduğumuzu gösteriyor.

Aradan 1 yıl sonra sonra hadislerde bahsedilen Horasan bölgesinden Hz.Mehdi Taraftarları olan Siyah Bayraklılar çıkacaktır. Yine Naiym bin Hammad kaynaklı hadislerde أصحاب الرايات السود "Siyah Bayraklı Taraftarlar" büyük ebced hesabına göre 2017 yılına, أهل خراسان "Horasan ehli" büyük ebced hesabına göre Hicri 1438 yılına (2017 yılına) işaret eder.


Hadiste belirtilen Irak’tan Sahte Siyah Bayraklılar (IŞİD) çıkmıştır ki onlar Müslüman topraklarında yaptıkları fitneler ve katliamlar ile bidat ehli olmuşlardır. Gelecek yıllarda hedefleri İsrail olan Horasan tarafından çıkacak ELBİSELERİ BEYAZ ve SARIKLARI SİYAH olan Gerçek Siyah Bayraklıları beklemek gerekir.

Birinci hadiste İlya’ya (Kudüs’e) kadar ulaşır حتى ينزل أيلياء kısmı Büyük Ebced hesabına (Cümle-i Kebir) göre şeddeli olarak Hicri 1444 yılı Miladi olarak Temmuz 2022-Temmuz 2023 yılları arasına işaret eder. Bu tarihte Siyah Bayraklıların Kudüs’ün egemenliğini alacaklarını anlıyoruz.

İkinci hadiste Siyah bayraklıların çıkışı ile Kudüsün saltanatını Hz. Mehdiye teslim arasında 6 yıl olduğunu ve 2022 den 6 yıl öncesi olan Temmuz 2016-Temmuz 2017 yılları arasında Siyah Bayraklıların çıkışını düşünmekteyiz. Bu ordu, hadislerde kimi zaman Horasan ehli kimi zaman Siyah Bayraklı Taraftarlar diye geçer Naiym bin Hammad, Fiten vel Melahim kitabında bulunan أصحاب الرايات السود Siyah Bayraklı Taraftarlar büyük ebced hesabına göre 2017 yılına, أهل خراسان Horasan ehli büyük ebced hesabına göre Hicri 1438 (Miladi 2017) aynı yıla işaret eder.

Kardeşlerim, Suriye’de çıkacak olan Süfyana destek olacak ordunun şimdilik hazır olduğunu belirtmek isteriz. Sahte Siyah Bayraklı olan IŞİD önce Hz.Hüseyin’in (r.a) taraftarlarını düşman ilan etmesi yani ehli beyti (Ali Muhammed) hedef alması ve ardından Gazze’de yönetimi elinde bulunduran HAMAS’a “yüzleşmek yakındır ve çatışma kaçınılmazdır” şeklinde doğrudan bir mesaj göndermesi TAM BİR İSRAİL PROJESİ OLDUĞUNU ISPATLAMIŞTIR. Halbuki hadislerde Gerçek Siyah Bayraklıların hedefleri Kudüs yani İsrail olmak üzere ortaya çıkacağı belirtilmiştir.
Ciğerleri yiyenlerin oğlu” olan Süfyani kuru bir vadiden çıkar. Kelp kabilesinden abus çehreli, sert kalpli adamlardan bir ordu düzenler ve bunlar her tarafa zulmederler. O; medrese ve mescidleri yıkar, rüku ve secdeye giden herkesi cezalandırır. Zulüm, fesad ve fısk çıkarır. Alim ve zahidleri katleder, pek çok şehri de işgal eder. Kan akıtmayı helal kılarak, Ali Muhammed’e düşman kesilir. Temiz insanlara ihaneti tecviz eder. (İmam Suyuti)

Bugün IŞİD’in Hz.Hüseyin (r.a.) taraftarlarını düşman ilan etmesi yakında Süfyanın ordusuna katılacağını kanıtlar ki yukardaki hadiste yazılı olan kırmızı renkteki cümlede de uyarı vardır. Ne yazık ki Mossadın B planı olan Süfyan için ortam hazırlanmıştır.


1993 yılında Bassam Nihad Jarrar tarafından matematiksel,astronomi ve besmele harflerinin sayısı olan 19 rakamıyla hazırlanan 4 bölümlük makalede 2022-2023 yıllarında İsrail’in sonunu iddia etmiştir.


Ayrıca aşağıdaki haberde CIA, raporda İsrail’in sonunu 2022 yılı olarak görüyor.


Sonuç olarak Gerçek Siyah Bayraklılar inşAllah 2017 yılında çıkacaktır. Ayrıca Yahudilerin Kaderini Gizleyen Hadis adlı makalemizde 2017 yılında İsrail, Süfyan destekli bir savaşı kaybedeceği belirtmiştik ve İsrail’in 2023 yılında tamamen ortadan kaldırılacağına inanıyoruz. En doğrusunu Allah bilirHadislerde Siyah Bayraklıların Süfyan Taraftarları ile ilk çarpışacağı yer Estahir kapısıdır ve galibiyetle sonuçlanacaktır. Estahir kapısı İran sınırları içerisinde olup Irak sınırına yaklaşık 300 km uzaklıktadır. Naiym bin Hammad kaynaklı hadiste يقاتل أصحاب السفياني فيهزمهم "O (Hz.Mehdi'nin Siyah Bayraklı komutanı),Süfyan taraftarları ile savaşır ve onları yener" Naiym bin Hammad kaynaklı hadisin büyük ebced hesabına göre 2018 yılına işaret eder. Böylece Siyah Bayraklıların ilk galibiyeti 2018 yılında olacaktır. 2018 yılında İran içlerine kadar ilerlemiş bir Süfyan ordusuna tanık olacağız.

Dikkat edilirse bu hadis Süfyanın değil Süfyan Taraftarlarının yenileceğini belirtir. İlerleyen yıllarda Süfyan, rivayetlerde belirtildiği gibi Hz.Mehdi ile aynı yılda çıkacaktır.

"Horasan’dan çıkan siyah bayraklılar Küfe’ye iner, ve Mehdi Mekke’de ortaya çıktıktan sonra, O’na biat için elçi gönderirler." (Suyuti). Siyah Bayraklıların İran sınırları içerisinde Süfyan ordusunu mağlup ettikten sonra Irak'a indiklerinde Hz.Mehdi'nin çıkacağını unutmamak gerekir.

فإنه المهدي في الأرض "Şüphesiz o, yeryüzündeki Mehdi'dir" Naiym bin Hammad kaynaklı hadisin büyük ebced hesabına göre 2019 yılı Hz.Mehdi'nin çıkışını düşündüğümüz yıldır. En doğrusunu Allah bilir.

Geçen yüzyılın müceddilerinden Said Nursi Hazretlerinin Hicri 1340 senesinde yazmış olduğu Süfyaniyetin 100 yüzyıl süreceği ve bu sürecin Hicri 1440 yılında biteceği Miladi olarak 2019 yılıkarşımıza çıkıyor. Bununla beraber kitaplarında Hz.Mehdi'nin yüzyıl başında çıkacağını da belirtmiştir. Nasıl ki Hilafetin yıkılması 1919 yılından itibaren başladıysa 100 yıl sonrası olan 2019 yılında Hilafet battığı topraklarda tekrar dirilmeye başlayacaktır.

Rum Süresinin 4.ayetinde,"Bundan önce de sonra da emir, Allah'ındır. O gün müminler, sevinecekler" kısmı 2010 yılına tekabül eder. Bu ayet indikten 9 sene sonra önceki emire işaret edilerek Rumlar galibiyet kazandı. Ayetteki sonraki emir olan müminlere müjdelenen habere istinaden 2010 yılına 9 yıl eklediğimizde 2019 yılı karşımıza çıkar.

Enfal süresi 18.ayeti şöyledir.
ذَلِكُمْ وَأَنَّ اللّهَ مُوهِنُ كَيْدِ الْكَافِرِينَ "Bu böyledir. Şüphesiz Allah, kâfirlerin tuzağını bozar." Ayetin ebced değeri Hicri takviminde 1440 yılı (Miladi 2019 yılı) olarak çıkması onun çıkışı ile kafirlerin sebep olduğu fitnelerin ve planların son bulacağına inanıyoruz.

Grubumuzda bulunan bir Allah dostunun rüyasında eşinin 4 sene sonrasında 2018 (yılında) Hac vazifesini yerine getirdikten sonra Hz.Mehdi için Mekke'de beklediğini görmüş ve bu Allah dostu dönüş için eşini ikna edip İstanbul'a geri dönmüşlerdir. Demek ki 2018 yılından sonra müjdeli haber gelecektir.

2004 yılında Hakkın rahmetine kavuşan ve önceden Suriye fitnesi çıkacağı zaman Türkiye'ye akın eden mültecilerin olacağını haber veren Abdullah Gürbüz Baba Hazretleri, o yıllarda Hz.Mehdi'nin hayatta olduğunu ve henüz kendisinin mehdi olmadığını talebelerine belirtmiş olup video kayıtları mevcuttur.

Levamiül Ukul Şerhi Ramuz El Ehadis kitabında Hz.Ali (r.a) şöyle buyurmuştur. "Besmelenin harflerini sayın ve sonunda zamanın bitmesini ve Mehdinin çıkmasını bekleyin. Ona uyarak selameti bulun". Yukarıdaki diğer ipuçlarında gösterdiği gibi besmelenin işaret ettiği 2016 yılının sonunda sürecin başlayacağına ve Hz.Mehdi öncesi son dakika alametlerinin gerçekleşeceğine şahit olacağız

Hadislerde belirtilen Hz. Mehdi'nin öncü ordusu olan Gerçek Siyah bayraklılar

3.Dünya savaşında ağır darbe alacak ve dağılacak olan İran'ın doğusu ile Afganistan'nın batısında bulunan Horasan bölgesinde ortaya çıkacaklardır. Süfyan zamanında çıkacak olan bu ordu hedefleri Kudüs fethetmek yani İsrail'i ortadan kaldırmaktır. Bugün belli ki hadisleri dikkate alan Amerika, Türkiye,Irak ve Afganistan'da kurmuş olduğu üsler aracılığı ile Siyah Bayraklıları kuşatmaya çalışmıştır. Ancak, hadislerdeki gaybi konular Amerika'nın planı suya düşeceğini işaret eder.

Siyah Bayraklılar iki gruptan oluşacaklardır.
Biri Şuayb bin Salih'in sahip olduğu ordu ve diğeri sarışın bir gencin komutasındaki bir ordu...

Süfyan, İran'da bu ordu ile çarpışıp yenilgiye uğrayacaktır. Ancak Irak'ta bulunan Küfe Kentinde Haşimileri kurtardıktan sonra (ayrıca başka bir hadiste belirtilir) Süfyan'a yenilecek olan Siyah bayraklılardan bir grup gizlice Kudüs'e hareket edip orda Hz.Mehdi için gizlice mekan ayarlayacaklardır. Ancak bu yenilgi Siyah Bayraklıları dağıtmayacaktır. Çünkü iki koldan hareket eden bu ordunun bir kolu Kudüs'e ulaşacaktır.

Yaşı küçük sakalı hafif ve sarışın bir genç çıkar, Mehdi'nin bayrağını taşır ve karşısına dağlar bile çıksa onları ezerek İlya'ya (Kudüs'e) kadar ulaşır. (İmam-ı Suyûtî)
يخرج على لواء المهدي غلام حديث السن, خفيف اللحية, أصفر, لو قاتل الجبال لهدها, حتى ينزل أيلياء

Beni Abbas’a ait(Irak) siyah bayraklar (IŞİD Sahte Siyah Bayraklılar) çıkar.Sonra Horasandan yine siyah bayraklı (Gerçek Siyah Bayraklılar) bir başka ordu çıkar. Onların sarıkları siyah elbiseleri beyaz olur ve başlarında Şuayp Bin Salih Temimi bulunur. Süfyaninin ordusunu yenerek Beytül Makdiste (Kudüs) Mehdinin saltanatını hazırlar. Şam’dan üç yüz kişide ona yardım eder. Bu ordunun çıkışı ile Mehdiye saltanatın teslimi arasında 72 ay(6 yıl) vardır
(Naiym bin Hammad, el-Fiten ve'l-melâhim kitabı)

Hadiste belirtilen Irak'tan Sahte Siyah Bayraklılar (IŞİD) çıkmıştır ki onlar Müslüman topraklarında yaptıkları fitneler ve katliamlar ile bidat ehli olmuşlardır. Gelecek yıllarda hedefleri İsrail olan Horasan tarafından çıkacak ELBİSELERİ BEYAZ ve SARIKLARI SİYAH olan Gerçek Siyah Bayraklıları beklemek gerekir.

