7 Ağustos 2015 Cuma

Şeytanın Kalbe Vesvese İle Tasallutu, Vesvese'nin Anlamı ve Galebe Çalmasının Sebebi


Kalbin halleri 

    Kalp Şeytan şeytanın vesvesesi vesvese nedir.Söylediğimiz gibi kalp kurulmuş bir çadır gibidir ve birtakım kapıları vardır. Her kapısından kendisine durum ve haller gelir ve yine kalbin misâli hedefe benzer. Ona her taraftan oklar atılır veya kalp, dikilmiş bir aynaya benzer. O aynanın üzerinde çeşitli sûretler geçer. Bir sûretten sonra başka bir sûret görünür. O ayna bu geçen sûretlerden boş değildir veya bir havuzun sularına benzer. Çeşitli nehirlerden o havuza sular akar... Her durumda kalbe akan bu yeni yeni eserlerin giriş noktaları ya beş duyudan veya bâtındandır. 
    Hayâ, şehvet, öfke ve insan mizacından oluşan şeylerdendir. Çünkü insanoğlu beş duyusuyla birşeyi idrâk ettiği zaman, o idrâk edilen şeyden kalpte bir eser oluşur. Böylece fazla yemekten veya mizacdaki bir kuvvetten dolayı şehvet kabardığı zaman onun kalpte bir etkisi olur. Her ne kadar kalp, hissettirmekten engellense de nefiste meydana gelen hayaller devamlı kalırlar. Hayal birşeyden diğer birşeye geçer. Hayalin geçişine göre, kalp de bir halden diğer bir hâle geçer. Maksat şudur; kalbin değişmesi ve etkilenmesi daima bu sebeplerdendir. Kalpte oluşan eserlerin en güzeli hatıralardır. Hatırat'tan gayemiz; kalpte meydana gelen fikir ve zikirlerdir. Bunlardan gayemiz; teceddüd veya tezekkür yoluyla gelen ilimlerdir. İşte bu ilimlere 'hâtırat' adı verilir. Çünkü bunlar, kalp onlardan gâfil olduktan sonra kalbe gelirler. İradeleri harekete getiren hatırat'tır. Çünkü niyet, azim ve irade ancak niyet edilen mânânın tamamının kalpte meydana gelmesinden sonra oluşur.

   Bu bakımdan fiillerin başlangıcını ve rağbeti tahrik eden hatırat'tır. Rağbet de azmi tahrik eder, azim de niyeti tahrik eder. Niyet ise âzayı harekete geçirir. Rağbeti harekete geçiren hatırat) şerre dâvet eden, sonucu zarar veren hâtırat ile hayra dâvet eden ahirette fayda veren hâtırat diye ikiye ayrılır. Bu iki kısım değişik hâtırattır. Bu bakımdan değişik isimlere muhtaçtırlar. Güzel sonuç veren hâtırata 'ilham', kötü hâtırata (şerre dâvet eden âtırata) ise Vesvese' adı verilir. Bunu bildikten sonra anlarsın ki bu hâtıratlar, hâdis (sonradan olma)dır. Her sonradan olanın mutlaka 'muhdis'i (icat edicisi) vardır. Havadis ne zaman değişik olursa, onların değişmeleri, sebeplerinin çeşitliliğine delâlet eder. İşte müsebbebleri sebeplere bağlamak tertibindeki Allah Teâlâ'nın kanunundan anlaşılan budur! Ne zaman evin duvarları ateşin ışığıyla aydınlanırsa, tavanı ateşten çıkan duman ile kararırsa, bilirsin ki kararmanın sebebi, aydınlanmanın sebebinden ayrıdır.

    İşte böylece kalbin nûrları ve zulmeti için de iki değişik sebep vardır. Bu bakımdan hayra davet eden hâtırat sebebine 'melek' ismi verilir. Şerre dâvet eden hâtıratın sebebine 'şeytan' ismi verilir. Kalbin, sayesinde hayır ilhamını kabul etmeye hazır olduğu lûtufa 'tevfîk' ismi verilir. Kalbin, sayesinde şeytanın vesvesesini kabul etmeye hazır olduğu şeye de 'iğvâ' ve 'hizlân' ismi verilir. Çünkü çeşitli mânâlar, değişik isimlere muhtaçtırlar. Melek, Allah      
    Teâlâ'nın yarattığı ve şanı hayır ile ilmi ifade etmek olan bir mahlûktan ibarettir. Bu mahlûk hakkı keşif, hayrı va'd ve emr-i bi'1-ma'ruf yapar. Allah Teâlâ onu yaratmış ve bu vazifelerde kullanmak üzere kendisini musahhar kılarak görevlendirmiştir. Şeytan ise, öyle bir yaratıktan ibarettir ki, meleğin zıddıdır. Yani şerri ve fuhşiyatı emreder, hayrı yapmaya azmettiğin zaman fakirlikle korkutur. Bu bakımdan vesvese ilhamın tam zıddıdır. Şeytan ise, meleğin tam zıddıdır... Tevfik de hizlân'ın zıddıdır ve bu duruma şu ayet-i celîle ile işaret vardır:

Herşeyden iki çift (erkek-dişi) yarattık. (Zâriyât/49)

   Çünkü varlıkların tümü çifttirler. Ancak Allah Teâlâ bu hükmün dışındadır. Çünkü Allah Teâlâ 'tek'dir. O'nun karşılığı yoktur. Bil ki birdir, haktır ve bütün çiftleri yaratandır. Bu bakımdan kalp, şeytan ile melek arasında çekilmektedir. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

   Kalbe gelen iki şey vardır. Birisi melekten gelen şeydir ki hayrı vadedip, hakkı tasdik eder. Bu bakımdan kim kalbinde bunu görürse, bilsin ki bu Allah'tan gelen bir lütûftur ve bunun için Allah Teâlâ'ya hamdetmelidir. Düşmandan gelen ikinci birşey vardır. O da şerri va'd edip hakkı yalanlar ve hayrı yasaklar. Kim kalbinde böyle birşeye rastlarsa kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınsın!40

Rasûlullah bunu söyledikten sonra şu ayeti okudu.
Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size çirkin şeyleri yapmayı emreder. Allah ise size kendi tarafından bir mağfiret ve bir fazl va'dediyor. Allah(ın lütfu) geniştir, herşeyi kemâliyle bilendir.(Bakara/268)

   Hasan Basrî diyor ki: Kalpteki bu iki hâdise, kalpte durmadan cevelan eden iki himmettir. Biri Allah'tan gelen, biri de şeytandan gelen himmet... O halde, Allah o kuldan razı olsun ki Allah'tan gelen himmetin hududunda durur ve Allah'tan geleni yapar, Allah'ın düşmanından gelenle mücadele edip reddeder. Kalp, musallat olan bu iki himmet arasında çekildiğinden dolayı Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

   Mü'minin kalbi rahman Allah'ın kudret parmaklarından iki parmak arasındadır.41

   Çünkü damar, kan, kemik ve etten oluşan 'parmak'tan Allah Teâlâ münezzehtir. Boğumlara taksim olunan parmaktan Allah Teâlâ'nın şânı yücedir. Fakat parmaktan maksat süratle çevirmektir. Hareketlendirme ve bozmaya muktedir olmaktır. Çünkü sen, parmağını parmak olduğundan dolayı değil, evirip çevirmekteki çalışmasından dolayı istersin. Nasıl ki, parmaklarınla fiillerde bulunuyorsan, Allah Teâlâ da yaptıklarını, melek ve şeytanı musallat kılmak sûretiyle yapar. Bunların ikisi, Allah'ın kudretiyle, kalpleri evirip çevirmekle görevlendirilmişlerdir. Senin parmaklarının cisimleri evirip çevirmekte sana musahhar olduğu gibi...

   Kalp -yaradılış itibariyle- melekten gelen eserleri de, şeytandan gelen eserleri de kabul etmeye eşit bir şekilde elverişlidir. Bunların biri diğerine esasında ağır basmamaktadır. Ancak taraflardan birinin ağır basması, nefsin hevasına uymak, şehvetlere düşmek veya şehvet ve hevâ-i nefisten yüz çevirmekle olur. Eğer insanoğlu öfkesinin ve şehvetinin isteğine ayak uydurursa heva-i nefis vasıtasıyla şeytanın kendisine tasallut ettiği anlaşılır. Kalp böylece şeytanın yuvası ve kaynağı olur. Çünkü heva-i nefis, şeytanın merasıdır. Eğer insanoğlu şehvetlerle mücahede edip onları nefse musallat kılmazsa ve meleklerin ahlâkına uyarsa, bu takdirde onun kalbi meleklerin istikrar yeri ve iniş merkezi olur. Hiçbir kalp; şehvet, öfke, hırs, tamahkârlık ve kötü emelden, kısacası hevâ-i nefisten dallanıp budaklanan beşerî sıfatlardan boş olmadığı için şeytanın vesveseyle dolaşmadığı kalp yoktur. Bunun için Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

-Hiç kimse yoktur ki onun bir şeytanı olmasın.

-Ey Allah'ın Rasûlü! Senin de şeytanın var mı?

-Benim de var. Ancak Allah Teâlâ bana yardım ederek şeytanı mağlup etti ve böylece benim şeytanım teslim oldu.Bu bakımdan o bana hayırdan başkasını emretmez.42

   Hz. Peygamber'in şeytanının böyle olması, şu hikmetten ötürüdür: Şeytan ancak şehvet vasıtasıyla musallat olur. O halde şehvetine karşılık Allah'ın yardımına mazhar olan bir kulun şehveti, istediği yerde harekete geçer ve istediği hududlara kadar varır, bu kulun şehveti şerre dâvet etmez. Bu bakımdan şehvetin zırhına bürünmüş şeytan da ancak hayrı emreder.

   Ne zaman hevanın istekleriyle dünyanın zevki kalbe hâkim olursa, şüphesiz şeytan, bir imkân bulur ve vesveseye başlar. Ne zaman ki kalp, Allah'ın zikrine dönerse, şeytan oradan göçeder ve onun için imkân kapısı oldukça daralır ve böylece melek gelip ilham eder. Kısacası kalbin savaş meydanında meleklerin ordusu ile şeytanların ordusu arasında daimî bir kavga vardır, kalp ikisinden birine teslim oluncaya kadar devam eder. Böylece fetheden geçebilir. Kalplerin çoğu, şeytanların orduları tarafından fethedilerek mülk edinilmiştir. Geçici dünyayı ahirete tercih etmeye, ahireti atmaya dâvet eden vesveselerle dolmuşlardır. Şeytan ordu-arının istilâları şehvetlere ve hevâ-i nefse tâbi olmakla başlar ve bundan sonra kalbin melekler tarafından fethedilmesi şeytanın pisliklerinden, yani hevâ ve şehvetlerden boşaltmak sûretiyle mümkün olur. Meleklerin iz bıraktıkları mekân olan kalbi Allah'ın zikriyle tâmir etmek de ancak meleklerce fethedilmesiyle mümkün olur.

   Câbir b. Ubeyde el-Adevî şöyle anlatır: el-Ulaye b. Ziyad'a kalbimdeki vesveseden şikayet ettim. Bana dedi ki: 'Bunun misali, içinden hırsızların geçtiği bir evin misaline benzer. Eğer o evde birşeyler varsa hırsızlar sağa sola başvurur, evi arayıp tararlar. Eğer birşey yoksa evi bırakıp geçip giderler'.

   Yani hevâ-i nefisten boş olan bir kalbe şeytan girmez ve bunun için de Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Benim (gerçek) kullarım(a gelince) senin onlar üzerinde hiçbir hâkimiyetin yoktur. Rabbin ise, vekil olarak yeter!(İsrâ/65)

Bu bakımdan hevâ-i nefsine tâbi olan herkes Allah'ın değil, hevâ-i nefsinin kuludur ve bunun için de Allah Teâlâ kendisine şeytanı musallat kılarak şöyle buyurmuştur: '(Ey Rasûlüm)! Şimdi o kimseyi gördün ya! (Hidayeti bırakıp keyfine taparcasına) zevkini kendisine ilâh edinmiş' (Câsiye/23). Bu ayet işaret eder ki hevâ-i nefsini kendisine ilah edinen bir kimse Allah'ın kulu değildir, hevâ-i nefsinin kuludur ve bunun için de Amr b. As Hz. Peygamber'e şöyle sorar:

-Ya Rasûlullah! Şeytan benimle namazımın ve okuyuşumun arasına girdi!

- O bir şeytandır ki kendisine hanzeb denir. Seninle ibadetlerinin arasına girdiğini hissettiğin zaman onun şerrinden Allah'a sığın ve üç defa sol tarafına tükür.43

Amr der ki: 'Ben Hz. Peygamberin dediğini yaptım ve bu sayede Allah Teâlâ o şeytanı benden uzaklaştırdı'.

Muhakkak ki abdestin 'Velhan' adlı bir şeytanı vardır. Onun şerrinden Allah Teâlâ'ya sığının!44

Şeytanın vesvesesini ancak vesvese veren şeyden başkasını düşünmek siler. Çünkü herhangi birşeyin hatırlanması kalpte meydana gelirse, ondan önce kalpte bulunan şey yok olur. Fakat herşey Allah Teâlâ'nın gayrisidir ve herşey Allah ve Allah ile irtibatlı olanın gayrisidir. O, vesveseye vesile olup şeytanın at oynatma meydanı olabilir. Bu bakımdan veseveseyi silip artık bir daha şeytana cevelân etme imkânını vermeyen tek şey, Allah'ın zikridir ve bilinir ki Allah'ın zikrinde şeytanın mecali yoktur ve hiçbir şey zıddından başkasıyla tedavi olunamaz. Şeytanî vesvesenin tamamının zıddı ise, istiaze etmek vasıtasıyla Allah'ı anmaktır. Kuvvet ve kudretinden tamamen uzaklaşıp Allah'a iltica etmektir. Böyle yapman senin eûzü billâhi min'eş-şeytân'ir-racîm ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi'l-aliyyıl-azîm demenin mânâsıdır. Böyle bir durumu meydana getirmek ancak muttakîlerin işidir. O muttakîler ki Allah'ın zikri onlarda galiptir. Şeytan ise ancak gaflet anlarında onları ziyaret eder.

