2 Mayıs 2009 Cumartesi

Ümmet Birliği, Âlimler ve Mezhep
9. Vahdetin yaranmasında âlimlerin vazifesi nelerdir?
Ümmet'in birliğinin temini konusunda âlimlere şüphesiz çok önemli görevler düşmektedir. Bunların başında, birlik-beraberlik meselesinin Ümmet için hava kadar, su kadar önemli olduğu gerçeğini seslerinin ulaşabildiği her noktaya ulaştırmak ve hür mü'mine bu zarureti kavratmak gelmektedir.
Ancak birlik-beraberliğin gerçekçi bir zemin üzerine kurulması gereği de bir başka gerçek olarak karşımızda duruyor. Yusuf el-Karadâvî, Dünya Müslüman Alimler Birliği'nin başkan yardımcılığına bir şiiyi getirerek, Şiilerle birlikte çalışma iradesini en üst seviyede izhar etti ve bunu yıllarca devam ettirdi. Ancak gelinen noktada iyi niyet izharının çok da işe yaramadığı açıkça görülüyor.
Bu noktada şii âlimler üzerine düşen en öncelikli görev kanaatimce şudur: Nasıl sünnî âlimler Şiiler arasında Sünniliğin yayılması için özel bir gayret göstermiyorsa, şii âlimler de Şiiliğin Sünni coğrafyada yayılması için gayret göstermekten vaz geçilmesini kabul ve kendi çevrelerine telkin etmelidir.
İkinci olarak devrimle birlikte önemli ölçüde revizyona tabi tutulan, daha doğrusu devrime, revizyona tabi tutulmuş haliyle imkân veren "takiyye" inancı, Ümmet'in birlik-beraberliği için de benzer şekilde revize edilmeli, hatta mümkünse tamamen ortadan kaldırılmalıdır.
Üçüncü olarak Şiiler, –başta ilk üç halife ve Hz. Aişe validemiz (Allah Sahabe'nin hepsinden razı olsun) olmak üzere– Sahabe aleyhinde kendi kaynaklarında yer alan rivayet ve hükümleri gözden geçirmeli, kaynaklarını bu türlü rivayet ve hükümlerden temizlemelidir.
Daha önce de yazdığım gibi bizzat Şii oluşumlar içinde bunun zemini vardır ve Şiiler samimi bir niyetle bunu gerçekleştirmek üzere adım attığında, kendi geçmişlerinde bu alanda daha fazla veri bulacaklardır.
10. Mezhebden İslam'a açılmak için ne yapmak gerekir?
Bu, yanlış kurgulanmış bir sorudur. Burada kastedilenin "itikadî mezhepler/fırkalar" olduğunu belirterek söyleyelim ki, her din anlayışının, meşruiyetini aldığı bir zemin vardır. Bu zemin, yapısı icabı sübjektiviteden olabildiğince uzak olmalıdır. Hemen bütün itikadî fırkalar Kur'an ve Sünnet'e dayandıklarını söylediklerine göre, ortada şöyle bir durum var demektir: Ya Kur'an ve Sünnet bu çoklu yapıya izin veren izafîliktedir, ya da bu fırkaların, bu iki kaynak hakkındaki görüşlerinin doğruluğu kanaatini aldıkları üçüncü bir hiyerarşik unsur olmalıdır.
Bu ihtimallerden ilki (ki fırkaların –birbirine zıt olanlar dâhil– bütün itikadî kabullerinin Kur'an ve Sünnet tarafından onaylandığı anlamına gelmektedir) herhangi bir fırka tarafından onaylanmadığına göre, geriye ikinci seçenek kalmaktadır. Buna göre her itikadî fırka, kendi Kur'an ve Sünnet anlayışının doğruluğunu üçüncü bir unsura dayanarak temin etmektedir. Bu unsur hiyerarşik olarak Kur'an ve Sünnet'in altında olmakla birlikte, onlar üzerinde izafî yorumlar yapılması imkânını ortadan kaldırması, onların murat ve maksadını netleştirmesi bakımından son derece önemlidir.