'' DÜNYADAKİ MÜSLÜMANLARI VE TÜRKLERİ BİR ARAYA TOPLAYACAK GÜÇ ''
Abdullah b. Şurefe'den rivayet edildi ki:

Mehdi'nin beraberinde süslenmiş bir halde Peygamberimiz (S.a.v)'in bayrağı olacaktır (Kitab-ül Burhan Fi Alamet-il Mehdiy-il Ahir Zaman, s.65)

Peygamber (S.a.v)'in softan bayrağı ile çıkacaktır. O bayrak dört köşeli olup, dikişsizdir ve rengi de siyahtır. Onda bir hicr (hale) bulunur. O Resulullah (S.a.v)'in vefatından beri açılmamış olup Mehdi çıkınca açılacaktır (Kitab-ül Burhan Fi Alamet-il Mehdiy-il Ahir Zaman, s.23) .

Alametlere gelince; beraberinde Allah Resulünün (S.a.v) gömleği, kılıcı, sancağı bulunacaktır. O sancak ki Peygamberin (S.a.v) vefatından bugüne kadar hiç açılmamıştır. Mehdinin zuhuruna kadar da açılmayacaktır (Kıyamet Alametleri, s.164) .

Hz. Mehdi, Peygamber Efendimiz (S.a.v)'in bayrağıyla çıkacaktır. O bayrak dikilmemiştir, siyah ve dört köşelidir. Peygamberimiz (S.a.v)'in vefatından sonra hiç açılmamış olup ancak Hz. Mehdi tarafından açılacaktır (El Kavlu'l Muhtasar Fi Alamet-i Mehdiy-il Muntazar, ss.41-42, 52, 54) .

Peygamber Efendimiz (S.a.v)'in hadislerinde rengi, şekli, dikişi hakkında bilgi verilen sancak bugün Topkapı Sarayı'nda Kutsal Emanetler Bölümünde muhafaza edilmektedir.

Ahir zamanda ancak Hz. Mehdi tarafından açılacağı bildirilen bu Sancak'ın önemli bir özelliği de Peygamberimiz (S.a.v)'in "vefatından bugüne kadar hiç açılmamış" olmasıdır. Tarihi kaynaklara göre; günümüze kadar Osmanlı İmparatorluğu da dahil olmak üzere hiçbir devlet tarafından, Peygamber Efendimiz (S.a.v)'in zatına hürmeten açılmayan sancak, götürüldüğü savaşlarda ve törenlerde kılıfından dahi çıkarılmamıştır. 1400 yıldır bu şekilde muhafaza edilen sancak Hz. Mehdi'nin gelişi ile İslam ahlakının hakim olacağı dönem olan ahir zamanda açılmayı beklemektedir. (En doğrusunu Allah bilir.

SANCAK-I ŞERİF ve ÖNEMİ
Sancaklar arasında bir sancak vardır ki taşıdığı anlam ile ve önem ile diğer sancaklardan ayrılır. 1400 yıldır İslam'ın sembolü olan bu sancak kutlu Peygamberimiz, Hz. MUHAMMED (S.a.v)'in Ukab isimli emaneti olan Sancak-ı Şerifi'dir. Hz. Peygamber her katıldığı savaşa Ukab ile girmiştir.

Arap kabileleri arasında sancağın yere düşmesi yenilmek anlamına geliyordu. Böyle bir şey olduğunda askerler mağlubiyeti kabul ederek dağılırlardı. Bu yüzden sancağı taşıyan kişi yaralandığında veya öldüğünde onu taşıyacak sonraki kişi belliydi ve hemen sancağı devralırdı.
Resullullah (S.a.v) kullanılacak sancakların hep beyaz olmasını emretmişti, ancak Ukab siyah renkli idi. Bu Sancak'ın diğerlerinden başka bir farkı da yünlü bir kumaştan yapılmış olmasıydı.

İslam öncesi, Kureyş kabilelerinde kullanılan bu sancak tüm Arapları birleştirici bir öneme sahipti. O dönemdeki tüm kabileler de, İslamiyet'in yayılması safhasında bu sancak altında birleşiyorlardı. Peygamber Efendimiz (S.a.v)'in bu sancak dışında, ordusuna ait birçok sancak daha vardı ama Başkomutanlığa özel olan sancak Ukab'tı. İslamiyet'in yayılmasından ve Hz. Peygamber (S.a.v)'in vefatından sonra dört halife bu şerefli emaneti almışlardı. Resmi kayıtlara göre daha sonra Emevi ve Abbasi halifelerine intikal eden sancak, Moğallar'ın Bağdat'ı işgal etmesiyle Abbasi Halifesi tarafından Mısır'a götürüldü. Ukab, Yavuz Sultan Selim Han tarafından Mısır'ın alınmasıyla da Osmanlılara geçmiştir. Yavuz Sultan Selim, Mısır dönüşü sancağı İstanbul'a getirmiş ve o tarihten itibaren Peygamberimiz (S.a.v)'in emaneti olan Ukab, İstanbul'da bulunmaktadır.

Sancak-ı Şerif Osmanlı'ya geçtikten sonra savaşlarda kullanılması adet olmuştu. Ordunun savaş alanına çıkmasından bir süre önce Sancak-ı Şerif bulunduğu yerden çıkarılır ve hazırlık yapılırdı. Bu sancak, savaş alanlarına muhafazası ile birlikte götürülür ve sancaktarlar tarafından korunurdu. Sancak-ı Şerif'in ordu ile beraber olması çok büyük bir şevk unsuru olarak kabul edilirdi.
Yüzyıllarca, İslam ahlakının bayraktarlığını yapan Osmanlı imparatorluğu, Sancak-ı Şerif'in İstanbul'a gelmesi ile büyük bir onura erişmiştir.

Peygamber Efendimiz (S.a.v)'e ait, Ukab isimli sancak, bu özelliğinin yanı sıra çok önemli bir konunun daha alameti ve müjdecisidir. Hz. Peygamber (S.a.v) bu Sancak'ın açılacağı zamanın, Kuran ahlakının yaşanacağı bir dönem olan ahir zamanın müjdesi olacağını bildirmiştir.


*****************


"CIA, Bin Ladin’i öldürdü Pakistan’da, Cesedini attı Okyanus’a ‚Ona İslami bir cenaze düzenledik‘ dedi Obama Amerika, Bin Ladin yalanlarına devam ediyor hala!


"Dünya üzerindeki tüm insanlar müslüman halkı özellikle Taleban ve El Kaide'yi terorist olarak tanıyor. Kimse müslümanlara neden Cihad Sorusunu sormuyor..

10.Ey iman edenler, sizi acı bir azaptan kurtaracak bir ticareti göstereyim mi size?

11. Allah'a ve Resulüne iman edip mallarınız ve canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız; eğer bilirseniz bu sizin için çok hayırlıdır.

12. Günahlarınızı bağışlar ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerinde hoş hoş meskenlere koyar. İşte büyük kurtuluş odur.

13. Seveceğiniz bir diğer (nimet) daha var; Allah'tan yardım ve yakın bir zafer! Müjdele müminleri!(Saff Suresi)

Usame Bin Ladin bir mücahit ve amerika pisliğine ve onu .........israile karşı koymaya cesaret edecek kadar güçlü bir imana sahip büyük bir önderdir,ondan başka bir isim tanımıyorum buna layık,,amerikanın ve köpeklerinin bu kadar yaptığı katliama rağmen onlar hala bulundukları konumda saygı ve değer görüyorlarsa üsame bin ladinin onların zulmüne dur demek için yaptığı bu eylemler haklı bir davadır ve onun mücahit önder olduğunun göstergesidir
ey ALLAH ım c.c ona ve diğer mücahit kardşlerimize maddi manevi güç ver,amin

Filistin'de çocukları öldürüyorlar Kafirlerin iddialarının aksine, dinimizde çeşitli ayrımlar vardır. Biz erkek, kadın, çocuk, yaşlılar arasında ayrım yaparız. Elinde silah taşıyan savaşçı ile bilgi toplayarak, saldırıları savunarak bizimle savaşa yardım eden birdir, o da savaşçıdır.



Fakat Müslümanlar arasında ‘Usame sivilleri öldürmekle tehdit ediyor' diye yayıyorlar. Onlar Filistin'de kimi öldürüyorlar? Sadece sivilleri değil, çocukları öldürüyorlar.



Amerika basını tekeline almış ve büyük medya gücüne dayanmıştır. İşine geldiği gibi ölçüp biçiyor. Hedef doğrudan bizimle savaşan ya da saldırıları savunan bütün Amerikalı erkeklerdir. Masumları öldürdükçe liderlerine desteği arttıran bir halk, büyük vahşetler işledikçe başkanın popülerliğini arttıran bir halk, adi bir halktır ‘değer'in anlamını asla anlamaz.

Usame bin Ladin Filistin meselesini farklı bir açıdan değerlendiriyor. Filistin'in kurtuluşunun seçimlerle veya demokratik yollarla değil sadece cihad ile olabileceğini söylüyor. İsrail'in güçlü bir devlet olmadığını, Afganistan'da yapılan savaşın sadece onda birlik bir kısmı ile İsrail'in yok edileceğini belirtiyor.

İslam ümmetinin gençlerine seslenen Usame bin Ladin konuşmasını şu sözlerle bitiriyor: "Ey Müslüman gençler! Sen büyük bir güçsün. Kafirlerle savaşmak senin vazifendir. Senin Cennet'in olduğu halde ölümden nasıl korkarsın. Din; oy kullanmakla veya seçimlerle güçlenmeyecek. Yemin ederim ki, savaşmaktan başka hiç birşey yardım etmeyecek.



İnsanlarım, ah, benim insanlarım,
antenler yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa rotatifler,
kitaplar yalan söylüyorsa,
duvarda afiş, sütunda ilan yalan söylüyorsa,
beyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların,
dua yalan söylüyorsa,
ninni yalan söylüyorsa,
rüya yalan söylüyorsa,
meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ayışığı,
ses yalan söylüyorsa,
söz yalan söylüyorsa,
ellerinizden başka herşey
herkes yalan söylüyorsa,
elleriniz balçık gibi itaatli,
elleriniz karanlık gibi kör,
elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun,
elleriniz isyan etmesin diyedir.
Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız
bu ölümlü, bu yaşanası dünyada
bu bezirgan saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.(Nazım Hikmet Ran)

Mehmet Şekeroğlu



Hz. Hüseyin bin Ali (R.A.)’nın şöyle dediği rivayet edilmiştir:

“Emr-i dinin başına geçecek olan zatın yani Hz. Mehdî’nin iki gaybubeti vardır (iki def’a gizlenir). Birinci gaybubeti öyle uzun olur ki hatta insanlar onun vefat ettiğini bazıları da gittiğini zannederler. Ne bir veli ne de başkası onun nerede olduğuna muttali olamaz. Ancak onu idare eden ve mütevelli-yi umuru olan Cenab-ı Hak müstesna. İkinci defa Mekke dağlarında gizlenir. Kimse ona muttali olmaz**”.

(El- İşâa Lieşrât-iss Sâat-88)

Fitneler ve kaçış yolları

 “Onları gördüğün zaman, cisimleri (kalıp ve kıyafetleri) hoşuna gider. Eğer (dünyalık söz) söylerlerse, sözlerini dinler (yaldızlı vaadlere kanar)sın, (ama) sanki onlar (elbise giydirilip) yaslanan keresteler gibidir. Her (İslâm’a ait bir toplantı ve) seslenişi, (korkularından) kendi aleyhlerinde sanırlar, (İslâm’a ve müslümanlara) asıl düşman onlardır. Onlardan sakın(ın). Allah kahretsin onları! Nasıl da (hakikatten aldatılıp) döndürülüyorlar.” (Münafikun sûresi, 4. âyet-i kerîme.) 

ve yine Allah’ın şu ayeti: 

“Ey Peygamber! Kâfirler(e karşı silahla), münâfıklar(a karşı delil getirerek, dil) ile cihadda bulun ve onlara karşı sert davran; onların varacakları yer cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir!” 
(Tevbe sûresi, 8. âyet-i kerîme.)



İslâm’ın başlangıcında ortaya çıkan ilk grubun güçlenmesine ve böylece İslâm devletini oluşturma yüküne dayanabilmelerine yardım edenin çok sayıda şey, ama en önemlisi -iman ve riyazetten sonra- inananlar ve münafıklar arasındaki fark olduğu bir sır değildir. Çok büyük olaylar ve trajediler, özellikle de savaş ve felaketler, kötüyü iyiden ve dürüstü münafıktan ayırmıştır. “Ey Mü’minler! İki topluluğun (Uhud gazvesinde) karşılaştığı gün başınıza gelen (musibet) Allah’ın izniyle olmuştur. (Bu da Allah’ın gerçek) inananları ayırt etmesi ve münâfıklık yapanları meydana çıkarması içindi. (Münâfıklara): “Gelin, Allah yolunda savaşın veya (düşmana karşı) savunmada bulunun.” denildi de: “Eğer biz savaş etmeyi bilseydik, elbette arkanızdan gelirdik.” dediler. Onlar o gün, küfre, imandan daha yakındılar. Onlar, ağızlarıyla (inanıyoruz diye), kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. Allah, (onların kalplerinde) gizlediklerini pek iyi bilendir.” 