Allah'tan korkanlar, kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman Allah'ı ve azabı düşünürler. Bir de bakarsın ki onlar doğru yolu bulup şeytanın vesvesesini atmışlardır bile...(A'raf/201)

Meşhur müfessir Mücâhid, Nas suresinin 4. ayetini şöyle tefsir etmiştir: 'Şeytan kalbe yayılır. Ne zaman insan, Allah'ı anarsa, geri çekilip kalıbına döner. İnsanoğlu gâfil olduğu zaman yeniden kalbi istilâya başlar!' Bu bakımdan Allah'ın zikriyle şeytanın vesvesesi arasında zulmet ile nûrun, gece ile gündüzün arasında olduğu gibi, kovalamaca vardır. Biri diğerinin zıddı olduğu için Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Şeytan onları kuşatmış onlara Allah'ı anmayı unutturmuştur.(Mücâdele/19)
Enes, Hz. Peygamber'den şöyle rivayet eder:

Muhakkak ki şeytan hortumunu Ademoğlunun kalbine sarkıtır. Eğer Ademoğlu Allah'ı zikrederse, şeytan gerisin geriye çekilir. Eğer Allah'ı unutursa şeytan onun kalbini yutar.45

İbn Veddah'ın naklettiği bir hadîs ise şöyledir:

Kişi, kırk yaşına gelip de tevbe etmezse, şeytan onun yüzünü eliyle sıvazlar ve kendisine 'Babam felâha kavuşmamış bir kimsenin yüzüne kurban olsun!' der.
Nasıl ki şehvetler, Ademoğlunun et ve kanına karışmışsa, şeytanın tasallutu da öylece etine, kanına karışmış ve her taraftan kalbini kuşatmıştır.

Muhakkak ki şeytan, insanoğlunun damarlarında dolaşır. Bu bakımdan siz şeytanın dolaştığı yolları, aç kalmak (oruç tutmak) sûretiyle daraltınız.46

Neden şeytanın yolları acıkmak sûretiyle daralır? Çünkü acıkma, şehveti kırar. Şeytanın yolu ise şehvetlerdir. Şehvetler her taraftan kalbi kuşattığı için Allah Teâlâ İblis'ten hikâye ederek şöyle buyurur:

Öyleyse beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki insanoğullarını saptırmak için muhakkak senin doğru yoluna oturacağım, vesvese verip pusu kuracağım. Sonra onlara önlerinden ve arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım.

Şeytan, Ademoğlunu kandırmak için yollarda oturmuştur, Ademoğlu'nun İslâm yoluna şeytan oturdu ve Ademoğluna şöyle sordu: 'Sen müslüman mı oluyorsun? Sen dinini ve ecdadının dinini mi terkediyorsun?' Şeytanın bütün ısrarına rağmen Ademoğlu kendisine isyan ederek müslüman oldu. Sonra şeytan, Ademoğlunu kandırmak için hicret yoluna oturup ona şöyle dedi: 'Sen öz memleketinden hicret mi ediyorsun?' Yine Ademoğlu şeytana isyan edip hicret etti. Sonra şeytan onu aldatmak için cihad yoluna oturdu ve dedi ki: 'Sen cihada mı gidiyorsun? Oysa cihad, nefsin ve malın telef edilmesidir. Savaşıp öldürüleceksin. Karıların başkası tarafından nikâh edilecektir ve malın vârislere taksim edilecektir'. Ademoğlu, şeytanın bu iğvasına rağmen, ona isyan edip cihada devam etti. Kim böyle yapıp ölürse, onu cennete göndermek Allah Teâlâ'ya hak olur.47

İşte görüldüğü gibi, Hz. Peygamber vesvesenin mânâsına zikretti. Vesvese, mücahid bir kimsenin kalbine 'Sen öleceksin! Kadınların kocaya gidecekler' gibi sözler söyleyerek insanoğlunu cihaddan caydırır. Bunlar malûm ve herkesce bilinmektedir. Bu bakımdan vesveseler de müşâhede ile malûmdurlar. Kalbe gelen herşeyin bir sebebi vardır ve o sebep, bilinmesi için bir isme muhtaçtır. Bu bakımdan vesvesenin sebebinin ismi şeytandır ve insanoğulları şeytana isyan etmek veya ona tâbî olmak sûretiyle değişik durumda bulunurlar ve bunun için de Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Hiçbir kimse yoktur ki bir şeytanı olmasın!48

Böylece basiretin bu çeşidiyle vesvese, ilham, melek, şeytan ve hizlân'ın mânâları açığa kavuşmuş oldu. Bu hakikatten sonra, şeytanın zâtını düşünüp, acaba lâtif bir cisim midir veya cisim değil midir? Acaba cisim değilse, cisim olan insanın bedenine nasıl girer? Bu tür düşünceye muamele ilminde hiçbir ihtiyaç yoktur. Şeytanı bu yönden tedkik eden bir kimsenin misâli, tıpkı elbisesinin içerisine yılan girmiş bir kimsenin misâline benzer. Elbisesinin içerisine yılan girmiş bir kimse, herşeyden önce, yılanı çıkarıp atmaya ve zararını kendisinden uzaklaştırmaya muhtaçtır. Oysa adam yılanı çıkarıp atmıyor da onun şeklini, rengini, uzunluğunu tedkik etmekle meşgul oluyor. Bu ise, cehâletin ta kendisidir. Bu bakımdan insanoğlunu şerre iteleyici hatıratın bir sebepten doğduğu anlaşıldı ve şüphesiz düşman da anlaşıldı. Bu bakımdan düşman ile mücadele etmekle meşgul olması uygundur. Allah Teâlâ da şeytanın düşmanlığını Kur'an'ın birçok ayetinde tarif etmiştir ki ehl-i iman bu tarif sayesinde şeytanın şerrinden emin olup sakınsın!

Hakîkaten şeytan (öteden beri) size düşmandır. Siz de onu düşman edinin! Çünkü o, avanesini cehennemlik olmaya çağırır.(Fâtır/6)

'Şeytana itâat etmeyin. O size açık bir düşmandır' diye size öğüt vermedim mi ey Ademoğulları?(Yâsin/60)

Bu bakımdan kulun, düşmanı kendisinden uzaklaştırmakla meşgul olması gerekir. Düşmanın soyunu sopunu, yerini yurdunu sormakla meşgul olması gerekmez. Evet! Düşmanın silahını bilmesi gerekir ki onu nefsinden uzaklaştırsın. Şeytanın silahı ise, hevâ-i nefis ve şehvetlerdir ve bunu bilmek âlimlere kâfidir. Şeytanın zatını, sıfat ve hakikatlerini ve meleklerin hakikatini bilmeye gelince, bu ancak mükâşefe ilmine dalmış ârif kişilerin işidir. Muamele ilminde bunu bilmeye insanoğlu muhtaç olmaz. Evet, hatıratın şu kısımlara ayrıldığını herkes bilmelidir:

A)Kesinlikle şerre dâvet eden bir kısmı vardır ve bu kısmın vesvese olduğu da gizli değildir.

B)Kesinlikle hayra dâvet ettiği bilinen hâtırattır. Bunun ilham olduğunda şek ve şüphe yoktur.

C)Hangi kısım olduğunda tereddüt ve şüphe olandır. Bunun, meleği yaklaştıran hasletten mi geldiğini, yoksa şeytanı yaklaştıran hasletten mi geldiğini bilmek kolay değildir. Çünkü şerri, hayır şeklinde göstermek şeytanın hilelerindendir.

Acaba bu hayır mıdır yoksa şeytanın hilesiyle 'hayır' şeklinde gösterilen 'şer' midir diye ayırmak çok zordur. Âbidlerin çoğu bu üçüncü kısımla helâk olmuşlardır. Çünkü şeytan onları doğrudan doğruya açık şerre dâvet etmeye muktedir değildir. Bu bakımdan onları aldatmak için 'şerr'i hayır sûretinde göstererek tasvir eder. Nitekim âlim kişiye va'z ve nasihat yoluyla der ki: 'Sen halka bakmaz mısın? Onlar cehaletten ölüdürler, gafletten helâk olmuşlar, ateşe yaklaşmışlardır. Allah'ın kullarına hiç merhametin yok mudur? Nasihat ve va'zınla onları tehlikelerden neden kurtarmıyorsun? Oysa Allah sana gören bir kalp, ateşli bir dil, halk tarafından kabul edilen bir konuşma ihsan etmiştir. Bu bakımdan sen nasıl Allah'ın nimetini inkâr eder, dolayısıyla Allah'ın kahrına kendini maruz bırakırsın? Hakîkati haykırmaktan nasıl susarsın? Halkı dosdoğru yola davet etmekten nasıl geri kalırsın?!!' Evet böylece şeytan, âlimin kalbinde bunu yerleştirmeye çalışır. Onu ince hilelerle durmadan çeker, ta ki o halka va'z ve nasihat yapmakla meşgul oluncaya kadar. Meşgul olduktan sonra onu halka süslü görünmeye, lâfızları güzelce telâffuz etmeye, hayrı açıkça söylemek sûretiyle riyâkârlık yapmaya dâvet eder ve âlime der ki: 'Eğer sen böyle yapmazsan senin konuşmanın tesiri cemaatin kalbinden düşer ve cemaat doğru yolu bulamaz'.

Böylece âlimin kalbinde bunu daimî bir şekilde işler ve böylece âlimin kalbinde riyânın kokularını yerleştirir. Halk tarafından kabul edilsin zihniyetini, dünyada rütbe sahibi olmanın lezzetini, yardımcılarının ve kendisinden ilim alanların çokluğuyla aziz olma fikrini, halka hakaret gözüyle bakmayı yerleştirir. Dolayısıyla miskin âlim, va'z ve nasihatinden ötürü helâke doğru sürüklenir gider. Hayrı kasdettiğini zannederek konuşur. Oysa maksadı post kapmak ve halk tarafından kabul görmektir ve bundan dolayı da helâk olur! Allah nezdinde bir kıymeti olduğu zannına kapılır. Oysa kendisi Hz. Peygamber'in şu sözlerinin mefhumuna dâhil olanlardan olur.

Muhakkak ki Allah bu dini, ahlâksız bir kavimle de takviye ve te'kid eder.49

Muhakkak ki Allah bu dini fâcir ve fâsık kişiyle de takviye eder.50

Bu sırra binaen rivayet edilir ki İblis, Hz. İsa'ya misâl âleminde görünür ve der ki: 'Lâ ilâhe illâllah de!' Buna karşılık olarak Hz, İsa (a.s) şöyle der: 'Lâ ilâhe illâllah hak bir kelimedir. Fakat senin sözünle bu kelimeyi söylemem!'

Hz. İsa'nın (a.s) böyle söylemesinin hikmeti şudur: İblis'in hayra çağırmasında da birtakım karıştırmalar vardır. Şeytanın bu tür karıştırmaları sayılamayacak kadar çoktur ve bu tür karıştırmalarından ötürü birçok âlim, âbid, zâhid, fakir, zengin ve şerrin zâhirinden nefret eden, açık günahlara girmeyi nefislerine uygun görmeyen halk sınıfları helâk olmuşlardır.

Biz bu bölümün sonunda gelen Gurur Kitabı'nda şeytanın hilelerinden bir kısmını zikredeceğiz. Eğer zaman mühlet verirse, biz özel olarak bu hususta bir kitap telif edeceğiz ve telif edeceğimiz kitaba 'Telbîsu İblis' (İblis'in Kandırmaları) adını vereceğiz. Çünkü zamanımızda îblis'in aldatması memleketler ve kullar arasında oldukça yayılmıştır. Hele mezhep ve inançlar sahasında daha da fazla yaygındır. Hatta hayırlardan sadece resimler ve görünür tarafları kalmıştır. Bütün bunlar, İblisin kandırma ve hilelerine kurban olmaktan kaynaklanmıştır. Bu bakımdan kul'a, kalbine gelen her fikrin yanında durup süzmek gerekir ki bu fikrin melekten mi, yoksa şeytandan mı geldiğini bilsin ve basiret gözüyle derin derin düşünsün ve tabiattan gelen hevâ-i nefisle hareket etmesin! Kişi böyle bir hakikate ancak takva, basiret nûru ve ilmin çokluğu ile vâkıf olabilir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Allah'tan korkanlar kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman, Allah'ı ve azabını düşünürler. Bir de bakarsın ki onlar doğru yolu bulup şeytanın vesvesesini atmışlardır bile....(A'raf/201)

Yani ilmin nûruna dönmüşlerdir ve böylece onlara müşkil meseleler, hakikî yönüyle görünür ve keşfolunur.

Nefsini takva ile bezemeyen bir kimseye gelince, bu kimse tabi-atça hevâ-i nefsine tâbi olduğundan ötürü şeytanın hilesine meyleder ve böylece şeytanın kandırması bu kimsede çoğalır ve bilmediği halde acelece şeytanın helak edici vesveselerine kurban gider. Böyle kimseler hakkında Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Artık zannetmedikleri bir azap Allah tarafından onlar için meydana çıkmıştır.(Zümer/47)

Denildi ki: 'Onlar için meydana çıkan azap', hayır zannettiği ve hakîkaten günah olan amelleridir. Muamele ilminin çeşitlerinin en çözülmez olanı, nefsin hilelerine ve şeytanın desiselerine vâkıf olmaktır. Oysa bunlara vâkıf olmak, her kul için farz-ı ayınıdır. Ama halk bunu ihmâl etmiştir. Kendilerini vesveseye çeken ilimlerle meşgul olmuşlardır. Şeytan onlara musallat olmuş, düşmanlığını onlara unutturmuştur. Şeytanın düşmanlığından sakınma yolu onlara unutturulmuştur. İnsanı ancak vesveselerin kapılarını kapatmak kurtarır. Hatıratın kapıları ise, beş duyudur. Bu kapılar şehvetlerden ve dünya ilgilerinden ötürü kalbe açılır. Karanlık bir evde oturmak, duyuların kapısını kapatır. Aile efradından ve maldan uzak durmak, vesveselerin kalbe girişlerini azaltır. Fakat bununla beraber kalpte cereyan eden hayallerde bulunan bâtınî menfezler kalır. Bu menfezleri kapatmak da ancak kalbi Allah'ın zikriyle meşgul etmekle mümkün olur. Sonra şeytan durmadan böyle bir kalbi çeker, onunla çekişir ve onu Allah'ın zikrinden gâfil etmeye çalışır. Bu bakımdan şeytanla daima mücahede etmek gerekir. Bu mücahede ise, ancak ölümle sonuçlanır. Zira hiç kimse hayatta oldukça şeytandan kurtulamaz.