Şia'ya göre bu unsur Ehl-i Beyt ve ona bağlı olarak "masum imam" inancıdır. Ehl-i Sünnet ise, bu unsuru (Ehl-i Beyt'i) da içine alacak ölçüde daha geniş ve gerçekçi bir unsura yaslanmaktadır: Sahabe. Şia, azınlık bir grup dışında Sahabe'nin geneli hakkında olumsuz kanaat sahibi olduğu için, Din'in gerçekçi biçimde yaşanması bakımından bu alanda oluşan boşluğu başka unsurlarla kapatma ihtiyacından dolayı "masum imam" inancını geliştirmiştir.
Pek çok şii metinde, Sahabe'nin adaletine inanmanın bir "iman unsuru" olmadığı vurgulanırken, aynı şeyin "masum imam" inancı için de geçerli olduğu gerçeği göz ardı edilmektedir.
Mezhepsiz bir İslam mümkün müdür?
Soru sahibinin ifadesiyle "mezhepten İslam'a açılmak" mümkün müdür? Bu soruyu şöyle sormak da mümkün: Mezhepsiz bir İslam mümkün müdür?
Buradaki "mezhep" tabiriyle "itikadî mezheb"in kastedildiğini belirtelim ve şöyle bir genel tesbitte bulunalım: Mezhep meselesini hafife alanlar, mezhebi "İslam'ı sınırlayan" bir unsur olarak görenler ya da mezhebin gereksizliğini düşünenler aslında eşyanın tabiatına aykırı hareket ediyor. Şöyle:
"İtikad"ı, Din'de inanılması ve reddedilmesi gerekenler olarak tarif ettiğimizde şunu söylemiş oluyoruz: Din'in sahibi olan Allah Teala ve bu dini O'ndan aldığı yetki ve sorumluluk çerçevesinde insanlara tebliğ ve beyan eden Hz. Peygamber, neye nasıl inanmamız gerektiğini bize kesin bir şekilde bildirmiştir. Temel inanç unsurlarında herhangi bir belirsizlik, kapalılık, ihtimallilik söz konusu değildir. "Amentü esasları" dediğimiz bu inanç umdeleri, kendisini "mü'min" olarak tarif eden herkes tarafından kesin bir şekilde bilinmesi ve inanılması gereken hususlardır. Bunlardan bir tekinin bile inkârı ya da tereddütle karşılanması, kişiyi imanından eder. Ehl-i Sünnet'iyle Şia'sıyla bütün İslam fırkaları bu esaslara inanır ve inanılmasını zaruri görür.
Bir de bunlardan teferri eden hususlar vardır. Allah Teala'nın ahirette Mü'minler tarafından görülmesi meselesi buna örnek olarak zikredilebilir. Kabir azabı, Sırat, Mizan vb. hususların varlığına inanmak da böyledir. Bunlara inanan bir kimse, aslında bunların varlığını bize bildiren Kitap ve Sünnet nasslarına inancının bir göstergesi ve gereği olarak inanmaktadır. Bir başka ifadeyle bizler, bu ve benzeri hususlara, "Amentü esasları"ndan "Allah'a, Peygamber'e ve Kitab'a iman"ın tabii bir gereği, göstergesi ve açılımı olarak inanırız.
Bunlardan herhangi birinin inkârı iki durumda söz konusu olur:
1. Bunların varlığını bize haber veren bilgi kaynaklarının şayan-ı itimat olmadığına inanmakla.
2. Bu ve benzeri hususlarda söz konusu bilgi kaynaklarında yer alan bilgi ve haberlerin açık ve kesin olmadığına inanmakla.
İşte "mezhep" olgusu bu noktada karşımıza çıkmaktadır.
Bu gibi hususlar, "aslî iman umdeleri"ne taalluk ettiği, onlar hakkındaki kanaat ve inancı ele verdiği için önemlidir.
Bunların varlığını haber veren bilgi kaynaklarının şayan-ı itimat olmadığını söylemek, hadis ravilerinden başlayıp Sahabe'ye kadar uzanan bir dizi arızalı tutumu beraberinde getirir. Mu'tezilisiyle, şiisiyle, haricisi ve modernistiyle bid'at mezheplerin tamamı bu noktada ana gövdeden ayrılmış ve farklı mülahazalar ileri sürmüştür. Aynı sıralama içinde ele alacak olursak:
1. Bu noktada, bunların mezhebî mülahazalar olduğunu ve aşılması gerektiğini söylemek son derece boş ve anlamsızdır. Zira bir kısmını zikrettiğim bu meseleler ya vardır veya yoktur. Kur'an ve Hz. Peygamber (s.a.v) bunların varlığını ya haber vermiş veya vermemiştir. Ehl-i Sünnet, bu meseleler hakkındaki Kur'an beyanlarını, Kur'an-Sünnet bütünlüğü içinde ele almakta ve bunların varlığına inanmaktadır. Bir diğer ifadeyle bunlar, Ehl-i Sünnet var olduğunu söylediği için var değildir; aksine, var oldukları için Ehl-i Sünnet onların varlığını kabul ve ikrar etmektedir.