(Ali İmran sûresi, 166-167. âyet-i kerîmeler.)



Mehdi Zamanında Neler Olacak?

MEHDİ hazretlerinin zuhurundan sonra büyük savaşlar olacak, yer yerinden oynayacak, büyük sayıda insan ölecek, mü’minler berzah aleminde rahat edecek, kafirler müşrikler münafıklar Cehennem çukurlarında azab çekecektir.

MEHDİ hazretlerinin zuhurundan sonra büyük savaşlar olacak, yer yerinden oynayacak, büyük sayıda insan ölecek, mü’minler berzah aleminde rahat edecek, kafirler müşrikler münafıklar Cehennem çukurlarında azab çekecektir.
Mehdi hazretlerinin rejiminin özellikleri nelerdir?
1. İtikad tashih edilecek, sapıklıklar yasaklanacaktır.
2. Salavat-ı hamsenin edası mecburî olacaktır.
3. Farz namazlar cemaatle kılınacaktır.
4. Muhadderat-ı İslamiye tesettüre girecektir.
5. İçki, kumar, riba yasaklanacaktır.
6. Müstehcen yayınlara ve Şeriata aykırı eğlencelere yasak gelecektir.
7. İsraf ve saçıp savurma beyinsizliğine dur denilecektir.
8. Kadın ve kızlar seks aleti ve seks kölesi olmayacaktır.
9. Bütün okul ve üniversitelerde Tevhidî, Kur’anî, Nebevî eğitim verilecektir.
10. Hz. İsanın nüzulünden sonra gayr-i müslimler akın akın İslama girecektir.
11. Avrupa Müslüman olacaktır.
12. Dünyada bir Altın Çağ yaşanacaktır.
13. Suçlar çok azalacak ve işleyenler, halka ibret olacak şekilde tenkil edilecektir.
14. Can, mal, ırz, neseb güvenliği sağlanacaktır.
15. Kur’an, Sünnet, Şeriat ahkamı hayata tatbik edilecektir.
16. Mürcie, mücessime, müşebbihe, Mutezile, Ehl-i Necd ve diğer dalalet fırkaları yıkılacaktır.
17. Dünyada öyle bolluk ve bereket olacaktır ki, zekat verilecek kimse bulunamayacaktır.
18. Mehdi hazretlerinden sonra dünya tekrar bozulacak, âhir zamanın bütün büyük alametleri zuhur edecek ve Kıyamet kopacaktır.
19. Hem imanı, hem aklı, hem firaseti ve hem de hikmeti olan Müslümanların büyük hadiselere hazırlıklı olmaları, hafifü’l-haz bulunmaları tavsiye edilir.
20. Cenab-ı Hak cümle mü’minleri âhir zaman fitnelerinden, melhamelerden, Deccalların Süfyanların Kezzabların hile ve tuzaklarından korusun ve hüsn-i hâtime nasip buyursun.
21. Haram yemek basiretleri bağlar, kulakları sağırlaştırır, kalpleri taşlaştırır. Aklı ve imanı olan herkes haram yemekten vaz geçsin, elinde haram birikim varsa hak sahiplerine iade etsin, edemiyorsa Allah yolunda tasadduk etsin, hayır yapsın.
22. Âhir zamanda Mehdi’nin zuhur, İsa aleyhisselamın nüzul edeceğine dair mânevî tevatür derecesinde ehâdis-i şerife vardır. Bunları inkar edenler büyük vartaya düşer. Ehl-i Sünnet Müslümanları münkir kâzibleri sakın dinlemesinler. Muhbir-i Sâdık Efendimiz haber vermiştir. Olacaktır.


Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav) Pkk belasını bildiriyor (mucize)








Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav)’in 1400 sene önceden bildirdiği ve bin yıllık kitaplarda yer alan hadis-i şerifler mucizevî şekilde gerçekleşmeye devam etmektedir. Ahi zaman ile ilgili yüzlerce hadis gerçekleşmiş ve bu açık şuurlu gerçek insanları çok derinden etkilemiştir.


Peygamber Efendimiz (sav)’in bir hadisi de vardır ki bugüne kadar Allah’ın hikmeti gereği fark edilmemiştir. Bu hadiste Resulullah (sav) açıkça PKK örgütünden, örgüt elemanlarının nasıl bir topluluk olduklarından ve başlarına nelerin geleceğinden haber vermiştir.



Hadis-i Şerif şu şekildedir:

“Dani, Huzeyfe’den tahric etti. O dedi ki: Resullullah (sav) şöyle buyurdu: Zevra’da bir savaş olur, Huzeyfe ise, “Ya Resullullah Zevra nedir?” dedi. Buyurdu: Zevra doğu’da nehirler arasında bulunan ve ümmetimin en şerlilerinin yaşadığı bir şehirdir. Zalimler hep orada otururlar. Onlara dört çeşit bela musallat olur: Kılınçtan geçirilirler, yere batırılırlar, tufana maruz kalırlar ve hayvan suretine değiştirilirler.” (Celaleddin Suyuti’nin Tasnifinden Hadisler, Ahir Zaman Mehdisinin Alametleri, El Muttaki, s.70)




Bu hadis açıkça PKK’yı bildirmektedir. Şimdi hadisin PKK örgütünü nasıl anlattığını inceleyelim:



1. “Zevra’da bir savaş olur...”


Bilindiği gibi Zewra Kürtçe bir kelimedir ve Kürtlerin yaşadığı bölgeleri anlatmak için kullanılmıştır. Kürtçe’de Zewra kelimesi isim olarak kullanıldığı gibi ayrıca Kerkük’te Zewra adında bir kürt kasabası ve futbol takımı dahi vardır.



2. “Zevra doğu’da nehirler arasında bulunan ve ümmetimin en şerlilerinin yaşadığı bir şehirdir.”


PKK’nın esas terör bölgesi hadiste de bildirildiği gibi Fırat ve Dicle Nehirleri arasında kalan Güneydoğu Anadolu Bölgesi şehirleridir. Bu bölgede Ortadoğu’nun ve İslam Ümmeti’nin en şerli topluluğu olan PKK’lı teröristler dağınık halde yaşamaktadırlar.



3. “Onlara dört çeşit bela musallat olur. Kılınçtan geçirilirler...”



PKK terör örgütüne yönelik Kahraman Türk Ordusu’nun yıllardır verdiği mücadele sırasında bu azılı örgütün çok sayıda elemanı öldürülmüştür.



4. “... yere batırılırlar...”



PKK örgütü elemanları Türk askerinden kaçmak için özellikle kış aylarında yerin altlarındaki sığınaklarda iğrenç şekilde yaşamaya mahkum kalmaktadırlar. Bölgede gezen uçaklar ve uydu sistemleri sebebiyle fark edilmemek için hadisteki gibi “yere batıp” orada yaşamak zorunda kalmışlardır.




5. “... tufana maruz kalırlar...”


Tufan kelimesi sözlüklerde “çok yoğun ve şiddetli şey” demektir. Yağmur tufanı olduğu gibi çekirge tufanı, ateş tufanı vs. de vardır. Aynı şekilde PKK’lı teröristler de yıllarca bomba tufanı altında kalmışlar, yaklaşık 30 yıldır tanklardan, helikopter ve uçaklardan yağdırılan bombalarla adeta tufana maruz bırakılmışlardır.



6. “ ...ve hayvan suretine değiştirilirler.”



PKK’lı teröristlerin fotoğraflarına bakıldığında adeta birer hayvana dönüştükleri görülmektedir. Resimlerden görüleceği üzere saçları sakalları birbirine karışmış, konuşmayı dahi bilmeyen, dağlarda hayvan gibi yiyip içen varlıklara dönüşmüşlerdir.



Ayrıca bu ifadenin bir diğer anlamı da şu olabilir ki bilindiği gibi PKK örgütü Komünist ve Darwinist bir örgüttür. Evrime inanıp maymundan geldiklerini, dolayısıyla birer hayvan olduklarını düşünmektedirler. Örgütün sözde kamplarında verilen ideolojik eğitimden sonra örgüt elemanları birer hayvan olduklarını söylemekte, Darwinist-Meteryalist ideolojiyi savunmaktadırlar.



Not: Hadiste anlatılan konu sadece PKK için geçerlidir. Kürt vatandaşlarımız değildir. Bilindiği üzere Kürtler Selahaddin Eyyubilerin, Bediüzzamanların torunları olan demir gibi Müslümanlardır.