Evet! İnsanoğlu bazen şeytana itaat etmeyecek derecede kuvvet kazanır. Mücahede sayesinde şeytanın şerrini nefsinden uzaklaştırır. Fakat kan bedende dolaştıkça, bu kişi cihad etmek ve şeytana karşı müdafaada bulunmaktan kurtulamaz. Çünkü kişi, sağ oldukça şeytanın kapıları onun kalbinde açık bulunur ve kilit-lenmez. O kapılar da şehvet, öfke, hased, tamahkârlık, oburluk ve benzerleridir. Nitekim bunların beyanı ileride gelecektir. Kapı açık bulundukça, düşman da gâfil olmadıkça, düşmanın şerri ancak nöbet beklemek ve mücahede etmek sûretiyle defedilir.

Bir kişi, Hasan Basrî'ye şöyle sorar: 'Ey Ebu Said! Şeytan uyur mu?' Hasan Basrî (r.a) tebessüm ederek şöyle cevap verir: 'Eğer şeytan uyusaydı, biz istirahat ederdik. Hiçbir zaman ehl-i iman şeytandan kurtulamaz'.

Evet! Her müslümanın şeytanı defetmek ve kuvvetini zayıf düşürmek için bir yolu vardır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Muhakkak ki mü'min kimse, herhangi birinizin sefer hâlinde devesini zayıflattığı gibi şeytanını zayıflatır.51

İbn Mes'ud şöyle der: 'Mü'minin şeytani, zayıf ve bi'tabdır'.

Kays b. Haccac şöyle demiştir: "Benim şeytanım bana dedi ki: 'Ben senin bedenine girdiğim zaman kocaman bir deve gibiydim. Şimdi ise bir kuş gibi oldum!' Ben ona 'Neden böyle oldu?' diye sorunca, bana 'Sen beni Allah'ın zikriyle eritiyorsun!' diye cevap verdi".
Bu bakımdan takvâ ehli için şeytanın kapılarını kapatmak zor gelmez. Nöbet beklerse şerrinden sakınmak güç gelmez. Kapılardan zâhir kapıları ve açık günahlara götüren apaçık yolları kastediyorum. Takva sahibi zatlar, ancak şeytanın çözülemez veya çözülmesi zor olan yollarında kayarlar. Çünkü onlar bu dolambaçlı yolları bilmezler ki onlardan sakınsınlar. Nitekim biz buna âlimler ve vâizlerin aldanışı bahsinde işaret etmiştik.

Müşkil olan mesele şudur: Şeytanın kalbe açılan kapıları pek çoktur. Meleklerinki ise bir tek kapıdır. Kaldı ki bu tek kapı, şeytanın o çok olan kapılarıyla karışmaktadır. Bu bakımdan bu kapılarda kul, yolları çok olan ve hangi yolun nereye gideceği pek kestirilmeyen bir çölde, kapkaranlık bir gecede şaşıp kalan bir yolcuya benzer. Bu yolcu ancak gideceği yolu, basiret gözüyle seçebilecek duruma düşer veya pırıl pırıl parlayan güneşin doğuşuna muhtaç olur.

Burada ki göz ise, takvâ ile temizlenmiş kalptir. Pırıl pırıl parlayan güneş ise, Allah'ın Kitabı'ndan ve Hz. Peygamber'in sünnetinden öğrenilen ilimdir. İnsanı, seçilmesi güç olan yollara hidayet eden ilim... Eğer böyle bir durum mevcut değilse, yollar çok ve karışıktır. Çıkması pek zordur. Abdullah bin Mes'ud (r.a) şöyle rvayet eder:

Hz. Peygamber (s.a) birgün bize bir çizgi çizdi ve şöyle dedi: 'İşte bu çizgi Allah'ın yoludur'. Sonra o çizginin sağına ve soluna birçok çizgiler çizdi ve şöyle dedi: 'Bunlar çeşitli yollardır. Bu yolların herbirinin üzerinde bir şeytan durmakta ve insanları bu yola davet etmektedir'. Sonra şu ayeti okudu: 'Şu emrettiğim yol, benim dosdoğru yolumdur. Hep ona uyun! Başka yollara (ve dinlere) uyup gitmeyin ki, sizi onun yolundan saptırıp parçalamasınlar'. (En'âm/53)

İşte ayette geçen 'başka yollar' bu çizgilerdir. Böylece Hz. Peygamber (s.a) yolların çokluğunu anlatmış oldu.52

Biz, bâtıl yollardan ayırdedilmesi pek güç olan hak yol için bir misal zikrettik. O yol ki âlimler ve şehvetlerine sahip olan âbidler, zâhirî kötülüklerden nefislerini meneden kullar onunla aldanırlar. Bu bakımdan biz âdemoğlunun yürümeye mecbur olduğu yola bir misal verelim. Hz. Peygamberin şöyle dediği rivayet edilmektedir:

İsrâiloğulları'ndan bir rahip vardı. Onun zamanında şeytan bir kız çocuğunun gırtlağına sarılıp onu boğdu. Yani onu sara hastalığı gibi boğmacaya benzer bir hastalığa müptela etti. Sonra o kızın ailesinin kalbine 'bunun tedavisi ancak rahibin yanında mümkündür' diye ilka etti. Bu bakımdan aile efradı, kız çocuğunu rahibe getirdiler. Rahip ise, onu yanına alıp tedavi etmekten kaçındı. Onlar kızı rahibe kabul ettirinceye kadar yalvardılar. Kız tedavi için rahibin yanında bulunduğu sırada şeytan, rahibe geliverdi. Kıza yaklaşıp cinsî ilişki kurmasını rahibin kalbine vesvese yoluyla ilka etti ve rahip, kızla cinsî münasebette bulununcaya kadar şeytan bu vesvesesine devam etti ve kız, rahipten gebe kaldı. Bu sefer şeytan, rahibe şu vesveseyi verdi: "Ey rahip! Ne yapıyorsun? Şimdi rezil olacaksın! Kızın ailesi sana gelecektir. O halde kızı öldür. Çünkü senin için bundan başka çıkar yol yok! Eğer onlar senden kızın ne olduğunu sorarlarsa, kızın vefat ettiğini söyle". Bunun üzerine rahip, kızı öldürüp gömdü. Sonra şeytan, kızın aile efradına gitti. Onlara vesvese verdi. Kalplerine 'Rahip, kızı gebe bıraktıktan sonra öldürdü ve gömdü' diye ilka etti. Bunun üzerine kızın aile efradı rahibe geldi. Kızın durumunu sordu. Rahip kızın öldüğünü söyledi. Onlar rahibi tutup kızın yerine öldürmek istediler. Bunun üzerine şeytan, rahibe gelip dedi ki: 'Kızı sara illetine müptela eden ve sonra aile efradının kalbine 'rahibe götürün o tedavi eder' fikrini atan benim. Bu bakımdan bana itaat edersen, seni onlardan kurtarırım'. Rahip 'Nasıl ve ne ile sana itaat edeyim?' dedi. Şeytan 'Bana iki defa secde et!' dedi. Bunun üzerine rahip, şeytana iki secde yaptı! Şeytan, rahibe şöyle dedi: 'Ben sen-den beri ve uzağım'.

İşte bu rahip hakkında Allah Teâlâ, Haşr sûresinin onaltıncı ayetinde şöyle buyurmuştur:
(Yahudileri savaşa teşvik etme hususunda münafıkların hâli) şeytanın hâli gibidir. Hâni insana 'kâfir ol!' demişti de o insan kâfir olunca 'Ben senden beriyim. Çünkü ben âlemlerin rabbi Allah'tan korkarım' dedi.53

Şimdi şeytanın hilelerine, rahibi nasıl bu büyük günahları işlemeye mecbur ettiğine dikkatle bak! Bütün bunlar bir sebepten doğmuştur. O da rahibin şeytana itaat edip cariyeyi tedavi etmek için yanına kabul etmesidir. Bu 'kabul ediş' kolay görünür. Hatta bunu kabul eden, çoğu zaman bunu hayır ve hasene olarak görür ve şeytan gizli bir heva ile kendisine bunu güzel gösterir ve o da bunu hayır işleyen bir kimse gibi yapar. Ondan sonra iş kendisinin ihtiyarından çıkar ve bir kısmı diğer bir kısmını çekip davet eder. Öyle ki artık kurtuluş yolunu bir türlü bulamaz. Bu bakımdan işlerin başlangıçlarını zâyi etmekten Allah'a sığınırız! Buna Hz. Peygamber şu hadîs-i şerîfiyle işaret buyurmuştur:

Kim korunun etrafında dolaşırsa, oraya girmesi pek yaklaşır!54

40)Tirmizî, Nesâî
41)Daha önce geçmişti
42)Müslim, (İbn Mes'ud'dan)
43)Müslim
44)Tirmizî
45)İbn Ebî Dünya, Ebu Yâ'lâ, İbn Adîy
47)Nesâî.
48)Daha önce geçmişti
49)Nesâî
50)Buhârî, Müslim
51)Ahmed
52)Nesâî
53)İbn Ebî Dünya, İbn Merduveyh, {mürsel olarak)



ŞEYTÂNIN KALBE MÜDÂHALE YOLLARININ AÇIKLANMASI

           Bilmiş ol ki; kalb bir kal'a, şeytan da kal'aya girmek isteyen bir düşman gibidir. O kal'ayı fethedip ona sahip olmak ister. Kal'ayı düşmandan korumak, kapularını sağlamlaştırmak ve gedik­lerini kapatmakla mümkündür. Kapu ve gedik yerlerini bilmeyen kimse elbette kal'ayı muhafaza edemez. Kalbi şeytanın vesveselerinden korumak borçtur ve herkese farz-ı ayındır. Vacibe ulaşmak için lazım. olan her şey de vacibdir. Şeytanı defetmek de onun giriş yollarım bilmekle mümkündür. Şu halde şeytanın giriş yol­larını da bilmek vacibdir. Şeytanın kalbe giriş yol ve kapuları, kişinin vasıflarıdır. Onlar ne kadar çok ise, şeytanın kapuları da o kadar çoktur. Fakat biz burada vadiler gibi geniş olup şeytanın ordularının geçmesine elverişli olan bazı büyük kapulardan bahsedelim.

            Şehvet ile gazab (öfke), şeytanın giriş yollarının en büyüklerindendir

Gazab aklı yok eder. Aklın askeri zayıflayınca şeyta­nın ordusu hücuma geçer. Çocuğun elinde topaç, bir eğlence ol­duğu gibi, kızan insan da şeytanın elinde bir eğlencedir. Rivayete göre iblis, Musa aleyhisselam'a mülâki oldu ve:

            - Ya Musa, sen Allahu Teala'nın risaletle seçtiği ve konuş­tuğu bir peygambersin. Ben ise, Allah'ın yaratıklarından bir yaratığım. Bir günah işledim, kovuldum. Şimdi tevbe etmek isterim, tevbemin kabulü için Allah katında bana şefaatçi ol, der ve Musa aleyhisselam da kabul eder. Nihayet Tur-i Sina'da Allah ile mükalemesinden dönerken, Allahu Teala kendisine:

            - Emanetini yerine getir, buyurdu ve Musa aleyhisselam da mes'eleyi anlatır. Allahu Teala:

            - Adem'in kabrine secde etsin, dileğini yerine getireyim ve tevbesini kabul edeyim, buyurur. Musa aleyhisselam vaziyeti iblis'e anlatınca, îblîs:

            - Ben onun dirisine secde etmedim, ölüsüne secde eder miyim? diye böbürlenip kibirlendi ve kızdı. Sonra Musa aleyhisselama:

            - Sen ki benim için çalıştın, bana hakkın geçti. Üç yerde beni hatırla, benden sana zarar gelmez. Birincisi kızdığın zaman. Çünkü o zaman ruhum kalbinde, gözüm gözünde ve kanın damar­da cereyanı gibi vücüduna hulul ederim, işte kızdığın zaman beni düşün. Zira insan kızdığı zaman burnunu körüklerim, artık ne yaptığını bilmez olur. Bir de iki ordu karşılaştığı zaman yine beni hatırla. Çünkü o zaman da ben insanlara yaklaşır; karısını, çocuğunu, komşularını hatırlatır ve onu harbden soğuturum. Bir de mahremin olmayan yabancı bir kadın ile sakın yalnız olarak bir arada kalma. Zîra ben arada elçilik yapar ve mutlaka fitneyi uyan­dırırım. O zaman da beni hatırla.

            İblîs bu sözü ile şehvet ve gazab ile hırsa işaret etti. Çünkü harb meydanından, firar dünyaya olan hırsa, Adem'in kabrine sec­de etmemesi hasedine işarettir ki, bu, şeytanın en büyük yoludur.

            Denildi ki: velilerden birisi şeytana:

            - Adem oğluna nasıl galib olur ve onu sapıtırsın? diye sorar. Şeytan da:

            - Kızdığı, heva-i nefsinin galeyana geldiği zaman aldatırım, der.

            Hikaye olunduğuna göre, îblîs bir rahibe gözüktü.