Daha önce de birçok vesileyle ifade etmeye çalıştığım gibi, bunları inkâr tutumu son derece tehlikelidir ve ucu, Kur'an'ın nakli meselesine kadar gider. Çünkü Kur'an da sonuçta bize kadar o nesiller tarafından aktarılarak gelmiştir.
2. Kur'an'ın bu konulardaki ayetlerinin açık delaletli olmaması durumunda yapılacak iş, Sünnet'e müracaat etmektir. Sünnet'te de böyle bir durum söz konusu olursa, Sahabe'nin tutumuna bakılır. Dolayısıyla ilgili Kur'an ayetlerindeki kapalı ya da ihtimalli delalet durumu, Sünnet tarafından netleştirilmekte, şayet Sünnet'te de böyle bir durum varsa, Sahabe'nin tutumu bu noktadaki fluluğu ortadan kaldırıcı bir unsur olarak işlev üstlenmektedir.
Bu şu demektir: Kur'an hakkında söz konusu olabilecek "göreceli" durum ve tutumları ortadan kaldıracak olan en tabii, önemli ve öncelikli unsur Sünnet'tir ve şayet Sünnet hakkında da böyle bir durum ve tutum var ise, bunu ortadan kaldıracak olan en tabii, önemli ve öncelikli unsur da Sahabe'dir.
Şu veya bu mülahazayla burada Sahabe unsuru devre dışı tutulduğu zaman yerine kaçınılmaz olarak başka unsur(lar) ikame edilecektir. Şia burada Ehl-i Beyt unsurunu devreye sokmaktadır. Ehl-i Sünnet Sahabe'yi masum/yanılmaz saymadığı, Sahabe'den gelen haber, rivayet ve içtihadları Kur'an ve Sünnet ile Şer'î prensipler doğrultusunda değerlendirdiği için, "şazz" kategorisindeki Sahabe akval ve ef'alini (söz ve fiillerini) inanç, amel ve itibar dışı tutmuştur. İbn Abbâs (r.a)'ın, Efendimiz (s.a.v)'in Medine'de, düşman korkusu veya yağmur (bir başka rivayette "sefer durumu") söz konusu olmadığı halde öğle ile ikindiyi ve akşam ile yatsıyı cem ederek kıl(dır)dığı şeklindeki rivayeti, yahut Efendimiz (s.a.v) erkeğe altın ve ipeği yasakladığı halde altın yüzük takan bazı sahabîlerin bu tutumu, esas ittihaz edilmemiş sahabî tavırlarına örnek olarak zikredilebilir.
Ehl-i Sünnet böyle durumlarda "Sahabe'nin tavrı Efendimiz (s.a.v)'in tavrıdır. O da vahiy dışında hareket etmez. Dolayısıyla Sahabe'nin tavrı vahye dayanır" gibi bir mantık yürütmemiştir. Ancak Şia'daki masum imam akidesi için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Şii telakkisinde bütün masum imamların bilgisi ve içtihadı vahye dayanır, dolayısıyla kesin ve bağlayıcıdır.
Meseleyi daha başka veçhelerini gündeme getirerek tartışmak da mümkündür. Ancak zikrettiğim örneklerin şu hususun tebellür etmesi için yeterli olduğu söylenebilir: Bid'at fırkalarda itikadı mezhep belirlediği halde, Ehl-i Sünnet'te esas olan, itikadın mezhebi belirlemesidir.
11- Mezhep taassubu caiz mi?
Bu sorunun cevabı yukarıda zımnen verilmiş oldu. Şayet itikadî kabuller mezhep tarafından belirlenmişse, başkaları tarafından "mezhep taassubu" olarak ifade edilen husus, böyle bir mezhebe bağlı kimse/kesim için "İslam'ın/imanın gereği" olmaktadır. Dolayısıyla bir mü'min için "dinine taassupla bağlı" ifadesini kullanmak ne kadar abes ve anlamsız ise, bu durumdaki bir mezhep müntesibi için de "mezhep mutaassıbı" tabirini kullanmak o kadar abes ve anlamsız olacaktır. Bu durumda "mezhep taassubu caiz değildir" demenin çok fazla bir anlam ifade etmeyeceği açıktır.