16 Ağustos 2016 Salı

Kur´ân´ın kırk açıdan mucizeliği



Bediüzzaman Hazretleri Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinde Kur’ân’ın kırk açıdan mucize olduğundan bahsediyor.1 Yirmi Beşinci Sözde ise Kur’ân’ın bu kırk mucizelik yönünü geniş bir perspektifte açıklıyor.
Yirmi Beşinci Sözün Mukaddemesinde Kur’ân’ı üç ayrı açıdan tanımlayan Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ân’ın kırk yönlü mucizeliğini Üç Şule içinde muhtelif bölümler halinde maddeleştiriyor. Bu maddelere kısaca temas edelim:
1- Kur’ân’ın söz söyleme sanatındaki mucizeler. Bu mucizeler, Kur’ân inmeye başladığı andan itibaren dost düşman, inanan-inanmayan herkesi hayran bırakmıştır.
2- Kur’ân’ın nazmında (söz dizilişinde) hemen göze çarpan mucizelik. Başka kitaplarda bulunmayan bir çekicilik ve cazibe ile her okuyan bunu görüyor ve tasdik ediyor.2
3- Kur’ân’ın ifade ettiği mânâlardaki mucizelik. Kur’ân, her kendisini okuyana başka kitaplarda bulunmayan yüksek ufuklar gösteriyor.3
4- Kur’ân’ın üslubundaki güzellik, tazelik ve gençlik mucizedir. Her asırda aynı tazeliği gösteriyor.4
5- Kur’ân’ın lafzında akıcılık ve kolay okuma özelliği vardır ve mucizedir.5
6- Kur’ân’ın; hakikatleri olduğundan abartmadan, olduğundan küçük göstermeden, her şeyi tam kıymetine göre, tam olması gereken kadar anlatış biçiminde mucizelik vardır. İnsanları Allah’ın adaletinden korkuturken de, insanları Allah’ın rahmetine teşvik ederken de; insanı överken de, döverken de; Cenneti anlatırken de, Cehennemi anlatırken de zerre kadar abartılara yer vermiyor, tam hakikati ifade ediyor.6
7- Kur’ân; gerek hitap ettiği kesim, gerekse aktardığı hakikatler coğrafyası açısından kapsadığı alandaki genişlik, evrensellik ve eşsizlik itibariyle mucizedir.7
8- Kur’ân; lafzındaki (ifade edişte ve söz söylemedeki) genişlik ve derinlik bakımından mucizedir.
9- Kur’ân; manasındaki genişlik ve derinlik bakımından mucizedir.
10- Kur’ân; bütün ilimleri kapsaması ve bütün ilimlere rehberlik yapmasındaki genişlik ve derinlik bakımından mucizedir.
11- Kur’ân; dünyadan ahirete; insandan, kâinâta ve Yaratıcıya kadar ele aldığı konularındaki genişlik ve derinlik bakımından mucizedir.8
12- Kur’ân; çok büyük hakikatleri çok küçük cümlelerle ve öz olarak anlatma sanatı bakımından mucizedir.
13- Kur’ân; üslubundaki kapsamlılık bakımından mucizedir. Öyle ki, bir tek sûre bütün kainatı kapsayabiliyor. Bir tek âyet bütün bir sûreyi özetleyebiliyor.9
14- Kur’ân; âyetlerindeki kapsamlılık bakımından mucizedir. Daima manevi basamaklarda yükselen tüm kemal sahibi insanlar, cinler ve melekler, her basamakta ve her mertebede Kur’ân’ı kendilerine tam rehber bulurlar.
15- Kur’ân; kâinâtın bütün katman ve mertebelerini, yaratıkların bütün bölüm ve cinslerini, neden yaratıldıklarını, varlıkların var oluş sırlarını ve sair uzun ve zincirleme hakikatleri birer işaretle, birer remizle, birer harfle, birer çekirdek halinde anlatma sanatı bakımından eşsizdir ve mucizedir.10
16- Kur’ân; çok yüksek hakikatleri, çok karmaşık yaratılışları, çok geniş kanunları çok geri ve çok basit akıl mertebelerine anlatma sanatı bakımından eşsizdir ve mucizedir.11
17- Kur’ân; bütün söz söyleme sanatlarını başarıyla kullanmada, bütün insanlara çok geniş ufuk-maksatlar çizmede, Allah’ın harika konuşmalarını ve yüksek kelamını yansıtmada eşsizdir ve mucizedir.12
18- Kur’ân; verdiği doğru gaybî haberler açısından eşsiz ve mucizedir.
19- Kur’ân; tarihin insanoğluna göre en karanlık dönemlerinin yaşanan olaylarını doğru olarak görecek bir gözle okuyup bu güne aktarması açısından eşsiz ve mucizedir.13 Kur’ân, insanlığın geçmişini aydınlatan eşsiz ve mucize bir bilgi kaynağıdır.
20- Kur’ân; insanlığın geleceği ilgili doğru, güvenilir ve tam gerçek haberler vermesi açısından eşsiz ve mucizedir. Kur’ân, insanlığın geleceğini aydınlatan eşsiz ve mucize bir bilgi kaynağıdır.14
21- Kur’ân; Allah’ın bizce bilinmeyen isimlerini bize doğru olarak bildirmesi, kâinâtın bizce keşfolunmayan kanunlarını bize doğru olarak haber vermesi ve âhiretin bizce görünmeyen coğrafyasını bize doğru olarak anlatması bakımından eşsiz ve mucizedir.15
22- Kur’ân; asırlar geçtikçe gençleşmesi ve bütün beşerî olayları genç ve taze bir bakış açısıyla çözümleyen hep taze değerlere sahip olması açısından eşsiz ve mucizedir.16
23- Kur’ân; her asırdaki her cins, her meslek ve meşrepteki insan topluluklarına, sanki diğer asırlara ve diğer mesleklere nazaran sadece o topluma veya o mesleğe yönelik bilgi ve haberlerle tam bir isabet ve istikametle hitap etmesi bakımından eşsiz ve mucizedir.17
24- Kur’ân; yirmi üç senede, değişik olaylar esnasında, muhtelif ihtiyaçlara cevap olarak, değişik nedenlerle âyet âyet indiği halde, âyetleri ve sureleri arasında öyle bir irtibat, bağlılık, devamlılık ve uygunluk var ki, sanki tek bir kitap olarak bir defada nazil olmuştur. Değişik nedenlerle inmiş olmasının, âyetleri arasındaki uyumluluğu bozmamış olması açısından Kur’ân eşsiz ve mucizedir.18
25- Kur’ân; Allah’ın isimlerini her bir âyetin sonunda özetle vermesi ve âyetin konusu ile Allah’ın ismini bütünleştirmesi açısından eşsiz ve mucizedir.19
26- Kur’ân; Allah’ın fiil ve eserlerini insanın nazarına aktarması, sonra bu fiilleri ve eserleri Allah’ın isimlerine bağlayıp, Allah’ın birliği hakikatini ispat etmesi ve bu eşsiz bilgileri mahşer günü ile birleştirerek insan zihnine perçinlemesi açısından eşsiz ve mucizedir.20
27- Kur’ân; insan nazarına Allah’ın sanatının nakışlarını ve dokumalarını sunması, sonra bu sanat nakışlarını kavramanın anahtarı olarak Allah’ın isimlerini gösterip insan aklını düşünmeye davet etmesi açısından eşsiz ve mucizedir.21
28- Kur’ân; Cenâb-ı Hakkın fiillerini ayrıntısıyla anlatması, ardından bu fiilleri bir kanunla ve prensiple özetlemesi bakımından eşsiz ve mucizedir.22
29- Kur’ân; yaratıkları bir tertiple zikretmesi, ardından yaratıkların her işinde bir düzen, bir denge, bir ölçü ve bir nizamın geçerli olduğunu anlatması, bu denge ve düzenin de çekirdeği olarak Allah’ın isimlerini nazara vermesi açısından eşsiz ve mucizedir. Kur’ân nazarında olaylar birer lafız, isimler ise bu lafızların ifade ettiği mânâlardır.23
30- Kur’ân; değişken ve fâni olayları, değişmeyen ve hükmü her şeye geçen isimler ile sabit hakikatler sûretine çevirerek insan aklını doğru belgelerle tefekküre sevk etmesi ve ibret almaya teşvik etmesi açısından eşsiz ve mucizedir.24
31- Kur’ân; Allah’ın hükümlerini, fiillerini ve isimlerinin tecellilerini geniş bir caddeye yayıp sermesi, ardından bir birlik bağı ile ve küllî bir kanun ile konuyu neticelendirerek insan aklına doğru düşünme kapısı açması açısından eşsizdir ve mucizedir.25
32- Kur’ân; eşyanın icadında, varlıkların var kılınmasında sebeplerin hiçbir kabiliyetinin bulunmadığını; herşeyin doğrudan Alîm ve Hakîm olan Cenâb-ı Hak tarafından yaratıldığını ispat eden doğru ve delil niteliğinde bilgiler ihtiva etmesi bakımından eşsiz ve mucizedir.26
33- Kur’ân; Allah’ın âhiretteki harika fiillerini kalbe kabul ettirmek için Allah’ın dünyadaki fiillerini gözler önüne sermesi, gelecekteki ahiretin acaip olaylarını, gördüğümüz bir çok yaratılış olayı ile izah ve ispat eden sağlam ve akla yol gösteren bilgiler içermesi bakımından eşsiz ve mucizedir.27
34- Kur’ân; bazı küçük maksatlardan yola çıkarak zihinleri daha geniş ve büyük hedeflere yönlendirmesi ve o geniş ve büyük hedefleri herşeyi kapsayan kurallar kaynağı hükmünde olan İlâhî İsimlerle tesbit eden aklî ve ikna edici bilgiler içermesi bakımından eşsiz ve mucizedir.28
35- Kur’ân; insanın isyankâr amellerini şiddetli bir tehdit ile hatırlatması, insanı uyarması, hemen ardından insanı ümitsizliğe atmamak için Allah’ın rahmet kapısının açık olduğunu gösteren isimlere işaret ederek insanı tövbeye sevk eden sıhhatli bilgiler ihtiva etmesi bakımından eşsiz ve mucizedir.29
36- Kur’ân; kelâmın dört tabakasında da gösterdiği ulviyet ve kuvvetle eşsiz ve mucizedir. Malûm, bir söz; “1- Kim söylemiş, 2- Kime söylemiş, 3- Ne için söylemiş, 4- Ne makamda söylemiş” gibi dört tabakada değerlendirilir. Kur’ân’ın her bir âyeti bu dört tabaka açısından da mucize değerler ifade ediyor. Bundandır ki, Kur’ân’ın sözü maddî elektrik gibi yöneldiği her maddeye tesir ediyor.30
37- Kur’ân; gaybî haberleri hazır ve herkesin yaşadığı taze olaylarla delillendirip akla sağlam malzemeler vermesi açısından eşsiz ve mucizedir.31 Meselâ, gökyüzünde, yıldızlarda ve yeryüzünde herkesin gözü önünde meydana gelen noksansız, eksisiz ve yeni yaratılışları nazara verir, buradan insanı Allah’ın kudretini kavramaya çağırır; sonra haşre geçer ve haşri ispat eder.32
38- Kur’ân; her bir âyeti ile küfür ve gaflet karanlığını yırtıp dağıtması ve taşıdığı hidayet nuru ile insanın içine nüfuz etmesi bakımından eşsiz ve mucizedir.33
39- Kur’ân; dünyanın ve insanlığın yaratılışı, insanlığın yaşayışı, varlıkların nasıl ve niçin var kılındığı gibi insan aklının ilgilendiği bütün meselelerde insanlığa kazandırdığı bilgi ve hikmet dağarcığı bakımından eşsiz ve mucizedir. Öyle ki, felsefe hangi noktalarda Kur’ân ile ters düşmüşse o noktalarda yanılmıştır. Kur’ân ile ters düşen hep yanılmaya mahkûm olmuştur. Bunu kocaman bir felsefe tarihi ve farklı medeniyet anlayışları gösteriyor. Kur’ân’ın, doğruyu bulmaya hayran olan insan aklının önüne, inkâr edemeyeceği, ispat olunabilen ve doğruluğunda şüphe olmayan hikmetler ve bilgiler koyması mucizedir.34
40- Kur’ân; Tevhidin yüksek mertebelerinden, Allah’ın yüce isimlerine, eşyayı ve varlıkları niçini ve nasılı ile tanımlayıp kavramasından, beşer aklının ulaşamadığı ve rehbersiz bilemediği, fakat bilmeye muhtaç olduğu bütün yüksek hakikatlere kadar, dengelerini bozmadan ve her birisini değeri ve kıymeti ölçüsünde söz konusu ederek bir arada toplaması ve insan aklına yüksek bir bilgi malzemesi ve hikmet hazinesi sunması bakımından eşsiz ve mucizedir.35
Dipnotlar:
1 Mektubat, s. 180; Şuâlar, s. 119, 123; Sözler, s. 330; Asa-yı Musa, s. 107
2. Sözler, s. 333
3. Sözler, s. 336
4. Sözler, s. 338
5. Sözler, s. 342
6. Sözler, s. 343
7. Sözler, s. 355
8. Sözler, s. 360
9. Sözler, s. 362
10. Sözler, s. 363
11. Sözler, s. 365
12. Sözler, s. 367
13- Sözler, s. 368.
14- Sözler, s. 369.
15- Sözler, s. 370.
16- Sözler, s. 371.
17- Sözler, s. 375.
18- Sözler, s. 378.
19- Sözler, s. 379.
20- Sözler, s. 379.
21- Sözler, s. 380.
22- Sözler, s. 382.
23- Sözler, s. 383.
24- Sözler, s. 384
25- Sözler, s. 385.
26- Sözler, s. 387.
27- Sözler, s. 389.
28- Sözler, s. 391.
29- Sözler, s. 393.
30- Sözler, s. 395.
31- Sözler, s. 368.
32- Sözler, s. 396, 397.
33- Sözler, s. 399.
34- Sözler, s. 401.
35- Sözler, s. 403, 409.

Bâyezîd-i Bistâmî kerametiyle rahiplerin müslüman oluşu

   
    Bâyezîd-i Bistâmî kırk beş kere hacca gitmişti. Bir gün Arafat Tepesinde oturuyordu. Nefsi ona; "Bâyezîd! Senin bir benzerin var mıdır? Kırk beş defâ haccettin ve binlerce defâ hatmetme bahtiyarlığına eriştin." diye fısıldadı. Bu ses onu üzdü. Derhâl toparlandı ve oradaki mahşerî kalabalığa; "Kim benim kırk beş defâ yapmış olduğum haccı bir ekmeğe satın alır?" diye sordu. Bir adam başını kaldırıp; "Ben alırım." dedi ve ekmeği uzattı. Bâyezîd-i Bistâmî aldığı ekmeği orada bulunan bir köpeğin önüne attı. Sonra işini bitirip, yol hazırlığı yaparak, Rum diyârına doğru yola çıktı. Günlerce gittikten sonra bir râhip ile karşılaştı. Râhib, Bâyezîd-i Bistâmî'nin elini tutup, evine misâfir götürdü. Evinde ona bir oda verdi. Bâyezîd-i Bistâmî kendisine ayrılan bu odada ibâdete başladı ve kalbini Allahü teâlâya çevirdi. Râhip her gün onun yiyeceğini sabah akşam getirip önüne koyardı. Bu hal bir ay devâm etti. 

   Bâyezîd-i Bistâmî daha sonra nefsine dönerek;
"Ey nefis! Seni kırmak istiyorum, fakat Sen o kadar kötüsün ki kırılmıyorsun." dediği sırada râhip içeri girdi ve; "İsmin nedir?" diye sordu. O da; "Bâyezîd!" cevâbını verdi. Râhip; "Ne güzel adamsın. Keşke Mesîh'in kulu olmuş olsaydın!" deyince, bu sözler Bâyezîd-i Bistâmî'ye ağır geldi ve evi terketmek isterken râhip;
"Bizim burada kırk günü tamamla, öyle git. Çünkü bizim büyük bir bayramımız var, onu görmeni çok arzu ediyorum. Aynı zamanda çok değerli bir vâizimiz, sâdece bu günlerde bir defâ konuşur. Onu dinlemeni istiyorum." deyince, bu teklifi kabûl ederek, kırk gün kalmaya râzı oldu. Kırkıncı gün geldiğinde râhib odaya girerek; "Buyurun dışarı çıkalım, bayram günümüz geldi." dedi. Bâyezîd-i Bistâmî dışarı çıkmak için hazırlandı. Fakat râhib ona; "Siz bu kıyâfetle nasıl bin kadar râhibin arasına gireceksiniz? Bu yüzden üzerindeki elbiseyi çıkarıp, şu râhip elbiselerini giy ve boynuna İncil'i as!" dedi. Bu teklif ona çok ağır gelmesine rağmen, bunda da bir hikmet vardır diyerek râhibin getirdiği giysileri giydi. 