 Rahib îblîs'e:

            - İnsanın hangi huyu sana yardımcı olur? diye sordu, îblîs de:

            - İnsan kızdığı zaman, çocuğun elinde oyuncak olan küre gi­bi bizde de o oyuncak olur, dedi. Denildi ki; şeytan der:

           "Adem oğlu bana nasıl galebe çalsın? Zîra keyfi yerinde oldu mu gider kalbine girerim. Kızdığı zaman başı üstüne konarım."

            İblîs'in büyük kapularından diğerleri de, hased ve hırsıdır. Kul bir şeye haris oldu mu artık hakkı görmekten kör ve hakikati duymaktan sağır olur. Nitekim Resûl-i Ekrem:

            Şeytanın kalbe giriş yollarını bildiren basiret nurudur. Hırs ve hased, basireti körleştirdiği zaman, kul göremez hale gelir ve işte o zaman şeytan içeri girmeğe yol bulur. Aslında ne kadar çirkin olsa da. arzusuna ulaştıracak her şeyi harîse güzel gösterir.

            Rivayete göre; Nuh aleyhisselam her cinsden birer çift alarak gemiye bindi. Bir gün gemide bir ihtiyar gördü, tanımadı. Bunun üzerine ihtiyara:

            - Sen kimsin, seni gemiye kim aldı? diye sordu. İhtiyar:

            - Ben şeytanım, senin adamlarının gönüllerini çalmak için gemiye bindim. Kalbleri benimle, bedenleri de seninle olur. Bu­nun üzerine Nuh (as):

            - Çık gemiden ey mel'ün, deyince şeytan:

            - Ben beş şey bilirim, sana üçünü öğreteyim ve gemide ka­layım. insanları onlarla aldatırım. Allahu Teala Nuh (as)'a vahyetti ki, sen o üç şeyi bırak da yalnız diğer iki şeyi sana öğretsin. buyur­du ve Nuh (as)'da öyle dedi. Bunun üzerine şeytan:

            - O iki şey de, beni yalanlamaz ve benden ayrılıp bana hulfetmezler. Ben insanları bu iki şey ile helak ederim, dedi. Bunlar da hırs ve haseddir. Zaten hased sebebiyle kendim lanetlenmiş bir şeytan oldum. Hırsa gelince: Allahu Teala Hz. Adem'e Cennet'te her şeyi mubah etti, yalnız bir ağacı yasakladı. İşte Adem'in o ağaca haris olması sebebiyle ben de onu aldattım, dedi.

            Şeytanın kalbe gireceği büyük kapulardan biri de -sırf helal olsa bile- doyasıya yemektir. Zira insan doyuncaya kadar yeyince şehveti takviye eder. Şehvet ise şeytanın silahıdır.

            Denildi ki, fazla yemekte altı kötü zarar vardır:

            1. Allah korkusu kalbinden gider.

            2. Yaratıklara karşı merhamet duygusu kalbinden çıkar.

            3. Ağırlık verir, taat ve ibadetine mani olur.

            4. Hikmetli sözleri duysa da kalbi yumuşamaz.

            5. Kendisi hikmetli sözleri konuşsa da başkalarına te'sîr et­mez.

            6. Mühim bazı hastalıklara sebebiyet verir.

            Şeytanın kalbe açılan kapularından birisi de; ev, mobilya ve elbise ile süslenme sevgisidir. Şeytan insanın gönlünde bu has­talığı görünce, artık o gönülde kuluçkaya yatar ve oradan ayrılmaz. İnsanı ev imaretine, evin kapu bacasının süsüne, geniş binalar yaptırmağa, binitler ve elbiselerle süslenmeğe teşvik eder ve öm­rü boyunca onu onlara bağlar. Bir defa onu oraya bağladı mı, artık bir daha yanma uğramağa da lüzum kalmaz. Çünkü birini yaptı mı diğerini yapmağa gider. Ömrü boyunca böyle devam eder ve böy­lece şeytan yolunda .olur. Bu gibi adamın son nefesinden korkulur.

            Şeytanın kalbe giden büyük kapularından biri de tama'dır. Tama kalbe galebe çalınca, Şeytan buna tama ettiği şeyleri çeşitli riya ve hilelerle sevdirir. Öyle ki adeta tama ettiği şey onun ma­budu olur. Artık çeşitli hile yolları ile onu tama ettiği şeye sevdir­meğe çalışır ve maksadına vusul için her çareye baş vurdurur. En azından onu medhettirir, emr-i maruf ve nehy-i münker'den men'ettirir.

            Safvan b. Selîm'in (Ebû Abdullah Medenîdir, fakîhdir. Benî Zuhre'nin azadlılarındandır. Sika'dan olup, çok hadîs bilen abid bir zattır. Ahmed, bu adamın bereketiyle yağmur yağar; Malik, gece namazından ayakları şişerdi, demişlerdir. Yatmamağa yemin ettiği söylenir. 40 yıl böyle yaşamıştır ve nihayet  hicri 133'de oturduğu halde ölmüştür.) rivayetine göre îblîs, Abdullah b. Hanzele'ye gözüktü (Ebû Amîr'in oğludur. Rivayeti vardır. Kendisini melekler yıkamıştır. Uhud'da şehîd olmuştur. Bu babasıdır. Abdullah Yevm-i Harre'de öldü. Ebû Davud kendisinden rivayette bulunmuştur.) ve îbn-i Hanzele'ye:

            - Dinle, sana bir şey öğreteyim, dedi. Abdullah:

            - Senin öğretmene ihtiyacım yoktur, diye cevab verdi. Şey­tan:

            - Dinle de istersen alırsın, istersen almazsın, dedi ve de­vamla:

          - Ey Hanzele'nin oğlu, Allah'tan başkasından isteme. Her istediğini Allah'tan iste. Kızdığın zaman ne hal alırsın bak. Sen kızdın mı ben sana hakim olurum, dedi.

              Şeytanın kalbe giden büyük kapularından biri de aceledir. Resûl-i Ekrem (sav):

            "Acele, şeytandan, teenni ise Allah'tandır.(Tirmizî Sehi b. Sa'd'dan rivayet etli ve hasendir, dedi.) buyurdu. Allahu Teala da şöyle buyurmuştur:
            "İnsan aceleden yaratıldı." (Sûre-i Enbiya, Ayet 37.) Diğer ayette:

           "Ve insan pek aceleci olmuştur."(Sûre-i isra, Ayet 11.) Resûl-i Ekrem'e:

            “Sana vahyi tamam edilmeden evvel Kur'an (ı okumada) acele etme."(Sûre-i Taha, Ayet 114) buyurmuştur. Çünkü amel, anlayıp bildikten sonra yapıl­malıdır. Anlayıp bilmek de düşünmeğe muhtaçtır. Acele ise bunlara manidir. Acele zamanında şeytan da vesvese verir

              .(Allahu Teala: "Siz acelecisiniz" diye buyuruyor. (Buna karşı Bilal Babam buyurdu ki:

                - Biz nasıl acele etmeyelim? Ömür geçip gidiyor. Göreceğimiz günleri, göremeye-ceğimizden korkuyoruz. Allahu Teala'ya ömür yok. Göremem korkusu yok, buyurdu. insanın bazı şeylerde acele etmesini Peygamberimiz (sav) buyuruyor:

                "Ölmeden evvel namaz kılmaya acele edin."

                “Sofrayı bekletmeyin. Namaz vakti de olsa evvela yemeğe (sofraya) oturun yeyin, son­ra namazı kılın."

                "Evlenecek oğlun varsa evlendirmeye; kızın varsa gelin etmeye acele edin."

                "Bir adam ölünce mevtasını (cenazesini) kaldırmaya acele edin."

                "Müsafir gelirse (vakitli, vakitsiz) önüne yemek koymaya acele edin."

                Bilal Babam buyurdu:

                "Müsafir açsa “açım” diyemez.. Ama önüne kuru ekmekte getirsen, onu bal gibi yer. Toksa bir kaşık alır, geri çekilir. Hem müsafirin hakkını vermiş olur, sen kazanırsın, hem de o memnun olur, o kazanır.

                Atasözü: "Müsafir umduğunu yemez, bulduğunu yer."

            Rivayete göre İsa (as) doğduğu zaman, şeytanlar îblîs'in etrafına toplandı ve:

            -   Bu gece putlar yere düştü neden? diye sordular, îblîs;

            - O halde yeni bir hadise vardır. Şöyle biraz durun, dedi ve etrafı şöyle bir dolaştı bir şey bulamadı. Sonra İsa (as)'ın doğduğunu ve meleklerin onun etrafında dolaştıklarını gördü, hemen şeytanların yanına döndü ve:

            -  Bir peygamber doğdu, dedi. Ve devamla:

           - Her hamile ve lohusadan haberim var, yalnız bundan habe­rim olmadı. Artık bundan sonra putlara tapmaktan ümidinizi ke­sin. Fakat Adem oğullarına bundan sonra acele tarafından giriniz, dedi.

            Şeytanın kalbe giden yollarından biri de altın, gümüş ve diğer ticaret maddeleri, apartmanlar ve hayvanlardır. İhtiyaçtan fazla olan bu gibi maddeler şeytanın merkezidir. Yalnız yetecek kadar şeyi olanın kalbinde başka bir şey yoktur. Şayet bu adam yolda yüz altın bulsa, kalbinde on tane arzu ve istek uyanır ki, bun­ların her biri yüzer liraya olur. Bulduğu, arzularının ancak onda birine yeter. Halbuki bir şey bulmadan rahat dururdu. Bulduğu yüz lira ile zengin olduğunu sanarak bir daire almak için dokuz yüz liraya ihtiyaç gösterdi. Cariye, ev eşyası, güzel elbise gibi bir çok ih­tiyaçları doğdu. Artık bunlar birbirini doğurur ve ardı arkası gel­meden ömrü de gider ve Cehennem'i de hak eder; varacağı yer Cehennem olur.

            Sabit-i Bennânî anlatıyor: Resûl-i Ekrem peygamber olarak gönderildiği zaman îblîs şeytanlara:

            - Bir şey oldu, bakın nedir? dedi. Şeytanları dünyayı alt üst etti ve bir şey bulamadılar. Nihayet îblîs:

            - Siz durun, ben bakayım, dedi. Gitti geldi ve:

            - Muhammed (sav) peygamber olarak gönderildi, dedi. îblîs durmadan şeytanları Resûl-i Ekrem'in Ashab'ına gönderir, onları azıtmak ister, fakat gidenler boş olarak geri gelir ve:

            - Biz böyle insanlar görmedik, biz bunlara hiç vesvese vere­meyeceğiz. Bunlara verdiğimiz azıcık bir vesvese de kıldıkları namaz ile mahvolup gidiyor, derler, îblîs:

            - Sabredin, onlara biraz müsaade ediniz. Yakında onlara dünyalık açılır, onlar dünyaya meylederler ve o zaman biz, onlara müessir oluruz, dedi.

           Yine rivayete göre; İsa (as) bir gün bir taşa yaslandı, îblîs geldi ve:

            - Ey İsa, sen de dünyaya heves ettin, dedi. Bunun üzerine İsa (as) taşı kaldırıp şeytanın kafasına vurdu ve:

            - Al dünyalık ile beraber senin olsun, dedi. Gerçek şu ki, uykuya yatarken yastık vazifesi görecek bir taşa sahib olan kimse dünyalıktan bir nasîb almış sayılır. Mesela, gece namaza kalkan bir kimsenin, yakınında yaslanabileceği bir taş bulunursa, o taş onu uykuya ve oraya yaslanmağa davet eder, durur. Şayet böyle bir taş olmazsa ne yaslanmak ve ne de uyku hatırına gelecek, hemen ibadeti ile meşgul olacaktır. Bu anlattığımız bir sert taş hakkın­dadır. Ya mükemmel karyola ve ipek döşeklere malik olanın hali nice olur? Bu adam gece bu karyoladan kalkıp hangi neşat ile Allah u Teala'ya ibadet edebilir.                                     

            Şeytanın giriş kapularının büyüklüklerinden biri de, cimrilik ve yoksulluk korkusudur. Bu korku infaktan insanı alıkor ve yığmağa davet eder ki, netîcesi elîm azabdır. Kur'an-ı Kerim'in anlattığı gibi elem verici azab, helal haram demeden servet edinip, zekatını vermeyenlere va'd edilmiştir.

            Hayseme b Abdurrahman (Cafî kabîlesindendir. Dedesi ve babası Ashab'tandır. Sika olduğunu, ayrıca salih ve cömerd bir zat olduğunu söyleyenler vardır. 80 tarihinden sonra ölmüştür.) diyor ki: Adem oğlu şimdiye kadar bana galib gelemedi, bundan sonra da, üç şeyde bana galib gele­mez. Bunlar da haksız iktisab, lüzumsuz infak ve hak sahibine ver­memektir, dedi.

            Süfyan-ı Sevrî de: "Adem oğlunun öldürmek için şeytanın en kuvvetli silahı yoksulluk korkusudur. Şeytanın adem oğluna bun­dan daha kuvvetli silahı yoktur. Şeytanın bu vesvesesi, insan oğlu­nun kalbine işledi mi, batıl şeylere dalar, haktan uzaklaşır, boş şeyler konuşur ve hatta Rabbisine karşı sü-i zanna kadar gider. Halbuki sokaklar, şeytanların merkez kurduklan yerlerdir.