Bu sarmaldan çıkmanın yolu –tabii bunu bir "sarmal" olarak kabul edip, kurtulmak için samimi bir irade gösterenler için–, bu yazı serisinin başlarında dikkatlere arz ettiğim tesbittir: Sahabe bu Ümmet için hem epistemolojik olarak, hem de reel durum itibariyle (Kur'an ve Sünnet gereği) vaz geçilmezdir. Sahabe'nin bize naklettiği Kur'an'ı nasıl Kur'an olarak kabul ediyorsak, bu noktada Sahabe'ye itimadı nasıl tartışma konusu yapmıyorsak, Sünnet'in ve genel İslamî tutumun bize nakli konusunda da aynı şeyin bahis mevzuu olduğunu kabul etmek durumundayız. Ancak Kur'an'ın nakli konusunda mevcut gerçeğe aykırı kabuller söz konusu olursa, o zaman bahsin mecrası değişir ve meselenin daha farklı bir kulvarda ele alınması zarureti doğar.
Yine daha önce de belirttiğim gibi, Şia içinde –her ne kadar çoğunluğu teşkil edenler tarafından benimsenmemiş ise de–, ana gövdeye yakın duran akımlar vardır ve onlar –mesela– Sahabe konusunda daha makul bir çizgi benimsemiştir. Fazilet sıralamasında önceliği Hz. Ali (r.a)'a vermekle birlikte, ilk üç halifenin (Allah hepsinden razı olsun) hilafetini de meşru kabul eden bu kabul, ana gövde ile Şia arasında bir ortak zemin teşkil edebilir.
Bu noktada altı çizilmesi gereken en önemli husus, teorisi ve pratiği Ayetullah Humeyni tarafından ortaya konulan "velayet-i fakih" müessesesidir. Bu müessesenin Sünni-Şii ihtilafının asgariye indirilmesinde hayatî bir fonksiyon icra edebileceğini söylemek yanlış olmaz.
Ayetullah Humeyni'nin ofis müdürlüğü ve İçişleri bakanlığı yapmış olan ve halen Yusuf el-Karadâvî'nin başkanlığını yaptığı Kudüs Müessesesi'nde başkan yardımcılığı görevini yürüten Ali Ekber Muhteşemî'nin bir tesbiti de üzerinde durduğumuz nokta bakımından önemlidir: Muhteşemi'nin naklettiğine göre İran'da şu anda en büyük taklit mercii durumundaki Ayetullah Hamaney, baskın Şii tutuma aykırı olarak Hz. Aişe (r.anha) validemizden, "Müslümanlar'ın Annesi" diye söz etmiş, gelen tepkilere rağmen geri adım da atmamıştır.
Keza Lübnan'lı Şii merci Muhammed Hüseyin Fadlullah'ın, Sahabe'ye sövmenin haram olduğunu deklare etmesi ve yine Hz. Aişe (r.anha) validemizden "Mü'minlerin Annesi" diye bahsetmesi de bu noktada dikkate alınması gereken bir tavırdır.
Bu, önemsenmesi gereken bir gelişmedir ve Sünni-Şii ihtilafı ancak bu tarz adımların atılmasıyla asgariye indirilebilecektir. Yoksa "Ümmet'in vahdeti", "küresel hegemonyanın dayatmaları", "Amerika/İsrail karşıtlığı"… gibi, retorikten öteye geçmeyen, alt yapıdan yoksun ve gerçekçi bir zemine otur-tula-mamış söylemlerin Sünni-Şii ihtilaflarını ortadan kaldırıcı bir fonksiyon ifa etmediği artık anlaşılmış olmalıdır.