     Râhiplerin arasına katıldı. Hiç kimsenin dikkatini çekmedi. Biraz ilerledikten sonra râhiplerin en büyüğü geldi. Fakat konuşmuyordu. Niçin konuşmadığı sorulduğunda; "Nasıl konuşabilirim, aranızda bir Muhammedî var!" diye cevap verdi. Halk ve râhipler galeyâna gelerek; "Onu göster parçalayalım." diye bağrıştılar. Başrâhip; "Hayır, yemin ederim ki söylemem, ancak ona dokunmayacağınıza söz verirseniz, onu size tanıtabilirim." dedi. Bunun üzerine râhipler ve halk, Muhammedî olan zâta dokunmayacaklarına dâir yemin ettiler. Başrâhip;

"Allah için ey Muhammedî! Ayağa kalk ve kendini göster." diye seslenince, Bâyezîd-i Bistâmî ayağa kalktı. Baş râhip; "Adın ne?" diye sordu. "Bâyezîd!" cevâbını verdi. "Tahsil gördün mü?" diye sorunca; "Rabbim öğrettiği kadar bir şeyler biliyorum." dedi. Bunun üzerine râhip; "O hâlde bana şu hususları cevaplandır: İkincisi olmayan biri, üçüncüsü olmayan ikiyi, dördüncüsü olmayan üçü, beşincisi olmayan dördü, altıncısı olmayan beşi, yedincisi olmayan altıyı, sekizincisi olmayan yediyi, dokuzuncusu olmayan sekizi, onuncusu olmayan dokuzu, on birincisi olmayan onu, on ikincisi olmayan on biri, on üçüncüsü olmayan on ikiyi söyle bunlar nelerdir?"

   Bâyezîd-i Bistâmî baş râhibe; "Beni iyi dinle!İkincisi olmayan bir, eşi-ortağı, dengi ve benzeri olmayan Allahü teâlâdır. Üçüncüsü olmayan iki, gece ve gündüzdür. Dördüncüsü olmayan üç, üç talâktır (boşamadır). Beşincisi olmayan dört; Tevrat, Zebûr, İncîl ve Kur'ân-ı kerîmdir. Altıncısı olmayan beş, beş vakit namazdır. Yedincisi olmayan altı göklerin ve yerin yaratıldığı altı gündür. Sekizincisi olmayan yedi, yedi kat göktür. Dokuzuncusu olmayan sekiz, kıyâmet günü Arş'ı taşıyacak sekiz melektir. Onuncusu olmayan dokuz, kadının dokuz ay hâmilelik müddetidir. On birincisi olmayan on, Mûsâ aleyhisselâmın Şuâyb peygambere on yıl çobanlık etmesidir. On ikincisi olmayan on bir, Yûsuf peygamberin on bir kardeşidir. On üçüncüsü olmayan on iki, on iki aydır." dedi. Râhip tebessüm ederek; "Doğru söyledin. Şimdi de bana, havadan ne yaratıldı, havada ne muhâfaza olundu ve kim hava ile helâk edildi? bunlardan haber ver." dedi. Bâyezîd-i Bistâmî;

  "Îsâ peygamber havadan yaratıldı, havada muhâfaza edildi. Âd kavmi hava ile helâk edildi." diye cevap verdi. Râhip; "Doğru söyledin. Ağaçtan kim yaratıldı, ağaçta kim korundu ve ağaç ile kim helak oldu?" diye sorunca; "Mûsâ aleyhisselâmın asâsı ağaçtan yaratıldı, Nûh aleyhisselâm ağaç içinde (gemide) korundu, Zekeriyyâ aleyhisselâm ise ağaç içinde testere ile biçilip helâk edildi." cevâbını verdi. Râhip tekrar; "Doğru söyledin. Kim ateşten yaratıldı, kim ateşten korundu ve kim ateş ile helâk oldu?" diye sordu. O da;
"İblîs ateşten yaratıldı. İbrâhim aleyhisselâm ateşten korundu. Ebû Cehil ateş ile helâk oldu." dedi. Râhip tekrâr; "Taştan kim yaratıldı, taş içinde kim korundu ve taş ile kim helâk oldu?" dedi. Bâyezîd-i Bistâmî;
"Sâlih peygamberin devesi taştan yaratıldı. Eshâb-ı Kehf taş içinde korundu ve Ebrehe ve ordusu taş ile helâk edildi." cevâbını verdi. Râhip; "Doğru söyledin. Âlimler, Cennet'te dört nehir vardır, biri baldan, biri sütten, biri sudan, biri de şaraptandır. Ayrı ayrı olan bu dört nehir aynı kaynaktan akıyormuş, diyorlar. Bunun dünyâda bir örneği var mıdır?" diye sordu.

 "Evet vardır. İnsanın başından dört nehir akar. Kulak yağı acıdır. Göz yağı tuzludur. Burun suyu ayrı bir tad taşır. Ağızdan gelen su tatlıdır." cevâbını verdi. Râhip yine; "Doğru söyledin. Cennet ehli yer içer fakat abdest bozmaz, su dökmez. Bunun dünyâda bir benzeri var mıdır?" diye sorunca;

"Evet vardır. Ana rahmindeki cenin yer içer fakat dışkısı yoktur." cevâbını verdi. Râhip; "Doğru söyledin. Cennet'te Tûbâ ağacı vardır. Cennet'te hiç bir saray, hiç bir köşk yoktur ki, bu ağacın dalına dokunmasın. Bunun dünyâda bir örneği var mıdır?" diye sordu.

"Evet vardır. Güneş sabahleyin doğunca böyle değil midir?" cevâbını verdi. Râhip; "Doğru söyledin. Şimdi şunları cevaplandır: Bir ağaç vardır, on iki dalı bulunmakta, her dalında otuz yaprak ve her yaprakta beş çiçek yer almakta, bunlardan ikisi güneşe, üçü karanlığa bakmaktadır. Bu ağaç nedir?" deyince:
"Ağaç bir yılı temsil eder. On iki dalı, on iki ay, her daldaki otuz yaprak, günleri, her yapraktaki beş çiçek de, beş vakit namazı temsil eder." cevâbını verdi. Son olarak râhip şöyle sordu: "Bana şu kimseden haber ver. Hacca gitmiş, tavâf yapmış ve o makâmlarda bulunmuştur. Fakat onun ne rûhu vardır ne de hac kendisine vâcibdir?" Bâyezîd-i Bistâmî;

"Nûh peygamberin gemisidir." dedikten sonra, râhibe; "Ey râhip! Birçok sorular sordun. Biz onları cevaplandırmaya çalıştık. Müsâde ederseniz benim de sorularım var. Fakat ben bir sorudan başka sormayacağım. O da şudur:

Cennet'in anahtarı nerededir? Cennet kapılarının üzerinde ne yazılıdır?" Râhip sustu ve cevap vermekten kaçındı. Diğer râhipler bu duruma bozuldular ve; "Ey büyüğümüz mağlup mu oluyorsun?" dediler. O da; "Hayır mağlûb olmak istemiyorum." deyince; "Peki öyleyse niçin cevap vermiyorsun." dediklerinde; "Şâyet cevap verirsem benim cevabıma katılır mısınız?" dedi. Bunun üzerine hepsi birden söz verdiler. Râhip; "Dinleyin, şimdi cevap veriyorum. Cennet'in anahtarı ve kapılarının üzerinde yazılı olan ibâre; Lâ İlâhe İllallah Muhammedün Resûlullahdır." deyip müslüman oldu. Diğer râhipler de hep bir ağızdan Kelime-i şehâdeti getirip müslüman oldular. Bâyezîd-i Bistâmî de onların yanında bir süre kalıp İslâmiyeti öğretti. Böylece onun buraya gitmesinin hikmeti anlaşıldı.

3 Ağustos 2016 Çarşamba

Fatiha suresi işarat-ül i'caz (Risale-i Nur)


بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

اَلرَّحْمنُ عَلّمَ الْقُرْآنَ خَلَقَ اْلاِنْسَانَ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ

فَنَحْمَدُهُ مُصَلّينَ عَلَى نَبِيِّهِ مُحَمَّدٍ الَّذِى اَرْسَلَهُ رَحْمَةً لِلْعَا لَمِينَ وَ جَعَلَ

 مُعْجِزَتَهُ الْكُبْرَى الْجَامِعَةُ بِرُمُوزِهَا وَ اِشَارَاتِهَا لِحَقَائِقِ الْكَائِنَاتِ 

بَاقِيَةً عَلَى مَرِّ الدُّهُورِ اِلَى يَوْمِ الدِّينِ وَ عَلَى آلِهِ عَامَّةً وَ اَصْحَابِهِ 

كَافَّةً

Evvelâ: Şu İşârât-ül İ'caz adlı eserden maksadımız; Kur'anın nazmına, lafzına ve ibaresine ait i'caz işaretlerini ve remizlerini beyan etmektir. Çünki i'cazın mühim bir vechi, nazmından tecelli eder. Ve en parlak i'caz, Kur'anın nazmındaki nakışlardan ibarettir.

Sâniyen: Kur'andaki anâsır-ı esasiye ve Kur'anın takip ettiği maksadlar; Tevhid, Nübüvvet, Haşir, Adalet ile İbadet olmak üzere dörttür. Bu dört unsuru beyan edeceğiz.

Sual: Kur'anın şu dört hedefe doğru yürüdüğü neden malûmdur?

Cevab: Evet benî-âdem, büyük bir kervan ve azîm bir kafile gibi mâzinin derelerinden gelip, vücut ve hayat sahrasında misafir olup, istikbalin yüksek dağlarına ve müzeyyen bağlarına müteveccihen kafile kafile müteselsilen yürümekte iken, kâinatın nazar-ı dikkatini celbetti: "Şu garib ve acip mahluklar kimlerdir? Nereden geliyorlar? Nereye gidiyorlar?" diye ahvallerini anlamak üzere hilkat hükûmeti, fenn-i hikmeti karşılarına çıkardı. Ve aralarında şöyle bir muhavere başladı:

Hikmet: Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir?



sh: » (İ: 13)

Bu suale, benî-âdem namına, emsali olan büyük peygamberler gibi, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, nev'-i beşere vekâleten karşısına çıkarak şöyle cevabta bulundu:

Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelî'nin kudretiyle yokluk karanlıklarından ziyadar varlık âlemine çıkarılan mahluklardır. Sultan-ı Ezelî, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrâyı bize vermiştir. Biz haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle, re's-ül malımız olan istidatlarımızı nemalandırmaktır. Ve şu azîm insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezelî'den risalet vazifesiyle gelip riyaset eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelî'nin risalet beratı olarak bana verdiği Kur'an-ı Azîmüşşân elimdedir. Şüphen varsa al, oku!

Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ın verdiği şu cevablar, Kur'andan muktebes ve Kur'an lisanıyla söylenildiğinden; Kur'anın anâsır-ı esasiyesinin şu dört maksatta temerküz ettiği anlaşılıyor.

S: Şu makasıd-ı erbaa, Kur'anın hangi âyetlerinde bulunuyor?

C: O anasır-ı erbaa, Kur'anın heyet-i mecmuasında bulunduğu gibi; Kur'anın surelerinde, âyetlerinde, kelâmlarında, hattâ kelimelerinde bile sarahaten veya işareten veya remzen bulunmaktadır. Çünkü Kur'anın küllü, cüz'lerinde göründüğü gibi; cüz'leri de, Kur'anın küllüne âyinedir. Bunun içindir ki, Kur'an müşahhas olduğu halde, efrad sahibi olan küllî gibi tarif edilir.

S: بِسْمِ اللّهِ ve اَلْحَمْدُ لِلّهِ gibi âyetlerde makasıd-ı erbaaya işaretler var mıdır?

C: Evet قُلْ kelimesi, Kur'anın çok yerlerinde mezkûr veya mukadderdir. Bu mezkûr ve mukadder olan قُلْ kelimelerine esas olmak üzere بِسْمِ اللّهِ dan evvel قُلْ kelimesi mukadderdir. Yani, "Ya Muhammed! Bu cümleyi insanlara söyle ve tâlim et." Demek besmelede İlahî ve zımnî bir emir var. Binaenaleyh şu mukadder olan قُلْ emri, risalet ve nübüvvete işarettir. Çünkü; Resûl olmasaydı,



sh: » (İ: 14)

tebliğ ve tâlime me'mur olmazdı. Kezalik hasrı ifade eden "câr ve mecrur'un takdimi", tevhide îmadır. Ve keza اَلرَّحْمن nizam ve adalete, اَلرَّحِيم de haşre delalet eder. Ve keza اَلْحَمْدُ لِلّهِ daki ( ل ) ihtisası ifade ettiğinden tevhide işarettir. رَبِّ الْعَالَمِينَ adaletle nübüvvete remizdir. Çünki terbiye, resûller vasıtasıyla olur. مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ zaten sarahaten haşir ve kıyamete delâlet eder.

Ve keza اِنَّا اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ sadefi de, o makasıd-ı erbaa cevherlerini tazammun etmiştir.