            Şeytanın kalbe hulul eden büyük kapularından biri de mezheb taassubu ve şehvet arzuları ile hasımlara kin tutmak, onları küçümsemek ve onlara hakaretle bakmaktır. Bu hal, fasıkları olduğu gibi, abidleri de helake götürür. Zira insanlara hakaret edip onlara kusur aramakla uğraşmak, insanda kötü bir haslettir. Bu tabîatte olan kimsenin hayaline şeytan, bunun güzel bir şey olduğunu yerleştirir. Bu da adamın kalbine yerleşir ve adam da bütün gayretini bu yola sarfeder. Adam, bu hareketi ile dîn namına gayret sarfettiğini sanarak kendisini sevinç ve neş'e içinde bulur. Halbuki doğrudan şeytan yolundadır. Mesela, biri kalkar Hz. Ebû Bekir (ra) için taassub gösterir, onu bütün ashab üzerine tercih eder ve hepsinden fazla sever. Öte yandan haram yemekten çe­kinmez, boş ve yalan sözlerden kaçınmaz, çeşitli fesad yollarına girer; yalnız Ebû Bekir'i üstün tutmada ısrar eder ve bununla dindarlık yaptığını zanneder. Halbuki bu hali ile Ebû Bekir kendi­sini görse, ilk düşmanı o olurdu. Çünkü Ebû Bekir (ra)'in dostu, onun yoluna düşüp, onun istikametini takib eden, ağız ve dilini koruyan kimsedir. Ebû Bekir (ra)'in ahlakı şöyle anlaşılır: O, lü­zumsuz söz sarfetmemek için ağzında taş saklardı. Böyle alabildiğine fuzulî işlerle uğraşan kimse, Ebû Bekir'e nasıl dost olabilir?

            Öte taraftan Hz. Ali (k.v).'yi tercih eden başka bir müteassıb görü­rüz. Onu diğerleri üzerine tercih eder ve bunu bir ibadet sayar. Halbuki onun yolundan gitmez. Hz. Ali (k.v.) halîfe olduğu halde üç dirheme bir gömlek aldı ve uzun gelen kollarını makasla kesmiş ve öyle mütevaziane bir şekilde giymiştir. O, böyle bir zahid iken, onun aşıkı olduğunu iddia eden kimse, ipek elbiseleri giymekten kaçınmaz ve haramdan kazandığı servet ile süslenmekten çekin­mez. Buna rağmen Hz. Ali'yi sevdiğini iddia eder. Bilmez ki kıya­met gününde ilk hasmı Hz. Ali'dir.           

            Büyük bir insanın ciğerparesi, gönül meyvesi ve iki gözünün nuru olan bir oğlunu, bir başkası dövse, parçalasa. tüylerini yolsa, makasla dilim dilim kesse ve sonra da bu çocuğun babasını çok sevdiğini iddia etse, acaba o babanın yanında bu adamın bir değeri olur mu idi? Bilinen bir gerçektir ki, dîn ve şeriat Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali ve diğer sahabenin (Allah onlardan razı olsun) evladlarından, aile ve nefislerinden de daha fazla sevdikleri şey­lerdir. Şerîate isyan edenler, onu şehvet makası ile kesip parça­layanlardır. Bununla beraber Allah'ın dostlanna düşmanlık ve düş­manı olan İblis'e dostluk etmiş olurlar. Kıyamet gününde Sahabe-i Kiram ve Allah velileri huzurunda bunların alacağı manzara mey­dandadır. Şayet şu anda perde ortadan kalksa da Sahabe-i Kiram'ın, Resûl-i Ekrem'in diğer ümmetlerinden neler bekledikle­rini görseler, onların bu kötü davranışları karşısında sahabeyi ağızlanna almaktan utanırlar da ne yazık ki, şeytan bunları aldatır ve bir kısmına Hz. Ebû Bekir ve Ömer'i sevenlerin etrafına ateş yaklaşamaz diye vesvese verirken, diğerlerini de Hz. Ali'yi severek ölen kimse için korku yoktur diyerek aldatır. Halbuki Resûl-i Ek­rem (sav) kendisinden bir parça olan Hz. Fatıma radıyallahu anha’ya:

           “Amel et; zîra ben Allah katında senden bir şey kaldıramam.”

buyurmuştur.(Buhari ile Müslim. Ebû Hureyre'dcn rivayet etmişlerdir.)

            Heva-i nefisden birkaç misaller vermiş olduk.

            Mezheb imamları olan Şafiî, Malikî, Hanefî, Hanbelî ve diğerleri hakkında taassub gösterenlerin vaziyeti de böyledir. Bir imamın mezhebinden olduğunu iddia edip onun ahlakı ile ahlaklanmayanın kıyamet gününde hasmı o imamdır. Zîra o zat bu ada­ma: "Benim mezhebim yalnız dil ile konuşmaktan ibaret değil, belki ameldi. Konuşmak, hezeyan yapmak için değil, amel yapmak için idi. Benim mesleğim ve mezhebim olan amel babında. bana neden muhalefet ettin? Sonra da yalancı olarak "ben falanın mezhebindenim" diye ortaya çıktın?" diyerek yakasına yapışır,

    (Bilal Babam buyurdu:

                - Dört mezhep tamamı, dördü de yarın mahşerde mizan terazisinin başında durur. Bir adamı getirirler. Kendi mezhebinde olmayan birşeyi bilmeden, ömründe bir veya bir­kaç sefer yapmış. Dört mezhepten birinde onu yapmak caizse, o mezhebin sahibi; "Benim mezhebimde bu var, caizdir. Belki benim mezhebim ile amel etmiştir." der, şefaat eder, kurtarır. Ama bunu bile bile adet hükmüne getirmiş yapıyorsa, o ondan mesuldür. Cezasını çeker.)

              İşte bu da şeytanın giriş kapulanmn büyüklerindendir. Alimlerin çoğu bu noktada helak olmuştur. Medreseler, Allah'dan az korkan, dînde basîretleri zayıf, dünyaya rağbetleri kuvvetli ve metbu olma ihtirasları şiddetli olan kimselere teslim edildi. Bunlar da mevkî ve emellerine ancak mezheb taassubu ile ulaşabildiler. Şeytanın hîlelerinden kimse onları ikaz etmedi, belki bunlar şeytanın hîlelerini infaz edip yerine getirmekte şeytana vekalet ettiler, insanları bu yolda tuttular ve böylece dînlerinin esaslarını unuttular. Kendileri helak olduğu gibi, başkalarım da helake sürüklediler. Allah onları ve bizi affetsin. (Amin)

            Hasan-ı Basrî anlatıyor: İblîs; "Ben Muhammed'in (sav) ümmetine isyanı söyledim, onlar onu süslü gördü ve yaptılar. Fakat akabinde tevbe etmekle benim belimi kırdılar. Buna karşılık ben de onlara öyle günahlar süsledim ki, onlar onu ibadet sandılar ve tevbe etmek hatırlanna bile gelmedi. O da heva-i nefislerine uy­maktır", dedi ve bunu doğru söyledi. Çünkü onlar bu hareketlerinin isyan olduğunu bilmezler ki, ondan tevbe etsinler.

            Şeytanın büyük aldatma yollarından biri de kulu, insanlar arasındaki mezheb ihtilafları ve bu husustaki dedikodularla meş­gul edip kendisini unutturmaktır.

            Abdullah b. Mes'üd (ra) şöyle anlatıyor: "Bir cemaat, Allah'ı zikretmek üzere bir yere toplandılar. Şeytan bunları dağıtmak ve aralarını bozmak için ne kadar çalıştı ise, muvaffak olamadı. Bu defa bunlara yakın başka bir cemaate gitti. Bunlar da dünya işlerini. konuşuyorlardı. Şeytan kolaylıkla bunların arasına fesad tohu­mu ekti ve bunları birbirine düşürdü. Bunlar da yekdiğerini öl­dürmeğe kalktılar. Şeytanın maksadı bunlar değil, ötede zikir ile meşgul olanları dağıtmaktı ve buna da muvaffak oldu. Şöyle ki: Bu döğüş ve kavgayı gören zikir erbabı, bunları ayırmak için hemen oraya koştular ve ayırdıktan sonra da dağılıp gittiler, işte şeytanın istediği de bu idi, yani onları dağıtmak idi."

            Şeytanın kalbe giriş kapularından biri de, cehaletleri sebe­biyle akılları ermeyen bazı kimseleri, Allahu Teala'nın zat ve sıfatı üzerinde ve akıllarının alamadığı bu gibi mes'elelerde düşünceye sevkeder, şüpheye düşürür ve onları dînin esasında şaşırtır. Alla­hu Teala hakkında bazı hayalî şeyler hatırlarına getirir ki, bu gibi hayaller ile ya bid'at sahibi olur veya küfre giderler. Adam da bil­meyerek sevinir, güya bir şey buldum zanneder. Akıl ve zekası ile bir şey anladığım sanır. İnsanların en ahmağı, zekasına en çok güvenendir. İnsanların en akıllısı da kendini en fazla töhmetleyen ve durmadan alimlerden soran kimsedir.

          (Allahu Teala'nın zatını, sıfatını düşünür, aklı yetmeden ona bir şeyler söylemeye, sorrnaya, karar vermeye kalkışır. Bunları ise Peygamberimiz (sav) kesinlikle men et­miştir. Allahu Teala'nın emirlerine muhaliftir. Peygamberimiz (sav) bir Hadîs-i Şerîfinde: "Evvelki Peygamberlerin ümmetleri gibi sora sora kafir olmayın" dediği bu gibi­lerdir. Kader, takdir meselesini, ilm-i Ezeliye'yi ve "Kur'an’ı, yirminci asra göre aklın, mantığın kabul edeceği şekilde tefsir edeceğiz" diyenler var. Bunlar da farkında olmadan "birşeyler bilip, millete anlatıp yarayışlı oluyoruz." zannediyorlar. Çok büyük, sert bir cismi almayacak bir çuvala koyup, ağzını bağlayacağım diye çekiştiren insan gibi olu­yor. Kur'an-ı Kerim; O'nun büyüklüğü, içindekilerin büyüklüğü, sırrı çok büyüktür. Her insanın manevî ölçüş kabı her ne kadar büyük olsa, onu ölçmeye kâfi gelmez, "illa akla sığdıracağım" diyen, çuvalın ağzını bağlayamadığı gibi olur. (Bunu kitabımızda tafsilatlı yazdık, bakınız.))

             Hz. Aişe (ra) diyor ki: Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur

           "Şeytan birinize gider hulul eder ve vesvese yolu ile:

            - Seni kim yarattı, diye sorar. Adam:

            - Allah yarattı, deyince, şeytan:

- Ya Allah'ı kim yarattı? der. Sizden biriniz içinizden böyle bir sual ile karşılaştığı, zaman, Allah ve Resûlüne îman ettim, de­sin. Zira bu o vesveseyi giderir.(Buharî ile Müslim, Ebû Hureyre'den rivayet etmişlerdir.)

Resûl-i Ekrem bu vesvesenin ilacından bahsetmeği emretmedi. Zîra bu vesveseyi alimler değil, insanların avamı bulur. Avamın hakkı ise, kalbleri ile tasdîk ve vücûdları ile inkıyad olup, ibadetle ve aralannda geçimle meşgul olarak, ilmi ulemaya terketmektir. Avamdan olan bir kimsenin ilim hakkında konuşması. onun zina ve hırsızlık etmesinden daha kötüdür. Zîra ilmi olmadan, Allahu Teala ve dîni hakkında konu­şanlar, bilmediği yerden küfre gidebilirler. Bu tıpkı yüzmeyi bil­meyen kimsenin denize girmesine benzer, itikad ile alakalı olan şeytanın hîle ve yolları sayılamayacak kadar çoktur.

            Şeytanın kalbe hulul eden kapularından biri de sü-i zan [kötü zan] dır. Allahu  teala :

           "Ey iman edenler, zanların çoğundan sakının, zira zanların bazısı günahtır.(Sûre-i Hucurat, Ayet 12.) buyurmuştur.

            Kim, bir zan ile başkasının kötülüğüne hükmederse, şeytan bu kimseyi o adamın aleyhinde dil uzat­mağa ve gıybet etmeğe sevk eder de bu sebeple helake gider yahut o adamın hakkına riayet edemez, ikramda kusur eder. ona hakaretle bakar ve kendini ondan hayırlı görür. Bunların hepsi tehlikelidir.

            Ali b. Hüseyin'den (ra) rivayet edildiğine göre; Safiyye bint-i Hayy b. Ahtab. Resûl-i Ekrem'in mescidde itikafda olduğunu öğrendi ve Resûl-i Ekrem'i ziyarete gittiğini söyledi: Bir müddet Resûl-i Ekrem ile konuştuktan sonra ayrılmak üzere kalktım ve Resûl-i Ekrem de kapuya kadar beni yolcu etti. Tam o sırada Ensar'dan iki genç oradan geçiyordu. Hemen Resûl-i Ekrem onlara seslendi ve "Bu, Safiyye bint-i Hayy'dır" buyurdu. Onlar da:

            - Ya Resûlullah, biz senin hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz, dediler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:

           - Kanın bedende cereyanı gibi şeytan da insana hulul eder. Size vesvese vereceğinden korktum da onun için vaziyeti izah et­tim. buyurdu. (Buharî ve Müslim rivayet etmişlerdir.)

          Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem) kendisine sui zanda(kötü zanda) bulunmalarından korkuyor. İftira ederler diye açıklama yapıyor. Çünkü Münafıklar Hazreti Aişe (Radıyallahu anha) validemize iftira ettiler. O zaman da Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem) iftira edilince inanıyorlar. Şimdi olsa inanmazlar. Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem) efendimizin ashabından birisine iftira edilmeye kalkan olsa onu tekdir eder, döver kovarlardı . Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem) işte bu kötü zandan korktuğu için açıklama yapıyor.

           İnsâfla bak ki, Resûl-i Ekrem onları dîn ve diyanetlerinde nasıl korudu. Çünkü Resûl-i Ekrem onlara, sü-i zannın insanı küf­re kadar götürdüğünü, ümmetinin töhmet yerlerinden uzaklaşmalarını öğretti. Hatta en müttakî bir alimin bile bu hususta tesahül göstermeyecek halde olduğunu ve bu gibi alimin bile "be­nim hakkımda hüsn-i zandan başka ne yapılabilir?" demesinin doğru olmadığını bildirdi. Zira en müttakî ve şüpheli şeylerden çekinen alim birzata dahî herkes aynı nazarla bakmaz. Bazıları her yönden rıza gözü ile bakarsa, bazıları da kem gözle bakarlar.