Aslu'ş-Şî'a ve Usûluhâ isimli eserinde Âlu Kâşifi'l-Gıtâ'nın ortaya koyduğu tutum üzerinde de iyi düşünülmelidir. O, eserinde münhasıran Sünni dünyada "ıslahçı" edasıyla ortaya çıkmış bulunan kesimi muhatap alarak birtakım tavsiye ve temennilerde bulunmaktadır. Bunun bir metot olarak Sünni dünyada gerçekçi bir karşılık bulamayacağı açıktır. Zira reformist/modernist kesimin ne Sünnilik –hatta Şiilik– gibi bir derdi vardır, ne de Sünniler arasında itibarı! Dolayısıyla onlarla temin edilecek herhangi bir birliktelik, sonuç itibariyle İslam'ın modernizasyonu projelerine hizmetten başka bir işe yaramayacaktır.
12. Vahdetçi gençlere tavsiyeniz nelerdir?
Ümmet'in vahdetini samimi olarak arzulayan –sadece gençlere değil– herkese tavsiyem, mezhepler ve fırkalar tarihini iyi okumalarıdır. Tarihten ders almak, tarihe istediklerimizi söyletmekle değil, tarihin olanı söylemesine izin vermekle mümkün olabilir. Aşağıdaki 2 nolu dipnotta belirttiğim yerde Ayetullah Fadlullah da bu önemli problemin altını çizmektedir. Bu tutumlardan ilki "tarihin tanzimi", ikincisi ise "tarihin tesbiti"dir. Sünnî tarih ve tabakat kitapları, başta İmam Ebû Hanîfe olmak üzere Sünni mezhep imamlarının Ehl-i Beyt imamlarıyla nasıl örnek bir irtibat ve ilişki içinde bulunduğunun anlatımıyla doludur. Yapılması gereken, tarihi tanzim etmeye çalışmak yerine, aynı örnek tutumu bugün de devam ettirmenin yollarını bulmaktır.
Erken dönemlere ait Sünnî Kelam kitaplarında, söz gelimi İmam Ebû Hanîfe'nin yahut İmam el-Eş'arî ve çağdaşlarına kadar daha sonraki ulemanın eserlerinde Ehl-i Kıble hakkında keskin hükümlere rastlamak –haydi "imkânsız" demeyelim–, zordur. Ancak ne zaman ki Şii teori teşekkül dönemini tamamlamış, Şiilik müesses bir fırka olarak tarihteki yerini almaya başlamıştır, o zaman el-İsferâynî, Abdülkahir el-Bağdâdî ve daha muahhar âlimlere ait Ehl-i Sünnet Kelam kitaplarında "Bizi tekfir edeni biz de tekfir ederiz" türünden ifadelere rastlanır olmuştur. Bu elbette sebepsiz değildir. Bu durum hakkında iyi düşünmek gerekir.

Dr. Ebubekir Sifil

Ümmet ve Vahdet Bilinci

Tüm İslam Ümmeti ile birlikte hepimiz duruşumuz, tavır ve yaklaşımlarımız noktasında kritik bir sınavın eşiğinde bulunmaktayız. Bir taraftan sevinç ile hüznü, diğer taraftan da ümit ile kaygıyı aynı anda iç içe yaşamakta iken, tarihten beri sürgelen tecrübeler ışığında kendimize sahih bir zemin ve istikamet tesbit etme sorumluluğuyla karşı karşıyayız.
İslami kimliğimizin değişmez altyapısın oluşturan ümmet ve vahdet bilinci bir taraftan emperyalist saldırganlık, ideolojik ve psikolojik savaş yöntemleriyle örselenirken, diğer yandan ne yazık ki ümmet içi bir takım akım, eğilim ve saplantılar sebebiyle ciddi anlamda yaralanmakta ve yıpratılmaktadır.
İslam Ümmetinin düşmanları karşısında uğradığı ve uğrayacağı asıl kayıp, maddi ve zahiri anlamda bir takım imkan ve nimetlerden mahrum bırakılma değil, içsel anlamda algı ve perspektiflerimizde oluşan ve oluşturulan kırılmalar olmaktadır.
Bizler İslam Ümmeti olarak itiraf etmeliyiz ki; nesiller boyu süregeldiği üzere tarihimizden çok ağır ve sorunlu bir mirası tevarüs etme durumundayız. Şu veya bu şekilde bize intikal eden miras, sonuçta bizlerin idam fermanı gibi boynumuzda asılı durmakta, içine düşebileceğimiz bir gaflet ya da düşmanlarımızın kuracağı bir tuzak ile bu fermanın infazıyla karşı karşıya kalma riskini taşımaktayız.