بِسْمِ اللّهِ : Bu kelâm, güneş gibidir. Yani, güneş başkalarını gösterdiği gibi, kendini de gösterir; başka bir güneşe ihtiyaç bırakmaz. بِسْمِ اللّهِ başkalarına yaptığı vazifeyi, kendisine de yapıyor, ikinci bir بِسْمِ اللّهِ daha lâzım değildir. Evet بِسْمِ اللّهِ öyle müstakil bir nurdur ki, bu nur hiçbir şeye bağlı değildir. Hatta bu nurun "câr ve mecrur"u bile hiçbir şeye muhtaç değildir. Ancak (ب) harfinden müstefad olan اَسْتَعِينُ veya örfen malûm olan اَتَيَمَّنُ veyahut mukadder olan قُلْ ün istilzam ettiği اِقْرَاْ fiillerinden birine mütealliktir.

İhtar: بِسْمِ اللّهِ daki "câr ve mecrur"a müteallik olarak



sh: » (İ: 15)

mezkur olan fiiller, besmeleden sonra takdir edilir ki, hasrı ifade etmekle ihlâs ve tevhidi tazammun etsin.

اِسْمْ : Cenab-ı Hakk'ın zâtî isimleri olduğu gibi, fi'lî isimleri de vardır. Bu fi'lî isimlerin, Gaffar ve Rezzak, Muhyî ve Mümît gibi pekçok nevi'leri vardır.

S- Bu fi'lî isimlerinin kesretle tenevvüü neden meydana geliyor?

C- Kudret-i Ezeliyenin kâinattaki mevcudatın nevi'lerine, ferdlerine olan nisbet ve taallûkundan husule gelir. Bu itibarla, بِسْمِ اللّهِ kudret-i ezeliyenin taalluk ve tesirini celbeder. Ve o taallûk, abdin kesbine ve işine yardım edici bir ruh gibi olur. Öyle ise hiç kimse, hiçbir işini Besmelesiz bırakmasın!

اَللّهُ lâfza-i celali, bütün sıfât-ı kemaliyeyi tazammun eden bir sadeftir. Çünki; lâfza-i celâl, Zât-ı Akdes'e delâlet eder; Zât-ı Akdes de, bütün sıfât-ı kemaliyeyi istilzam eder; öyle ise, o lâfza-i mukaddese, delâlet-i iltizamiye ile bütün sıfât-ı kemaliyeye delâlet eder.

İhtar: Başka ism-i haslarda bu delâlet yoktur. Çünki başka zâtlarda sıfât-ı kemaliyeyi istilzam etmek yoktur.

اَلرَّحْمنِ الرَّحِيمِ : Bu iki sıfatın lâfza-i celâlden sonra zikirlerini icab eden münasebetlerden birisi şudur ki: Lâfza-i celâlden celâl silsilesi tecelli ettiği gibi, bu iki sıfattan dahi cemal silsilesi tecelli ediyor. Evet herbir âlemde emir ve nehiy, sevab ve azab, tergib ve terhib, tesbih ve tahmid, havf ve reca gibi pek çok füruat, celâl ve cemalin tecellisiyle teselsül edegelmektedir. İkincisi: Cenab-ı Hakk'ın ismi, Zât-ı Akdes'ine ayn olduğu cihetle; lâfza-i celâl, sıfât-ı ayniyeye işarettir. اَلرَّحِيمِ de, fi'lî olan sıfât-ı gayriyeye îmadır. اَلرَّحْمَنِ dahi, ne ayn ne gayr olan sıfât-ı seb'aya remizdir. Zira Rahman, Rezzak mânasınadır. Rızk, bekaya sebebdir. Beka, tekerrür-ü vücuttan ibarettir. Vücut



sh: » (İ: 16)

ise; birincisi mümeyyize, ikincisi muhassısa, üçüncüsü müreccihe olmak üzere "İlim, İrade, Kudret" sıfatlarını istilzam eder. Beka dahi, semere-i rızık mahsulü olduğu için, "Basar, Sem', Kelâm" sıfatlarını iktiza eder ki; merzuk istediği zaman, ihtiyacını görsün, istediği zaman işitsin, aralarında vasıta bulunduğu takdirde o vasıta ile konuşsun. Bu altı sıfat, şübhesiz birinci sıfatı olan hayatı istilzam ederler.

S- Rahman, büyük nimetlere; Rahîm, küçük nimetlere delalet ettikleri cihetle; Rahîm'in Rahman'dan sonra zikri, yukarıdan aşağıya inmek manasına olan "San'at-üt tedelli" kaidesine dâhildir. Bu ise, belâgatça makbul değildir?

C- Evet kaşlar göze, gem ata mütemmim oldukları ve onların noksanlarını ikmal ettikleri gibi; küçük ni'metler de, büyük ni'metlere mütemmimdirler. Bu itibarla mütemmim olan haddizatında küçük de olsa, faideyi ikmal ettiğinden, büyükten daha büyük olması icab eder. Ve keza büyükten beklenilen menfaat, küçüğe mütevakkıf ise; o küçük, büyük sırasına geçer; o büyük dahi, küçük hükmünde kalır. Kilit ile anahtar, lisan ile ruh gibi.

Ve keza bu makam, ni'metlerin tâdâdı veya ni'metler ile imtinan makamı değildir. Ancak insanları, gizli ve küçük ni'metlere tenbih ve ikaz etmek makamıdır. Evvelki makamlardaki "tedellî", şu "tenbih" makamında terakki sayılır. Çünki gizli ve küçük nimetleri insanlara göstermek ve insanları onların vücuduna ikaz etmek, daha lâyık ve daha lâzımdır. Bu itibarla, şu mes'elemizde tedelli değil, terakki vardır.

S: Mebde ve me'haz itibariyle rikkat-ül kalb mânasını ifade eden bu iki sıfatın Cenab-ı Hak hakkında kullanılması caiz değildir. Eğer mâna-yı hakikatlerinin lâzımı ve neticesi olan in'am ve ihsan kasdedilirse, mecazda ne hikmet vardır?

C: Bu iki sıfat, "yed" gibi mâna-yı hakikîleriyle, Cenab-ı Hak hakkında kullanılması muhal olan müteşabihattandır. Müteşabihatta, mâna-yı mecazînin mâna-yı hakikînin lafzıyla, üslûbuyla gösterilmesindeki hikmet, insanların me'luf ve malûmları olmayan mânaları ve hakikatları zihinlerine yakınlaştırıp kabul ettirmekten ibarettir. Meselâ "yed"in mâna-yı mecazîsi insanlara me'nus olmadığından, mana-yı hakikînin şekliyle, lafzıyla gösterilmesi zarureti vardır.

اَلْحَمْدُ : Evvelâ bu kelimeyi mâkabline bağlattıran cihet-i münasebet; "Rahman" "Rahîm"in delâlet ettikleri ni'metlerin hamd ve şükür ile karşılanması lüzumundan ibarettir.



sh: » (İ: 17)

Sâniyen: Şu اَلْحَمْدُ لِلَّهِ cümlesi, herbiri niam-ı esasiyeden birine işaret olmak üzere, Kur'anın dört suresinde tekerrür etmiştir. O nimetler de; Neş'e-i ûlâ ile neş'e-i ûlâda beka, neş'e-i uhra ile neş'e-i uhrada beka nimetlerinden ibarettir.

Sâlisen: Bu cümlenin Kur'anın başlangıcı olan Fâtiha Suresi'ne fâtiha yâni başlangıç yapılması neye binaendir?

C: Kâinatın ve dolayısıyla insanların hilkatindeki hikmet ve gaye, وَ مَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَ اْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ ferman-ı Celilince, ibadettir. Hamd ise, ibadetin icmalî bir sureti ve küçük bir nüshasıdır. اَلْحَمْدُ لِلّهِ ın bu makamda zikri, hilkatin gayesini tasavvur etmeğe işarettir.

Râbian: Hamdin en meşhur mânası, sıfât-ı kemaliyeyi izhar etmektir. Şöyle ki: Cenab-ı Hak insanı kâinata câmi' bir nüsha ve onsekiz bin âlemi hâvi şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve esma-i hüsnadan herbirisinin tecelligâhı olan herbir âlemden bir örnek, bir nümune, insanın cevherinde vedia bırakmıştır. Eğer insan maddî ve manevî herbir uzvunu Allah'ın emrettiği yere sarfetmekle hamdin şubelerinden olan şükr-ü örfîyi îfa ve şeriata imtisal ederse, insanın cevherinde vedia bırakılan o örneklerin herbirisi, kendi âlemine bir pencere olur. İnsan o pencereden, o âleme bakar. Ve o âleme tecelli eden sıfatla, o âlemden tezahür eden isme bir mir'at ve bir âyine olur. O vakit insan ruhuyla, cismiyle âlem-i şehadet ve âlem-i gayba bir hulâsa olur. Ver her iki âleme tecelli eden, insana da tecelli eder. İşte bu cihetle insan, sıfât-ı kemaliye-i İlahiyeye hem mazhar olur, hem müzhir olur.

Nitekim Muhyiddin-i Arabî, كُنْتُ كَنْزًا مَخْفِيًّا فَخَلَقْتُ الْخَلْقَ لِيَعْرِفُونِى Hadîs-i Şerifinin beyanında: "Mahlûkatı yarattım ki, bana bir âyine olsun ve o âyinede cemalimi göreyim." demiştir.

لِلّهِ : burada ihtisas içindir. Hamdin Zât-ı Akdes'e has ve münhasır



sh: » (İ: 18)

olduğunu ifade eder. Bu (ل) ın müteallakı olan ihtisas hazf olduktan sonra ona intikal etmiştir ki, ihlâs ve tevhidi ifade etsin.

İhtar: Müşahhas olan bir şeyin umumî bir mefhum ile mülâhaza edildiğine binaen; Zât-ı Akdes de müşahhas olduğu halde, Vâcib-ül Vücud mefhumuyla tasavvur edilebilir.

رَبِّ : Yani herbir cüz'ü bir âlem mesabesinde bulunan şu âlemi bütün eczasıyla terbiye ve yıldızlar hükmünde olan o cüz'lerin zerratını kemal-i intizamla tahrik eder. Evet Cenab-ı Hak, herşey için bir nokta-i kemal tayin etmiştir. Ve o noktayı elde etmek için o şeye bir meyil vermiştir. Her şey, o nokta-i kemale doğru hareket etmek üzere, sanki mânevî bir emir almış gibi muntazaman o noktaya müteveccihen hareket etmektedir. Esna-yı harekette onlara yardım eden ve mânilerini def'eden, şüphesiz Cenab-ı Hakk'ın terbiyesidir. Evet kâinata dikkatle bakıldığı zaman, insanların taife ve kabileleri gibi, kâinatın zerratı münferiden ve müçtemian Hâlıklarının kanununa imtisalen, muayyen olan vazifelerine koşmakta oldukları hissedilir.'' Yalnız bedbaht insanlar müstesna!''

اَلْعَالَمِينَ : Bu kelimenin sonundaki ين yalnız i'rab alâmetidir, عِشْرِينَ ثَلاَثِينَ gibi. Veya cem' alâmetidir. Çünki âlemin ihtiva ettiği cüz'lerin herbirisi bir âlemdir. Veyahut yalnız manzume-i şemsiyeye münhasır değildir. Cenab-ı Hakk'ın şu gayr-ı mütenahî fezada çok âlemleri vardır. Evet

اَلْحَمْدُ لِلّهِ كَمْ لِلّهِ مِنْ فَلَكٍ { تَجْرِى النُّجُومُ بِهِ وَ الشَّمْسُ وَ الْقَمَرُ

رَاَيْتُهُمْ لِى سَاجِدِينَ de olduğu gibi, burada da ukalâya mahsus cem' sîgasıyla gayr-ı ukalâ cem'lendirilmiştir. Bu ise, kavaide muhaliftir?

Evet âlemin ihtiva ettiği uzuvların birer âkıl, birer mütekellim suretinde tasavvur edilmesi, belâgatın en makbul bir prensibidir. Zira kâinatın



sh: » (İ: 19)

"âlem" ile tesmiyesi, kâinatın Sâniine olan delâleti, şehadeti, işareti içindir. Binaenaleyh kâinatın uzuvları da Sânia olan delâletleri, şehadetleri için birer âlem olmaları icabeder. Öyle ise Sâniin o uzuvları terbiyesinden ve o uzuvların da Sânii i'lam etmelerinden anlaşılır ki; o uzuvlar birer hay, birer âkıl, birer mütekellim suretinde tasavvur edilmiştir. Binaenaleyh bu cem'de, kavaide muhalefet yoktur.