             (Peygamberimiz (sav) camide itikafta yalnız iken, yanına bir kadın geliyor ve konuşu­yorlar. Camide bir tek Peygamberimiz (sav) olduğu için ordan geçenler şüphelenir ve ifti­ra ederler korkusu ile Peygamberimiz (sav), onlan çağırıp:

                - Bu Safiyye bint-i Hayy'dır, buyuruyor. Demek ki; Peygamberimiz (sav)'in yanına bir kadın da gelir, konuşurmuş. Hem de itikafta iken. Peygamberimiz (sav) de "kadının benimle konuştuğunu gördüler. Benim hakkımda, Aişe'ye yapılan iftira gibi iftira yapar­lar." korkusu ile görenleri çağırıp, onlara; "Bu Safiyye bint-i Hayy'dır" diyor. Peygambe­rimiz (sav)'in, kadınlarla çok az konuşması; millet görür, duyar, dedikodu eder, bize ifti­ra ederler korkusuyladır. O zamanda Peygamberimiz (sav)'i tam bilemiyorlar. Her Pey­gamber ve Evliya kendi sağlığında yanındaki adamlarca tam anlamıyla bilinemezler. Hz. Ömer (ra) biliyorum zannediyordu. Ama Veysel Karanî Hz. ile konuşunca bllmediğini anladı. Şimdi Peygamberimiz (sav) olsa ve bir kadın ile konuştuğu görülse; o gören adam da üstüne yüzbin çeşit yalan koyup: "Bunları gayr-ı meşru, şerîate muhalif gör­düm."'diye yemin etse bu dünyanın en alimi dahi olsa, bütün müslümanlar kesinlikle Peygamberimiz (sav)'de böyle birşey olmayacağını bilirler. O iftira eden kişiyi tekdir eder, yüzüne tükürür, kovar ve hatta döverler. Daha da ileri giderse öldürürler. An­laşılıyor ki, Peygamberimiz (sav)'in zamanındaki insanların görüşü, şimdiki gibi değil.

                Kebin Dağı meselesinde. Uz. Ali (ra) ye "zina etti" diye iftira ettiler, (kitabımızda yazdık.) Ona herkes tereddütlendi. Şimdi Uz. Ali (ra)'ye öyle bir iftira yapılsa; herkes ya­pan adamı huzurdan kovar, döver, tekdir eder, imkansız kimse inanmaz.

                Hadibiye Mevkiindeki, ağacın altında Peygamberimiz (sav)'ln elinden tuttukları yerdeki o ağacın hakkında Ayet geldi, Hz Ömer (ra) zamanında o ağaca tapanlar oldu. Tapıyorlar diye; Hz. Ömer (ra), ağacı kökü ile söktü, kaybetti. Şimdi her müslüman ve dağdaki çoban da bilir ki, Allah'tan başkasına tapılmaz. Tapanı tekdir eder, kovarlar. O zamanda halk ağaca, taşa tapmaya alışkındı. Her kim olursa olsun, su-i zan edecek bir şey görürlerse, hemen su-i zan etmeye görüşleri ona göre idi. Şimdi o görüş yok. Peygam­berimiz (sav) vefat edince, birçok "ahir zaman Peygamberiyim" diyen yalancı Peygam­berler çıktı. Ashab'ın ekserisi, onlardan tarafa döndü. Tüleyha, Müseyteme gibi yalancı peygamberlere asker oldular.' Onlara müşrik, dönme, hariciler denir. Şimdi: "Pey­gamberimiz (sav)'den başka yeryüzünde bir peygamber çıktı. Hayatta, şöyle, böyle mucize gösteriyor" denilse, o kişi mucize gibi istidracları da gösterse, hiç bir kimse Peygamberi­miz (sav)'den sonra peygamber gelmeyeceğine inancı kuvvetli olduğundan ne görse "bu gördüğüm sihir, bu adam yanlış, ters" der. Peygamberimiz ('sav) bu gibilerin içinde yetişiyor. Yani Peygamberimiz (sav)’in sağlığında, O'nun büyüklüğü bilinmiyor. Her ne kadar görseler, duysalar. anlasalar, beşeriyet hali tam anlamalarına mani oluyor. Ev­liyalarda da öyledir.

                   Misal; Nesîmi, Mansur, Şeyh Muhiddîn-i Arabi Hz. ni o zamanda astılar, kestiler, derişini yüzdüler. Şimdi onlar olsa, "Biz, bunları asacağız, keseceğiz, derisini yü­zeceğiz." deseler, müslümanlar isyan eder. O uğurda ölür de, yine onları astınp öldürtmezler. İşte kendi zamanlarında büyüklüğü bilinmiyor. Beşeriyet hali bilinmesine engel oluyor. Onu görmeyenler, beşeriyet halini de görmüyor. Peygamberimiz (sav)'de de aynıdır.)

          Nitekim şair:

           “Rıza gözü, bütün ayıblara karşı kördür, fakat hışım gözü bü­tün kötülükleri açıklar.” demiştir.

            Onun için kötü zanlardan ve kötülerin töhmetinden uzak­laşmak gerekir. Zira kötüler, herkesi kötü bilirler, insanlara su-i zanda bulunan ve kusur araştıran bir kimseyi gördün mü, Bilmiş ol ki. bu adam kötü bir insandır, o hal. kendisinden taşan pis­liğidir. O, başkasını kendisi gibi görür. Zîra, mümin, mazeretler arar ve kabul eder. Münafık ise kusur arar durur. Mümin, bütün insanlar hakkında kalbi temiz olup iyilikten başka bir şey düşün­meyen kimsedir.

            Şu anlattıklarımız, şeytanın kalbe giden yollarının bazılarıdır. Hepsini saymak istesem, ona güç yetiremem. Yalnız bu kadarı diğerlerine de işarettir. Adem oğlunda bulunan her kötü huy, şeytanın bir silahı ve kalbe hulul eden yollarından biridir.

            Şayet, şeytanın def’inde çare nedir ve yalnız zikrullah kafi midir? "La havle ve la kuvvete illa billah" demek yeter mi? der­sen,

            Bilmiş ol ki: kalbi korumanın çaresi bu yolları kapamaktır. Bu da kalbi bu kötü huylardan temizlemekle mümkündür.

            Bunları anlatmak ise, sözü çok uzatır. Halbuki bizim maksadımız, kitabın bu kısmında tehlikeli sıfatların ilaç ve çarelerini anlatmaktır. Yakında açıklayacağımız gibi her sıfat müstakil bir ki­taba muhtaçdır. Evet, bu sıfatların kökleri kalbden kesilip kapuları kapandığı zaman da yine şeytanın kalbe giden birtakım teh­likeli yolları vardır, fakat istikrarlı değildir. Allah'ı zekretmek (Bazı tefsirler zikrullahı anmak olarak alıyorlar.), onu kalbe uğramaktan alıkor. Zira gerçek zikir, ancak kalbi takva ile tamir ettikten ve kalbi kötü sıfatlardan temizledikten sonra kalbde yerleşir. Yoksa böyle olmazsa zikir, hadîs-i nefesten ibaret kalır, kalb üzerinde bir sultası olamaz ve şeytanın sultasını önle­yemez. Bunun için Allahu Teala:

            “Takvaya erenler (yok mu?) onlara şeytandan her hangi bir arıza iliştiği zaman, iyice düşünürler, bir de bakarsın ki onlar görüp bilmişlerdir bile."(Sûre-i A’raf, Ayet 201.) buyurdu. Bu hali müttakîlere tahsis etmiş­tir. Şeytan, aç bir köpek gibidir. Köpek sana yaklaşır, şayet et, ek­mek gibi yiyecek bir madde önünde yoksa, köpeğe "defol git" de­mekle köpek uzaklaşır gider, fakat yiyecek maddesi varsa, o yalnız kovalamakla oradan uzaklaşmaz. Şeytan da böyledir. Şayet kalbde bir kuvveti yoksa, yalnız zikir ile oradan uzaklaşır, şayet, şehvet kalbe galebe çaldı ise, zikrin hakikati kalbin kenarlarına doğru iner ve fakat ortasında yerleşemez. Bu suretle yine şeytan, kalbin merkezine hakim olur. Fakat heva ve kötü sıfatlardan temizlenmiş olan müttakîlerin kalbi ise, şeytanın buraya girmesi şehvet yönünden değil, zikirden halî olması bakımındandır. Bu kalb, zikre dön­düğü zaman, şeytan geri çekilir. Bunun delîli ise:

            “Racîm olan (Taşlanmış, kovulmuş) şeytandan Allah'a sığın.”(Sûre-i Nahl, Ayet 98.) Âyet-i Celîlesidir.

            Ebû Hureyre (ra) anlatıyor: Bir gün bir mü'minin şeytanı ile bir kafirin şeytanı karşılaşırlar. Kafirin şeytanı yağlı, semiz, parlak ve temizdir. Mü'minin şeytanı ise zayıf, pis, kirli ve çıplaktır. Ka­firin şeytanı mü'minin şeytanına:

             -   Bu ne hal? diye sorar. Mü'minin şeytanı:

             - Ne yapayım, bir adama düştüm ki, adam yiyeceği zaman Besmeleyi okur, ben aç kalırım. İçeceği zaman Besmele'yi okur, ben susuz kalırım. Giydiği zaman elbiseyi Besmele ile giyer, ben çıplak kalırım. Temizlendiği zaman Besmele ile temizlenir ben de pis kalırım, dedi. Bunun üzerine kafirin şeytanı da:

            - Ben öyle bir adam ile arkadaşım ki, bunlardan hiç birine Besmele getirmez. Yemesinde, içmesinde ve giymesinde ben kendisine ortak olurum, dedi.

            Muhammed b. Vasi her sabah namazını müteakib şöyle dua ederdi:

            "Allah'ım, sen bize bir düşman musallat ettin ki, o ve maiyyeti bizi ve kusurlarımızı görür, fakat biz onu göremeyiz. Allah'ım, onu rahmetinden mahrum ettiğin gibi bizden de mahrum et, affından ümîdini kestirdiğin gibi, bizden de ümîdini kestir, rahmetinle onun arasını uzaklaştırdığın gibi, bizimle de onun arasını uzaklaştır. Zira muhakkak ki, senin gücün her şeye yeter, sen her şeye kadirsin."

            Bu zat bir gün mescide giderken şeytan karşısına çıktı ve:

            - Beni tanıdınız mı? diye sordu. Muhammed:

            - Hayır bilemedim, kimsiniz? dedi. İblis:

            - Ben îblis'im, deyince Muhammed:

            - Ne istiyorsun? diye sordu, îblîs:

            - Senden ricam şu, istiazeni başkasına öğretme, ben de bu­nun karşılığı olarak sana dokunmam, dedi. Muhammed b. Vasî:

            - Yemin ederim  ben bunu herkese öğretirim, sen de elinden ge­leni yap, dedi.

            Abdurrahman b. Ebû Leyla'dan (Ensarî ve Tabiin'dir. Babası Ashab'dandır. Uhud cenginde bulundu. Hz. Ali'nin hilafeti zamanında öldü.) rivayete göre: Resûl-i Ekrem namaz kılarken bir şeytan gelir, ışık yakar ve Resûl-i Ekrem'in önüne tutardı. Resûl-i Ekrem istiaze eder, Kur'an okur, öyle iken bu şeytan uzaklaşmazdı. Cebrail (as) Resul-i Ekrem s.a.v.'e gelerek şu duayı öğretti:

               (İbn Ebi'd-Dünya Mekaidü'ş-Şeytan kısmında mürsel olarak rivayet etti, ibn Abdülberr Yahya'dan vasletti.  Ahmed ve Bezzar da Abdurrahman b. Ceyş'den rivayet etmişlerdir.)

           Duanın okunuşu şöyledir:

          “Gul eûzu bikelimatillâhit tâmmâtilletî Lâ yücavizühünne berrun velâ fâcirun min şerri mâ yelicü fil erdı ve mâ yahrucu  minhâ ve mâ yenzilü minessemâ i ve mâ ya’rucu fiyhâ ve min fitenilleyli  vennehâri ve min tavârigılleyli ven nehâri illâ târigan yatrugu bi hayri yâ Rahman.”

            Resûl-i Ekrem bu duayı okuyunca, şeytanın ışığı söndü ve ken­disi yüzüstü yere düştü.

            Hasan-ı Basrî mürsel olarak şöyle rivayet ediyor:

           "Bana haber verildi ki: Bir gün Cebrail (as) Resûl-i Ekrem (s.a.v).'e geldi ve dedi ki:

          -  "Cinlerden bir İfrit sana hile etmek istiyor. Yatağına girdiğin za­man Ayetü'l-Kürsî'yi oku."(İbn Ebid-Dünya Mekaidü'ş-Şeytan kısmında mürsel olarak rivayet etmiştir.)

           Yine Resûl-i Ekrem şöyle buyuruyor:

            “Namaz kılarken, şeytan geldi benimle münazaa üzerine münazaa etti. Ben de onu gırtlakladım. Benî hak peygamber olarak gönderen Allahu Teala'ya yemin ederim ki onun boğazını öyle sıktım ki, dilinin suyunun soğukluğu elime değdi ve onu öyle bıraktım. Eğer kardeşim Süleyman peygamberin duası olmasaydı, upuzun yattığı halde mescidde sabahlayacaktı.” (İbn Ebi'd-Dünya Mekaidü'ş-Şeytan'da mürsel olarak rivayet etmiştir.)

            (Süleyman (as)'a cinler musahhar idi. O duasında: "Rabbim, bana bir mülk hibe et ki, benden sonra kimseye layık olmasın.") İşte bu duasına binaen Resûl-i Ekrem îblis'i bağlamadı. Yine Resûl-i Ekrem:

           “Ömer bir yola girdi mi, şeytan o yolu bırakır başka yola gi­der.”(İbn Ebî'd-Dünya Şabî'den mürsel olarak rivayet etmiştir.) buyurmuştur.