اَلرَّحْمنِ الرَّحِيمِ : Mâkabliyle bu iki sıfatın nazmını îcab eden şöyle bir münasebet vardır ki; biri menfaatleri celb, diğeri mazarratları def'etmek üzere terbiyenin iki esası vardır. Rezzak manasına olanاَلرَّحْمنِ birinci esasa, Gaffar manasını ifade eden اَلرَّحِيمِ de ikinci esasa işaretleri için birbiriyle bağlanmıştır.

: مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ Mâkabliyle şu sıfatın nazmını iktiza eden sebeb şudur ki; şu sıfat, rahmeti ifade eden mâkabline neticedir. Zira kıyametle, saadet-i ebediyenin geleceğine en büyük delil, rahmettir. Evet rahmetin rahmet olması ve ni'metin ni'met olması ancak ve ancak haşir ve saadet-i ebediyeye bağlıdır. Evet saadet-i ebediye olmasa, en büyük ni'metlerden sayılan aklın, insanın kafasında yılan vazifesini görmekten başka bir işi kalmaz. Kezalik en lâtif ni'metlerden sayılan şefkat ve muhabbet, ebedî bir ayrılık düşüncesiyle, en büyük elemler sırasına geçerler.

S: Cenab-ı Hakk'ın her şeye mâlik olduğu bir hakikat iken, burada haşir ve ceza gününün tahsisi neye binaendir?

C: Şu âlemin insanlarca hakir ve hasis sayılan bazı şeylerine kudret-i ezeliyenin bizzât mübaşereti, azamet-i İlahiyeye münasib görülmediğinden, vaz'edilen esbab-ı zahiriyenin o gün ref'iyle, her şeyin şeffaf, parlak iç yüzüyle tecelli edip Sâniini, Hâlıkını vasıtasız göreceğine işarettir. يَوْم tabiri ise, haşrin vukuunu gösteren emarelerden birine işarettir. Şöyle ki:

Saniye, dakika, saat ve günleri gösteren haftalık bir saatin millerinden birisi devrini tamam ettiği zaman, behemehal ötekiler de devirlerini



sh: » (İ: 20)

ikmal edeceklerine kanaat hasıl olur. Kezalik yevm, sene, ömr-ü beşer ve ömr-ü dünya içinde tayin edilen manevî millerden birisi devrini tamam ettiğinde, ötekilerin de (velev uzun bir zamandan sonra olsun) devirlerini ikmal edeceklerine hükmedilir. Ve keza bir gün veya bir sene zarfında vukua gelen küçük küçük kıyametleri, haşirleri gören bir adam, saadet-i ebediyenin (haşrin tulû'-u fecriyle, şahsı bir nev' hükmünde olan) insanlara ihsan edileceğine şübhe edemez.

دِين kelimesinden maksad; ya cezadır, çünkü o gün hayır ve şerlere ceza verilecek bir gündür.. veya hakaik-i diniyedir. Çünkü hakaik-i diniye o gün tam mânasıyla meydana çıkar. Ve daire-i itikadın, daire-i esbaba galebe edeceği bir gündür. Evet Cenab-ı Hak müsebbebatı esbaba bağlamakla, intizamı temin eden bir nizamı kâinatta vaz' etmiş. Ve herşeyi, o nizama müraat etmeğe ve o nizamla kalmaya tevcih etmiştir. Ve bilhassa insanı da, o daire-i esbaba müraat ve merbutiyet etmeğe mükellef kılmıştır. Her ne kadar dünyada daire-i esbab daire-i itikada galib ise de; âhirette hakaik-i itikadiye tamamen tecelli etmekle, daire-i esbaba galebe edecektir. Buna binaen, bu dairelerin herbirisi için ayrı ayrı makamlar, ayrı ayrı hükümler vardır. Ve her makamın iktiza ettiği hükme göre hareket lâzımdır. Aksi takdirde daire-i esbabda iken tabiatıyla, vehmiyle, hayaliyle daire-i itikada bakan; Mu'tezile olur ki, tesiri esbaba verir. Ve keza daire-i itikadda iken ruhuyla, imanıyla daire-i esbaba bakan da; esbaba kıymet vermeyerek, Cebriye Mezhebi gibi tenbelcesine bir tevekkül ile nizam-ı âleme muhalefet eder.

اِيَّاكَ نَعْبُدُ : (كَ) zamirinde iki nükte vardır. Birincisi: Mâkablinde zikredilen sıfât-ı kemaliyenin كَ zamirinde müstetir ve mutazammın olduğuna işarettir. Çünkü o sıfatların birer birer tâdadından hasıl olan büyük bir şevk ile gaybdan hitaba, yani ism-i zâhirden şu كَ zamirine iltifat ve intikal olmuştur. Demek ك zamirinin mercii, geçen sıfât-ı kemaliye ile mevsuf olan zâttır. İkincisi: Elfaz okunurken mânalarını düşünmek, belâgat mezhebinde vâcib olduğuna işarettir. Çünki mânalar düşünülürse, nâzil olduğu gibi okunur ve o okuyuş; tabiatıyla, zevkiyle hitaba incirar eder. Hattâ اِيَّاكَ نَعْبُدُ yu



sh: » (İ: 21)

okuyan adam, sanki اُعْبُدْ رَبَّكَ كَاَنَّكَ تَرَاهُ cümlesindeki emre imtisalen okuyor gibi olur.

Cem' sîgasıyla zikredilen نَعْبُدُ deki zamir, üç taifeye işarettir. Birincisi: İnsanın vücudundaki bütün aza ve zerrata râcidir ki, bu itibarla şükr-ü örfîyi eda etmiş olur. İkincisi: Bütün ehl-i tevhidin cemaatlerine aittir. Bu cihetle şeriata itaat etmiş olur. Üçüncüsü: Kâinatın ihtiva ettiği mevcudata işarettir. Bu itibarla, şeriat-ı fıtriye-i kübraya tâbi olarak hayret ve muhabbetle kudret ve azametin arşı altında sâcid ve âbid olmuş olur.

Bu cümlenin mâkabliyle vech-i nazmı, نَعْبُدُ nün اَلْحَمْدُ ye tefsir ve beyanı olmakla مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ e de bir netice ve bir lâzım olmasıdır.

İhtar: اِيَّاكَ nin takdimi, ihlâsı vikaye etmek içindir ve zamir-i hitab da, ibadetin sebeb ve illetine işarettir. Çünki hitaba incirar eden geçen sıfâtla muttasıf olan zât, elbette ibadete müstehaktır.

وَ اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ : نَسْتَعِينُ de müstetir zamir, نَعْبُدُ nun fâili gibi, o üç cemaatten herbirine râci'dir. Yani: Bizim vücudumuzun zerratı veya ehl-i tevhid cemaatı veyahut kâinat mevcudatı, bütün hacat ve maksadlarımıza, bilhassa en ehemm olan ibadetimize, senden iane ve tevfik istiyoruz. اِيَّاكَ kelimesinin tekrarlanmasındaki hikmetin birincisi, hitap ve huzurdaki lezzetin artırılmasına; ikincisi, ayân makamının bürhan makamından daha yüksek olduğuna; üçüncüsü, huzurda sıdk olup kizbin ihtimali olmadığına; dördüncüsü, ibadetle istianenin ayrı ve müstakil maksadlar olduklarına işarettir.

Bu iki fiili birbiriyle bağlayan münasebet, ücretle hizmet arasındaki münasebettir. Zira ibadet, abdin Allah'a karşı bir hizmetidir. İane de, o hizmete karşı bir ücret gibidir. Veya mukaddeme ile maksud arasındaki alâkadır. Çünkü iane ve tevfik, ibadete mukaddemedir. اِيَّاكَ



sh: » (İ: 22)

kelimesinin takdiminden doğan hasr, abdin Cenab-ı Hakk'a karşı yaptığı ibadet ve hizmetle, vesait ve esbaba olan tezellülden kurtuluşuna işarettir. Lâkin esbabı tamamen ihmal ve terketmek iyi değildir. Çünkü o zaman, Cenab-ı Hakk'ın hikmet ve meşietiyle kâinatta vaz'edilen nizama karşı bir temerrüd çıkar. Evet daire-i esbabda iken tevekkül etmek, bir nevi tenbellik ve atalettir.

اِهْدِنَا : Hidayeti taleb etmekle ianeyi istemek arasında ne münasebet vardır?

Evet; biri sual, diğeri cevap olduklarından birbiriyle bağlanılmıştır. Şöyle ki:

نَسْتَعِينُ ile iane taleb edilirken makam iktizasıyla "Ne istiyorsun?" diye varid olan mukadder sual, اِهْدِنَا ile cevablandırılmıştır.اِهْدِنَا ile istenilen şeylerin ayrı ayrı ve müteaddid olması, اِهْدِنَا manasının da ayrı ayrı ve müteaddid olmasını îcab eder. Sanki اِهْدِنَا, dört masdardan müştaktır. Meselâ: Bir mü'min hidayeti isterse, اِهْدِنَا sebat ve devam manasını ifade eder. Zengin olan isterse, ziyade manasını; fakir olan isterse, i'ta manasını; zaîf olan isterse iane ve tevfik manasını ifade eder. Ve keza "Her şeyi halk ve hidayet etmiştir" manasında bulunan وَ خَلَقَ كُلَّ شَىْءٍ وَ هَدَى Âyet-i Celilesi hükmünce, zâhirî ve bâtınî duygular, âfâkî ve haricî deliller, enfüsî ve dâhilî bürhanlar, Peygamberlerin irsaliyle, kitabların inzali gibi vasıtalar itibariyle de hidayetin manası taaddüd eder.

İhtar: En büyük hidayet, hicabın kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl göstermektir.

اَللّهُمَّ اَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَ ارْزُقْنَا اِتِّبَاعَهُ وَ اَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَ ارْزُقْنَا اِجْتِنَابَهُ آمِينَ

sh: » (İ: 23)

اَلصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ : Sırat-ı müstakim; şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülâsasından hasıl olan adl ve adalete işarettir. Şöyle ki:

Tagayyür, inkılab ve felâketlere maruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin birincisi: Menfaatleri celb ve cezb için kuvve-i şeheviyye-i behimiyye. İkincisi: Zararlı şeyleri def' için kuvve-i sebuiyye-i gadabiyye. Üçüncüsü: Nef' ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliyye-i melekiyyedir.

Lâkin insandaki bu kuvvetlere şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmiş ise de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan bu kuvvetlerin herbirisi tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar. Meselâ: Kuvve-i şeheviyyenin tefrit mertebesi humuddur ki; ne helâle ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki; namusları ve ırzları pâyimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise iffettir ki; helâline şehveti var, harama yoktur.

İhtar: Kuvve-i şeheviyyenin; yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi füruatında da bu üç mertebe mevcuttur.

Ve keza kuvve-i gadabiyyenin tefrit mertebesi cebanettir ki, korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi tehevvürdür ki, ne maddî ve ne manevî hiç bir şeyden korkmaz. Bütün istibdadlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsulüdür. Vasat mertebesi ise şecaattır ki; hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz.

İhtar: Bu kuvve-i gadabiyyenin füruatında da şu üç mertebenin yeri vardır.

Ve keza kuvve-i akliyyenin tefrit mertebesi gabavettir ki, hiç bir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi cerbezedir ki; hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya mâlik olur. Vasat mertebesi ise hikmettir ki; hakkı hak bilir imtisal eder, bâtılı bâtıl bilir içtinab eder.

وَ مَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثِيرًا



sh: » (İ: 24)

İhtar: Bu kuvvetin şu üç mertebeye inkısamı gibi; füruatı da, o üç mertebeyi hâvidir. Meselâ: Halk-ı ef'al mes'elesinde Cebr mezhebi ifrattır ki, bütün bütün insanı mahrum eder. İ'tizal mezhebi de tefrittir ki, tesiri insana verir. Ehl-i Sünnet mezhebi vasattır. Çünki bu mezheb beyne-beynedir ki; o fiillerin bidayetini irade-i cüz'iyeye, nihayetini irade-i külliyeye veriyor. Ve keza itikadda da ta'til ifrattır; teşbih; tefrittir; tevhid, vasattır.

Hülâsa: Şu dokuz mertebenin altısı zulümdür, üçü adl ve adalettir. Sırat-ı müstakimden murad şu üç mertebedir.

صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ : Kur'anın inci gibi lafızlarının dizilmesi; bir hayta, bir çeşite, bir nakşa münhasır değildir. Belki zuhurca, hafâca, yakınlıkça, uzaklıkça mütefavit çok tenasüblerden hasıl olan pek çok nakışlar üzerine dizilmişlerdir, nazmedilmişlerdir. Zâten i'cazın esası, ihtisardan sonra ancak böyle nakışlardadır. Evet صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ ile mâkablindeki herbir kelime arasında bir münasebet vardır. Meselâ: اَلْحَمْدُ لِلّهِ ile münasebeti vardır. Çünkü ni'met, hamde delil ve karinedir. رَبِّ الْعَالَمِينَ ile münasebetdardır. Çünkü, terbiyenin kemali, nimetlerin tevali ve teakubu ile olur. اَلرَّحْمنِ الرَّحِيمِ ile alâkadardır. Çünkü اَلَّذِينَ den irade edilen "enbiya, şüheda, suleha, ulema" rahmettirler. مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ ile alâkası vardır. Çünkü nimet-i kâmile, ancak dindir. نَعْبُدُ ile alâkası var. Çünkü, ibadette imamlar, bunlardır. نَسْتَعِينُ ile var. Çünkü, tevfike



sh: » (İ: 25)

ve ianeye mazhar bunlardır. اِهْدِنَا ile var. Çünkü, hidayette mukteda-bih onlardır. صِرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ ile vardır. Çünkü, doğru yol, ancak onların mesleğidir.

"Tarîk" veya "Sebil" kelimelerine "Sırat" kelimesinin tercihi, mesleklerinin etrafı mahdud ve işlek bir cadde olduğuna ve o caddeye girenlerin bir daha çıkmamalarına işarettir.

Mahud ve mâlûm olan şeylerde kullanılması usûl ittihaz edilen esma-i mevsuleden اَلَّذِينَ tabiri, onların zulümat-ı beşeriye içinde elmas gibi parladıklarına işarettir ki; onları taharri ve taleb etmeye ve aramaya lüzum yoktur. Onlar, herkesin gözü önünde hazır olduklarını temin eden bir ulüvv-ü şâna mâliktirler. Cem' sîgasıyla اَلَّذِينَnin zikri, onlara iktida ve tâbi olmak imkânının mevcudiyetine ve onların mesleklerinde butlan olmadığına işarettir. Çünkü ferdî olmayan bir meslekte tevatür vardır; tevatürde, butlan yoktur.

Mâzi sîgasıyla اَنْعَمْتَnin zikri; tekrar ni'meti taleb etmeye bir vesile olduğuna ve Allah'a raci olan zamiri de, bir yardımcı ve bir şefaatçı vazifesini gördüğüne işarettir. Yani: "Ey Rabbim! Mademki in'am senin fiilindir ve evvelce de in'amı yapmışsın; istihkakım olmadığı halde in'amı tekrarlamak, senin şe'nindir."

عَلَيْهِمْ deki عَلَى enbiyaya yükletilen risalet ve teklif yükünün pek ağır olduğuna ve sahraları faydalandırmak için yağmur, kar ve fırtınaların şedaidine maruz kalan yüksek dağlar gibi, peygamberlerin de ümmetlerini feyizlendirmek için risalet zahmetlerine maruz kaldıklarına işarettir.

İhtar: Başka bir surede zikredilen



sh: » (İ: 26)

فَاُولئِكَ مَعَ اَلَّذِينَ اَنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ وَ الصِّدِّيقِينَ وَ الشُّهَدَاءِ وَ الصَّالِحِينَ olan âyet-i kerime, buradaki الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ âyet-i celilesini beyan eder. Zâten Kur'anın bir kısmı, bir kısmını tefsir eder.

S: Peygamberlerin meslekleri birbirine uymadığı gibi, ibadetleri de birbirine muhaliftir. Bunun esbabı nedir?

C: İtikad ve amelde, usûl ve ahkâm-ı esasiyede peygamberlerin hepsi daimdirler, sabittirler, müttehiddirler. İhtilaf ve tefavütleri, ancak füruattadır. Zâten, zamanların tebeddülüyle, füruatın da tebeddül ve tegayyürü tabiî bir şeydir. Evet, mevasim-i erbaada tedavi ve telebbüs gibi çok şeyler tebeddüle uğrar. Meselâ, kışın giyilen kalın elbise yazın tebeddüle uğrar; veya kışın güzel tesiri olan bir ilâcın, yazın fena tesiri olur, kullanılmaz. Kezalik, kalb ve ruhların gıdası olan ahkâm-ı diniyenin füruatı da, ömr-ü beşerin devreleri itibariyle tebeddüle uğrar.

غَيْرِالْمَغْضُوبِعَلَيْهِمْ : Havf ve firar makamı olan şu sıfatın mâkablindeki makamlarla münasebatı ise: Bu makamın hayret ve dehşet nazarıyla celâl ve cemal ile muttasıf olan makam-ı rububiyete baktırması; ve iltica ve dehalet nazarıyla نَعْبُدُ deki makam-ı ubudiyete baktırması; ve acz nazarıyla نَسْتَعِينُ deki tevekkül makamına baktırması; ve teselli nazarıyla refik-i daimî olan makam-ı recaya baktırmasıdır. Çünkü, korkunç bir şeyi gören adam, korku ve hayret içinde kalır; sonra firar etmeye meyleder. Âciz olduğu takdirde tevekkül eder, sonra teselli yollarını arar.

S- Cenab-ı Hak, Ganiyy-i Mutlak'tır; âlemde bu kadar dalâletleri ve pek çirkin fena şeyleri yapan nev'-i beşerin yaratılışında ne hikmet vardır?



sh: » (İ: 27)

C- Kâinatta maksud-u bizzat ve küllî ve şümullü olarak yaratılan ancak kemaller, hayırlar, hüsünlerdir. Şerler, kubuhlar, noksanlar ise; hüsünlerin, hayırların, kemallerin arasında görülmeyecek kadar dağınık ve cüz'iyet kabilinden tebeî olarak yaratılmışlardır ki; hayırların, hüsünlerin, kemallerin mertebelerini, nevi'lerini, kısımlarını göstermeye vesile olsunlar ve hakaik-i nisbiyenin vücuduna veya zuhuruna bir mukaddeme ve bir vâhid-i kıyasî olsunlar.

S- Hakaik-i nisbiyenin ne kıymeti var ki, onun için şerler istihsan edilecek?

C- Hakaik-i nisbiye denilen şeyler, kâinatın eczası arasında bulunan rabıtalardır. Ve kâinattaki nizam, ancak hakaik-i nisbiyeden doğmuştur. Ve hakaik-i nisbiyeden kâinatın enva'ına bir vücud-u vâhid in'ikas etmiştir. Hakaik-i nisbiye, büyük bir ölçüde hakaik-i hakikiyeden çoktur. Hattâ bir zâtın hakaik-i hakikiyesi yedi ise, hakaik-i nisbiyesi yediyüzdür. Binaenaleyh kubh ve şerde şer varsa da kalildir.

Malûmdur ki, şerr-i kalil için hayr-ı kesîr terkedilmez. Terkedilirse, şerr-i kesîr olur. Zekat ve cihadda olduğu gibi.

Evet اِنَّمَا تُعْرَفُ اْلاَشْيَاءُ بِاَضْدَادِهَا meşhur kaziyeden maksad, bir şeyin zıddı, o şeyin hakaik-i nisbiyesinin vücud veya zuhuruna sebebdir. Meselâ: Kubh olmasaydı ve hüsünlerin arasına girmeseydi, hüsnün gayr-ı mütenahî olan mertebeleri tezahür etmezdi.

S- اَنْعَمْتَ fiil, مَغْضُوبِ ism-i mef'ul, ضَالِّينَ ism-i fâil olarak zikirlerinde ve keza üçüncü fırkanın sıfatını ve ikinci fırkanın sıfatına terettüb eden âkıbetini ve birinci fırkanın ünvan-ı sıfatını aynen zikretmekte ne gibi bir hikmet vardır?

C- Ni'met ünvanı, nefsin daima meylettiği bir lezzet olduğundan ihtiyar edilmiştir. Fiil-i mazi olarak zikrindeki sebeb, evvelce beyan edilmiştir. İkinci fırka ise, kuvve-i gadabiyenin galebe ve tecavüzüyle tecavüz ederek ahkâmın terkiyle zulüm ve fıska düşmüşlerdir. Yahudilerin temerrüdü gibi. Zulüm ve fıskta hasis ve hayırsız bir lezzet görüldüğünden, onlardan nefis teneffür etmez. Kur'an-ı Kerim o zulmün akibeti olan gazab-ı İlahîyi zikretmiştir ki, nefisleri o zulüm ve fısktan tenfir ettirsin. İstimrar ve devam şe'ninde olan isimlerden ism-i mef'ul



sh: » (İ: 28)

olarak zikredilmesi ise, şerr ve isyanların devam edip, tevbe ve afv ile inkıta etmedikleri takdirde kat'ileşeceğine ve silinmez bir damga şekline geçeceğine işarettir. Üçüncü fırka ise, vehim ve heva-yı nefsin akıl ve vicdanlarına galebesiyle, bâtıl bir itikada tâbi' olarak nifaka düşen bir kısım nasara'dır. Dalâlet, nefisleri tenfir ve ruhları inciten bir elem olduğundan; Kur'an-ı Kerim o fırkayı aynı o sıfatla zikretmiştir. Ve ism-i fâil olarak zikrindeki sebeb ise; dalâletin dalâlet olması, devam etmesine mütevakkıf olup, inkıtaa uğradığı zaman afva dâhil olacağına işarettir.

Ey arkadaş! Bütün lezzetler imanda olduğu gibi, bütün elemler de dalâlettedir. Bunun izahı ise; bir şahıs, kudret-i ezeliye tarafından, adem zulümatından şu korkunç dünya sahrasına atılırken gözünü açar, bakar. Bir lütuf beklediği zaman, birdenbire düşmanlar gibi hastalıklar, elemler, belalar hücum etmeye başlarlar. Bir meded, bir yardım için müsterhimane tabiata ve anasıra baktığı vakit, kasavet-i kalble, merhametsizlikle karşılaşır. Ecram-ı semaviyeden istimdad etmek üzere başını havaya kaldırır. O ecram, atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli halleriyle gözüne görünür. Hemen gözünü yumar, başını eğer, düşünmeye başlar. Bakar ki, hayatî hacetleri bağırıp çağırmaya başlarlar. Bütün bütün tevahhuş ederek hemen kulaklarını tıkar, vicdanına iltica eder; bakar ki: Vicdanı, binler âmâl (emeller) ve emanî ile dolu gürültülerinden cinnet getirecek bir hale gelir. Acaba hiçbir cihetten hiçbir teselli çaresini bulamayan o zavallı şahıs, mebde ile meâdi, Sâni' ile haşri itikad etmezse, onun o vaziyetinden Cehennem daha serin olmaz mı?

Evet o bîçare havf ve heybetten, acz ve ra'şetten, vahşet ve gönül darlığından, yetimlikle me'yusiyetten mürekkeb bir vaziyet içinde olup kudretine bakar, kudreti âciz ve nâkıs.. hâcetlerine bakar, def'edilecek bir durumda değildir. Çağırıp yardım istese, yardımına gelen yok. Herşeyi düşman, herşeyi garib görür. Dünyaya geldiğine bin defa nedamet eder, lanet okur. Fakat o şahsın sırat-ı müstakime girmekle kalbi ve ruhu nur-u imanla ışıklanırsa, o zulmetli evvelki vaziyeti nuranî bir hâlete inkılâb eder. Şöyle ki:

O şahıs, hücum eden belaları, musibetleri gördüğü zaman, Cenab-ı Hakk'a istinad eder, müsterih olur. Yine o şahıs, ebede kadar uzanıp giden emellerini, istidatlarını düşündüğü zaman, saadet-i ebediyeyi tasavvur eder. O saadet-i ebediyenin mâ-ül hayatından bir yudum içer, kalbindeki emellerini teskin eder. Yine o şahıs, başını kaldırıp semaya ve etrafa bakar; herşeyle ünsiyet peyda eder. Yine o şahıs, semadaki ecrama bakar; hareketlerinden dehşet değil, ünsiyet ve emniyet peyda



sh: » (İ: 29)

eder.. ve onların o hareketlerini, ibret ve hayretle tefekkür eder. Yine o şahıs, ecram-ı ulviye ile öyle bir kesb-i muarefe eder ki, hangi bir cirme bakarsa baksın, o cirmlerden: "Ey arkadaş! Bizden tevahhuş etme! Hareketlerimizden korkma! Hepimiz bir Hâlıkın memurlarıyız" diye, me'nus ve emniyet verici sesleri kalben işitmeye başlar.

Hülâsa: O şahıs, evvelki vaziyetinde, vicdanındaki o dehşetli ve vahşetli ve korkunç âlâm-ı şedideden kurtulmak için teselliler ile hissini ibtal ve sarhoşlukla o halleri unutmak ister. İkinci haletinde ise, ruhunda yüksek lezzetleri ve saadetleri hisseder; kalbini ikaz, vicdanını tahrik edip ruhunu ihsas ettikçe, o saadetler ziyadeleşir ve ona manevî Cennetlerin kapıları açılır.

اَللّهُمَّ بِحُرْمَةِ هَذِهِ السُّورَةِ اجْعَلْنَا مِنْ اَصْحَابِ الصِّرَاطِ الْمُسْتَقِيمِ آمِينَ
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...