            Çünkü şeytanın otlağı olacak ve şeytana kuv­vet verecek şehvetten kalbi temizlenmişti.

            Hz. Ömer'in zikri ile şeytan kendisinden uzaklaştığı gibi, se­nin de mücerred zikir ile îblîs'in senden uzaklaşmasını istemen muhal kabildendir. Bu tıpkı, gerekli diyeti yapıp midesini temiz­lemeden içtiği ilaçtan, gerekli diyeti yapıp midesini temizledik­ten sonra ilaç içenin bulduğu şifayı beklemesine benzer. Elbette o, onun gibi olamaz. Zikir ilaç, takva ise diyettir, yani kalbi şeh­vetlerden temizlemektir. Her şeyden temizlenmiş olan kalbe zikir indiği zaman, şeytan oradan uzaklaşır. Temizlenmiş olan mideye indirilmiş ilaç ile midenin şifa bulması gibi. Nitekim Allahu Teala:

            "Şüphesiz ki, bunda aklı olan, yahud kendisi huzur (-ı kalb) içinde olarak, kulak veren kimseler için elbette bir öğüt ve (ha­tıra) vardır.”(Sûre-i Kaf, Ayet 37.) buyurmuştur.

             Yine Allahu Teala şöyle buyurmuştur:

            “(Öyle şeytan ki) aleyhinde şu (ilâhî) hüküm yazılmıştır: “Kim bunu dost edinirse şüphesiz bu, onu saptırır, onu o alevli ateşin (cehennemin) azabına götürür.”(Sûre-i Hacc, Âyet 4.)

              Kim işi ile şeytanın peşinden giderse, dili ile Allah'ı zikretse de, o, onun dostudur.

            Şayet, hadîs mutlaktır, yani Allah'ı zikir şeytanı uzaklaştırır, kim olursa olsun Allah zikredilince şeytan uzaklaşır der de, bu gibi mutlak olarak zikredilen umumî hükümlerin mukayyede bağlı olup, mukayyed ile .meşrut olduğuna dair alimlerin söylediklerini bilmezsen, kendine bak. Zîra haber, muayene gibi değildir, yani duyduğun gördüğün gibi olamaz. Şöyle bir düşün; senin ibadetin ve zikrinin son haddi namazdır. Kalbini murakabe et. bak, nasıl sen namazda iken şeytan kalbini sokaklara götürür, alemin hesablarını gördürür, inatçılara cevablar hatırlatır ve asıl seninle ova­ları, dağları dolaştırır. O dereceye kadar ki, namaz dışında unut­tuklarını sana namaz kılarken hatırlatır. Şeytan bilhassa namaz kılarken kalbine hücum eder. Namaz kalbin mihenk taşıdır. Kal­bin iyilik ve kötülüğü namazda belli olur. Dünya şehvetleri ile dolu olan kalblerden gelen namaz kabul olmaz. Görüyorsun ki, namazda da şeytan uzaklaşmıyor, belki senin vesveselerini arttırıyor. Tıpkı, gerekli diyeti yapmadan içilen bazı ilaçların verdiği zarar gibi. Şayet şeytandan kurtulmak istersen her şeyden önce takva ile diyet et.İşte o zaman Ömer'den (ra) kaçtığı gibi, şeytan senden de kaçar. Bunun için Veheb b. Münebbih (ra): "Allahtan kork. Giz­lice itaat ve dostluk ettiğin şeytanın aleyhine aşikare atıp tutma" demiştir. Başka bir zat da: "İyilik ve ihsanda bulunan kimsenin iyi­lik ve ihsanını bildikten sonra mel'ûna itaat etmek kadar şaşı­lacak ne vardır." demiştir. Allahu Teala:

            “Bana dua edin ben de size icabet edeyim.”(Sûre-i Mü'min, Ayet 60.) diye buyurduğu halde, duanın şartları bulunmadığı için, bazı kimselerin duaları kabul olmadığı gibi, şartları bulunmadığı için bir çok kimselerin Allah'ı zikretmelerinden de şeytan kaçmaz.

            Şayet, kötülüğe davet eden bir mi, bir kaç şeytan mıdır? dersen,

            Bilmiş ol ki; bu muamele kısmında onu bilmeğe pek lüzum yoktur. Senin vazîfen, düşmanın sıfatını araştırmadan onu uzak­laştırmaktır. Nereden gelirse gelsin, üzümü ye, bağım sorma, fa­kat basiret nuru ile haber ve müşahedelerden anlaşıldığına ve açıklandığına göre, onlar birbirine yardımcı ve çok askerlerdir. Her kötülüğün kendine mahsus ve o kötülüğe davet eden bir şeytanı vardır. Sebeblerin ihtilafı, müsebbiblerin ihtilafına delildir. Ateşin nuru ve dumanın karanlığı kısmında anlattığımız gibi, basiret cihetinden sana bu kadarı yeter, yoksa laf çok uzar.

            Haberlere gelince:

           "Onu ve zürriyetini dost mu ediniyorsunuz?"(Sûre-i Kehf, Ayet 50.)  Ayet-i Celîlesi'nin tefsîrinde Mücahid'in anlattığına göre; îblîs'in beş evladı vardır. Her birini bir işe ayırmıştır. Bunlar Sebur, Aver, Mebsüt veya Misvat, Dasim ve Zelenbur'dur. Sebür, musîbetlerin sahibidir. Musibet anında, helak oldum, mahvoldum. diye feryad ü figan et­mek ve yaka paça yırtmağa, yüz, göz yaralamağa, cahiliyet adet ve an'anelerine teşvik eder. A'ver, zina işleri ile uğraşır, insanları zinaya teşvik eder ve zinayı süsler. Mebsüt, yalancılığı teşvik eder. Dasim, insanlarla evlerine girer, onların kusurlarını ortaya koyar ve aile reisini kızdırır, aralarında kavga çıkartır. Zelenbür, çarşı ve pazarlarda bulunur. Onun teşvikiyle esnaf hallerinden şikayet eder durur. Ayrıca Hanzeb adında namaz şeytanı ve Velhan adında abdest şeytanları vardır (Her ikisi de yukarda geçmiştir.) Bu hu­suslarda bir çok haberler varid olmuştur.

            Şeytanlar çok olduğu gibi melekler de çoktur. Şükür Kitabında meleklerin çokluğundaki hikmeti ve her birinin hususî vazîfelerini anlatacağız.

            Ebû Umame el-Bahilî, Resûl-i Ekrem'den şöyle rivayet edi­yor:

            "Her müslümana yüz altmış melek müvekkeldir. Onlar, in­sanın güç yetiremediği şeyleri ondan uzaklaştırırlar. Bu cümleden olarak yalnız göze müvekkel yedi melek vardır. Sıcak günde bal'a hücum eden sinekleri kovaladıkları gibi, o melekler de göze hü­cum eden şeytanları kovarlar. Eğer onları görebilseniz, dağlarda ve ovalarda nasıl hazır vaziyette beklediklerini ve ağızlarını açmış hücum vaziyetinde oldukları-

nı görürdünüz. Eğer insan bir an için kendi başına terk edilseydi şeytanlar onu kapma kaparlardır.” (İbn Ebî'd-Dünya Mekaidü'ş-Şcytan'da ve Taberanî Mücem-i Kebîr'inde rivayet etmiş­lerdir.)

            Eyyûb b. Yunus b. Zeyd veya Eyyüb b. Yezid b. Zeyd (meçhul bir adamdır) diyor ki: Edindiğimiz malümata göre, her doğan in­san ile bir şeytan doğar ve onunla beraber yetişir.

            Cabir b. Abdullah'ın rivayetine göre. Adem (as) yer yüzüne indiği zaman şöyle dedi:

            - Ey Rabbim, aramıza düşmanlık koyduğun şu düşmanıma karşı bana yardımcı olmazsan ben bunu yenemem, dedi. Allahu Teala:

            - Ey Adem. her doğan çocuğuna onu korumak için bir me­lek müvekkel kıldım, buyurdu. Hz. Adem:.

            - Arttır ya Rabbi, dedi. Allahu Teala:

            - Bir kötülüğe bir ceza, bir iyiliğe en az on ve daha ziyade mükafat veririm, buyurdu. Adem (as):

            - Yine arttır ya Rabbi. deyince. Allahu Teala:

            Ruh bedende olduğu müddetçe tevbe kapusu açıktır, son deme kadar tövbeleri kabul ederim, buyurdu.

 Şeytan da aynı şekil­de:

            - Ya Rab, bana yardım etmezsen buna üstün gelemem, de­yince, Allahu Teala:

            - Onun doğan her çocuğuna karşılık sana da bir çocuk ver­dim, buyurdu. Şeytan:

            - Arttır ya Rabbi, deyince. Allahu Teala:

            - Kan damarda cereyan ettiği gibi, sen de Adem oğluna hulul edersin, onların göğsü senin evin olur, buyurdu. Şeytan:

            - Yine arttır, dedi. Allahu Teala:

            “(Haydi) onlardan gücünün yettiğinin ayağını çağrınla kaydır. Atlıların ve yayalarınla onların üzerine yürü. Onların mallarına ve evlatlarına ortak ol. Onlara vaadlerde bulun.” Halbuki şeytan onlara aldatmadan başka bir şey va’detmez.” (Sûre-i  İsra. Ayet 64.)
            Ebû'd-Derda'dan (ra) rivayet edildiğine göre Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

          “Allahu Teala cinleri üç smıf olarak yarattı.

            Bir sınıf:     Yılanlar, akrebler ve yer haşereleri sûretindedir.

            Bir sınıf da: Havadaki rüzgar gibidir.

            Bir sınıfıda:Mükelleftir; sevab ve günahtan mes'üldürler.  

            İnsanları da üç sınıf yaratmıştır.

            Bir sınıfı: Hayvanlar gibidir. Nitekim Allahu Teala: "Onların kalbleri var, onunla anlamazlar; gözleri var, onunla görmezler, kulakla

rı var onunla duymazlar. Bunlar hayvanlar gibi ve belki de daha aşağıdırlar." buyurdu.

            Bir sınıf da: İnsan sûretinde şeytanlardır.

            Bir sınıfı da:   Allah'ın gölgesinden başka gölge olmayan kıyamet gününde Arş-ı A'zam'ın gölgesindedirler.” (İbn-i Ebî'd-Dünya Mekaidü'ş-Şeytan'da, ibn-i Hibban Zu'afa'da rivayet etmişlerdir. Hakim de bu mealde bir hadîs rivayet etli ve isnadının sahîh olduğunu söyledi.)

            Vuheyb b. el-Verd diyor ki: Öğrendiğimize göre şeytan, insan sûretine girerek Zekeriyya'nın oğlu Yahya (as)'in karşısına çıktı ve:

            - Sana yapacağım nasihat var, dedi. Yahya (as):

            - Senin nasihatine ihtiyacım yok, ancak sen bana Adem oğullanndan haber ver, dedi. Şeytan da:

            - Onlar bize göre üç sınıftır. Bir sınıfı, bize göre en fena bir sınıftır. Çünkü biz binbir mihnet ile onlardan birisine yönelir ve onu aldatırız, o, hemen tevbeye yönelir ve bizim bütün emeklerimizi boşa çıkarır. Tekrar ona yöneliriz, fakat o tekrar tevbe eder. Ne ümîdsiz oluruz ve ne de ondan faydalanırız. Diğer bir sınıf da, çocukların elindeki topaç gibi bizim emrimizdedir. Onları iste­diğimiz tarafa çeviririz. Üçüncü sınıf da sizin gibilerdir. Onlar masumdurlar. Biz onlara güç yetiremeyiz, dedi.

            Şayet, nasıl olur da şeytan insanların bazılarına görünür ve bazılarına görünmez? Aynı zamanda görülen sûret, şeytanın ger­çek sureti veya temsili bir sureti midir? Şayet hakikî sureti ise, nasıl olur da çeşitli sûretlere girebilir ve bir anda ayrı ayrı iki yer­de görülebilir? dersen:

            Bilmiş ol ki, melek ile şeytanın gerçek suretleri vardır, fakat bu suretler ancak nübüvvet nuru ile müşahede edilebilir. Hatta Resûl-i Ekrem (sav) Cebrail (as)'ı aslî sureti üzerine ancak iki defa görmüştür. Bu da şöyle olmuştur. Resûl-i Ekrem Cebrail'i aslî sûretinde görmek istedi. Cebrail de Bakî'de söz verdi ve Hıra'da kendisine göründü öyle ki fezayı doldurmuştu. Bir defa da Sidre-i münteha'da Mi'rac gecesinde görmüştür. Ekseriya Cebrail'i insan sûretinde görürdü.(Buhari ile Müslim, Aişe'den rivayet etmişlerdir.) Cebrail, Ashab'dan Dihye-i Kelbî suretine girerdi. Dihye güzel yüzlü bir insandı. (Ashab'ın meşhûrlarından olup Muaviye devrinde ölmüştür.)(Buhari ile Müslim, Üsame'den rivayet etmişlerdir.) Umumiyetle basiret erbabından olan keşif sahiblerine, sûretinin benzerî bir şekilde gözükür. Şeytan bu gibilere uyanık hallerinde gözükür ve onlar da açık göz­leri ile şeytanı görür, sözlerini işitirler. Bu gördükleri de şeytanın gerçek sureti makamına kaim olur. Nitekim rüyada salihlerin çoklarına böyle keşfedilir. Uyanık iken keşfe gelince; insan bir mertebeye yükselir ki. hassaların dünya işleri ile uğraşmaları, geceleyin rüya aleminde vakî olan keşfe manî olmaz, yani başkalannın rüyada gördüklerini, o kimse gündüz görebilir. Nitekim Ömer b. Abdül'aziz'den rivayet edildiğine göre, biri Allahu Teala'ya yalvardı ve:

            - Ya Rab, bana şeytanın insan kalbindeki yerini göster, dedi. Rüyasında billur gibi şeffaf bir insan cesedi gördü. İnsanın iç kısmı tamamen görülüyordu. Şeytanı bir kurbağa şeklinde adamın sol koltuğu üzerinde, omuzu ile kulağı arasında oturur gördü. İnce bir hortumu vardı. Hortumunu adamın kalbine sokmuş vesvese verip duruyordu. Adam Allah'ı zikredince oradan uzaklaşıyordu.

           “Ey Muhammed, senden önce gönderdigimiz hiç bir elçi ve peygamber yoktur ki, bir şeyi arzuladığı zaman, şeytan onun arzusuna vesvese karıştırmamış olsun.” (Sûre-i Hacc, Ayet 52.) buyurmuştur.

            Resûl-i Ekrem (sav)'in şeytanı müslüman olmuş Ayrıyeten şeytanın 14.cü oğlunun Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem)’in yanına gelip ona ümmet olduğunu ve şeytanlara iman etmeleri için Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem) tarafından görevlendiğini yazmıştık. Bu da müslüman oluyor.ve kendisine hayırdan başka birşey emretmemiş olduğu halde, Resûl-i Ekrem böyle iken, diğer peygamberler ve peygamberimizden daha fazla Allah sevgisi ile meşgul olduğu için kendisine şeytan bir şey yapa­maz iddiasında bulunanlar aldanmış kimselerdir (İblîs'in on dördüncü oğlunun Peygamberimiz (sav)'in yanna gelip müslüman olduğunu yazmıştık.) Nitekim emniyet ve meserret [sevinç] yeri olan Cennet'te bile Adem ile Havva ondan kurtulamamışlardır. Halbuki daha önce Allahu Teala onlara:

           “Ey Adem ! Doğrusu bu, senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi Cennet'ten çıkarmasın, yoksa bedbaht olursun. Doğrusu Cennet' ten ne çıkarsın ne de çıplak kalırsın, orada ne susarsın, ne de gü­neşin sıcağında kalırsın.” (Sûre-i Taha, Ayet 117-119) buyurmuştur.

             Bununla beraber bütün Cennet nimetleri karşısında bir ağaçtan men'edilmişti. Buna rağ­men yine şeytanın mekrinden kurtulamadı. Eman ve saadet yeri olan Cennet'te bile bir peygamber şeytanın mekrinden emin ola­mazsa, mihnet, meşakkat, şehvet ve yasaklar diyarı olan dünyada başkaları nasıl emin olabilir? Musa (as) bile Allahu Teala'nın haber verdiği gibi

            "Bu şeytanın işidir.”(Sûre-i Kasas Ayet 15.) demiştir. Bunun için Allahu Teala bü­tün insanları şeytandan korkutarak:

            "Ey Adem oğulları! Şeytan ana ve babanızı. fena yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini soyarak nasıl Cennet'ten çıkardı ise, sakın size de bir fitne (bela) yapmasın! Çünkü o da, kabîlesinden olanlar da, kendilerini göremeyeceğiniz yerlerden muhakkak sizi görürler." (Sûre-i Araf, Ayet 27) buyurmuştur.

             "Kötü işi kendisine güzel gösterilip de onu güzel gören kim­se, kötülüğü hiç işlemeyene benzer mi?”(Sûre-i Fatır, Ayet 8)

            Sahabe devrinden sonra ihdas edilip zaruret ve ihtiyacı aşan her şey oyun ve eğlencedir.

            Hikaye olundu ki. mel'un İblis, Sahabe devrindeki, insanları aldatmak için ordusunu dağıttı. Bir şey yapamadan geri döndüler.

            - Ne oldunuz? diye sorunca:

            - Böyle acaib insanlar görmedik, ne kadar uğraştıksa da bunları aldatamadık, ancak yorulduğumuzla kaldık, dediler. Şey­tan:

            - Siz onları asla aldatamazsınız. Çünkü onlar. Peygamberleri ile buluştu ve Kur'an'ın inmesine şahid oldular. Fakat onlardan sonra geleceklere te'sîr edebilirsiniz, dedi.

            Tabi'în devrinde yine aynı maksatla maiyyetini dağıttı onlar da başları eğik olarak geri döndüler de:

            - Böyle acaib insanlar görmedik. Arasıra aldatabildiğimiz ol­du ise de akşamleyin bir tevbe etmekle bütün hatalarını Allah iyi­liğe kalbetti [çevirdi], dediler. İblîs:

            - Size, bunlardan da kâr yok. Çünkü bunlar, Peygamberlerinin sünnetine tabî olan [uyan] hakîki tevhîd sahibi insanlardır. Fa­kat sizi memnun edecek nesil bunlardan sonra gelecek olanlardır. Onlar sizin elinizde oyuncak olurlar. Şehvetlerinin azgınlığı ile on­ları dilediğiniz yöne çekersiniz. Tevbe etmezler, etseler de (şarta riayet etmedikleri ve samîmi tevbe yapmadıkları için) tevbeleri kabul olmaz ki, günahları sevaba dönsün.

            Hakîkaten Tabi'în devrinden sonra, birtakım insanlar geldi ki şehvetleri kendilerini kapladı da, bid'atlerini kendilerine güzel gösterdi: onları helal tanıttı ve onları dîn olarak kabullendiler. Al­lah'tan mağfired dilemeyip Allah'a tevbe etmediler. Allahu Teala da onlara düşmanları musallat etti. Düşmanları onları diledikleri tarafa çevirdi.

            Eğer: "Bu hikayeyi anlatan Şeytanı ne gördü, ne de şeytan ile konuştu. O halde bu hikayeyi nereden bildi?" dersen:

            Bilmiş ol ki, ma'neviyat sahipleri görülmeyen gizlilikleri keşfedebilirler. Bu keşf, bazen vahy'in bir kolu olan ilham, bazan da menam [Sadık bir rüya ile], bazan da ayan, yani rüya ile olduğu gibi açık göz ile keşf tarikiyle olur. İnsan ma'nen bir aleme yük­selir, orada eşyanın hakîkatini görür, ve manalarını anlar. Doğru rüya, nübüvvet'in kırk altı cüz'ünden bir cüz'ü olduğu gibi, bu da en yüksek olan nübüvvetin derecelerindendir.

            Sakın, anlayamıyorum diye bu ilmi inkara kalkışma. Aklî ilimleri kavradığını zannederek çizmeden yukarı çıkan alimlerin helâk noktası burasıdır. Allahu Teala'nın dostlarının bu hallerini inkar eden ilim'den, cehalet çok daha iyidir. (Çünkü cahiller, an­lamadıklarını bildikleri için, işi Allah'a havale ederler.) Kaynak bir olduğu için, velileri ve kerametlerini inkâr, peygamberleri ve mu­cizeleri inkâr demektir. Peygamberleri inkar ise tamamen dîn­den çıkmaktır. Bazı arifler:

            "Son zamanda iyi insanların gözden saklanmaları, zamanın alimlerini görmeğe dayanamadıklarındandır. Çünkü cahiller nazarında alim bilinen ve kendilerini de alim tanıyan bu zümre, on­ların nazarında cahildirler. En büyük günah, cehaletini bilmemek, şunun bunun kusurlarına bakmak, gafillerin sözünü ve dünyaya da­lan alimi dinlemektir. Dünyaya dalan alimleri dinlemek doğru değildir. Belki her söylediği reddedilmelidir. Çünkü herkes sev­diği şeye dalar ve sevmediğini reddeder. (Bu alimin de anlatacağı sevdiği şeylerdir.)" diyorlar. Nitekim Hakk Teala:

           "Kalbini zikrimizle gâfil bıraktığımız, keyfinin ardına düşen ve işi haddini aşmak olan kimseye itaat etme.”(Sûre-i Kehf, Ayet 28.) buyurmuştur:

           Kusurlu olan cahiller, kendilerini bilir zanneden bu gibi alimlerden çok iyidirler. Çünkü avam tabakası kusurlu olduğunu kabul ederek tevbe eder ve Allahu Teala'dan mağfiret diler. Fakat bu gibi kendisini alim sanan ve dîn yolundan ayrılıp dünyalık elde edecek ilimlerle uğraşan cahil (bunu bir şey zanneder de) ölünceye kadar davasında ısrar eder; tevbe etmez ve bu haliyle gider.

            İmâm-ı Gazâli Hz.nin İhya-u Ulûmi’d-dîn kitabından alınan yazı burada bitmiştir. 

*  *  *

            Aşağıdaki yazı Muhiddîn-i Arabi'nin Hz. Şeceret-ül Kevn isimli eserinden alınmıştır.

            Cenab-ı Hakk-teala Hazretleri, Şeytan'a:

            - Sana kıyamete kadar mühlet verdim, buyurdu. Şeytan:

            - Yalnız mühletle olmaz. Sen, benim bazı isteklerimi kabul etmen lazım. Bana kardeş ver.

             (Sûre-i İsra. Ayet 26-27)

            Meal'i: Karabet sahibine (Akrabaya), yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma. Zîra böylesine saçıp savuran­lar şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabb'ine karşı çok nan­kördür.
            (Ramuz’ul Ehadis, Hadîs No: 1387)

           Mana'sı: Şeytan, birinize namaz kılarken gelir ve kafasını ka­rıştırır, bu yüzden kaç rekat kıldığını bilemez. Biriniz böyle bir şey hissederse oturduğu yerde selam vermeden iki secde yapsın, sonra selam versin.

            (Ramuz’ul Ehadis, Hadîs No: 1388)

            Mana'sı: Şeytan, Adem oğlunun kanının dolaştığı yerde do­laşır.

            Şeytan, Allahu Teala'ya:

            - Ben, Adem oğlunun kanının içinde dolaşayım, dedi. Allahu Teala duasını kabul etti. Onun üzerine Peygamberimiz (sav) şu Hadîsi söyledi:

            "Şeytan, Allah'tan bir çok dileklerde bulundu. Allahu Teala hepsini kabul etti". Sırasıyla:

            - İsraf edenler kardeşindir. Şeytan:

            - Bana yatak arkadaşı ver, dedi. Allah (cc):

            - Senin yatak arkadaşın sarhoşlar olsun. Şeytan:

            - Bana ev ver. Allah (cc):

            - Hamamlar senin evin olsun. Şeytan:

            - Devamlı kalacağım bir yer ver. Allahu Teala:

            - Pazarlar devamlı kalacağın yerin olsun. diye buyurdu.

             (Ramuz’ul Ehadis, Hadîs No: 4114)

            Mana'sı: Şeytan, Rabb'ına dedi ki:

            - Ey Rabb. Adem yeryüzüne indirildi, biliyorum ki, onların kitapları, peygamberleri olacak. Kitapları nedir? Peygamberleri kimler olacak?

            Cenab-ı Hakk:

            - Elçileri meleklerdir, peygamberleri de kendilerinden ola­cak. Kitapları da Tevrat, İncil, Zebur ve Furkan'dır, buyurdu.

            - Peki ya benim kitabım?

             - Senin kitabın (vücuda yapılan) döğmedir, kıraatin şiir, peygam-

berlerin de kâhinlerdir. Yemeğin de üzerinde Allah'ın adı anılmayan şeylerdir, (Allah'ın ismi üzerine zikredilmeyen yemek­lerdir. Bismillahirrah -

manirrahim de. Allah'ın üç ismi zikredilir:

            1. Allah,                                            .

            2. Rahman,

            3. Rahim.

           

           l. Bismillahi, 2..Errahman, 3. Errahiym. Bu üç isim zikredilince yemek helal oluyor. (Bu zikirler edilmezse, şeytan yemeğe ortak oluyor. Onlarla beraber şeytan da yiyor.)

          Suyun: Her sarhoş eden şeydir.

            Doğrun: yalandır.

            Evin: hamamdır,

            Kadınlar: Avın,

            Müezzinin: Çalgı,

            Mescidin çarşıdır, buyurdu.

            "Allah, bir kafirin duasını kabul etmez, bu söz yanlıştır" diye sözümüze itiraz edenler bu Hadîs-i Şeriflere göre çok büyük hataya varıyorlar.

            (Ramuz’ul Ehadis, Hadîs No: 1126)

            Mana'sı: Ashâbıma saygı gösterin, sonra onları takib edenlere, sonra takib edenlere, takib edenlere (ikram edin). Sonra ya­lan yaygın hale gelecek öylesine ki kişi, kendisine yemin teklif edilmeden önce yemin edecek. Şahitlik yapması istenmeden, şa­hitlik yapmaya kalkışacak. Cennet saadetini isteyen kişi cemaate, büyük cemaate ki: Sahabe ile tabiinin ve ehl-i sünnetin topluluğuna sarılsın. Sakın tefrikaya düşmeyin. Çünkü şeytan tek kişi­nin yanından ayrılmaz. Şeytan iki kişiden biraz daha uzaktır. Bir erkek (yabancı) kadınla katiyyen başbaşa kalmasın! Çünkü üçün­cüleri şeytandır! Her kim; iyiliği sevindirir, kötülüğü üzerse işte o, mü'mindir.

            Bu Hadîs-i Şeriften anlaşılıyor ki Ehl-i sünneti Peygamberimiz (sav): "Ona sarılsınlar" diye Hadîs-i Şerifle açıklıyor. Ehli sünnet mezhebi Peygamberimiz (sav)'den çok sonra kurulmuş ama Peygamberimiz (sav)'in "Ehl-i sünnete, sahabe ile tabîine sarılın" buyurması demek ki sahabe ve tabiinin tam yolundan giden­ler Peygamberimiz (sav)'i tam memnun ederler. (Ehl-i sünnet vel Cemaat mezhebi kitabımızda bu konuyu geniş açıkladık. Oraya bakınız).

            Şeytanın bu ve buna benzer bir çok istekleri kabul oldu. Şeytanın da duası kabul oldu. Anlaşılıyor ki şeytanın da duası ka­bul olduğuna göre, Allah dilerse kafirin de duasını kabul edermiş.

0 yorum:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...