Günümüzde bu tehlikenin en önemli veçhesini müslümanlar arası mezhep kavgaları oluşturmaktadır. Bu tür kavgalar tarihimizde çokça yaşanmış ve ortaya çıkan her bir kavga ümmetimizin birliği ve esenliğine ölümcül darbeler vurmuş, sonuçta müslümanların zelil ve esir düşmesinin yolunu açmıştır.
Ümmet ve vahdet bilinci biz müslümanlar için tevhid akidesinin bir tecellisidir. Tevhid, Allah`ı birleme değildir sadece. Rabbimizin Kur`an`da sizin ümmetiniz tek bir ümmettir; ben de sizin Rabbinizim o halde bana ibadet edin şeklindeki buyruğu gereği, tevhid akidesi ümmeti birleme sorumluluğunu da beraberinde getirir doğal olarak. Allah`ı birleyip de kavmi, mezhebi, içtihadi, kelami cihetlerden ümmeti çoklayanlar, sonuçta sahih bir tevhid anlayışı üzere olamazlar.
Ne gariptir ki; geçmiştete de örneği görüldüğü üzere, ümmetin çoklanması, diğer bir ifadeyle ayrıştırılıp birbirine zıt kesimler haline dönüştürülmesi ne yazık ki yine tevhid inancı adına olabilmekte, tevhid birleştiriciliğin değil, ayrıştırıclığın illeti kılınmaktadır.
Doğal süreçler içinde İslam Ümmeti arasında değişik mezhepler, fıkhi-itikadi ekoller ortaya çıkmış ve şer`i nasslar ışığında islam toplumlarına bir müslüman kimliği kazandırmaya çalışmıştır. Ancak adı ve ekseni her ne olursa olsun herhangi bir mezhebin ve eğilimin, ya da bunlara nisbet kişi ve kesimlerin kendisine mezhebi/içtihadi bir gerekçe göstererek, müslümanların ayrışmasına, kamplaşmasına, aralarında husumet ve adavetin oluşmasına sebep olması hiç bir zaman meşru gösterilemez ve kabul edilemez.
Gününüzde Ehl-i Sünnet ve Şia olarak genelde iki ana kola ayrılan İslam mezhepleri arasında meydana getirilmek istenen ayrılık sadece azılı düşmanlarımızın şeytani komplolarının bir sonucu değil, tarihimizden günümüze sarkan sorunlu din mirasının bir neticesidir aynı zamanda. İster Ehl-i Sünnet adına olsun, ister Şia adına olsun müslümanlar arasına öylesine ayrıştırıcı faktörler ortaya konulmuştur ki, bu faktörler Ümmet binasını dinamitleyen tahrib bombaları olarak varlığını sürekli korumuştur.
Kimden kaynaklanırsa kaynaklasın sünnisi ile şiisi ile müslümanların arasındaki sevgi, beraberlik, kardeşlik duygularını örseleyen, onların aralarındaki bağı gevşeten, ümmetin birliğini, bütünlüğünü ve zindeliğini zedeleyen her faktör başlı başına bir ifsaddır ve buna sebep olanlar Allah katında büyük bir vebal altına girmişlerdir.
Ehl-i Sünnet kimliğini taşıyan müslümanlar kendilerini Hz. peygamber ve ashabının izinde gitmekle tanımlamaktadırlar. Ehl-i Sünnet müslümanların kendi aralarındaki çeşitli farklılıkları bir kenara bırakacak olursak, her bir sünni müslüman kendisini bu minval üzere tanımlar öncelikle.
Bizler tarih ve siyer kitaplarından nasıl bir ashab profili öğrenmekteyiz? Nasıl bir ashab modeli sözkonusudur ki; onların izinden gidiyor olmak, müslümanların birbiriyle zıtlaşmasına, birbirinden ayrışmasına ve hatta birbirlerine düşman olmasına referans olabilsin? Eğer bir ashab modeli müslümanların bölünüp parçalanmasının illeti olacaksa, o zaman, ashabın izinden gitmek cemaat olmayı nasıl beraberinde getirsin?
Ehl-i Sünnet olmak, ümmet olmanın gereğidir; ümmetin bir kısmını bir tarafta diğer kısmını diğer tarafta tutup aralarında mesafe koymakla ehl-i sünnet olunamaz. Bu olsa olsa ehl-i tefrika olur. Ümmet bilinci taşıyan hiç bir Ehl-i Sünnet müslüman, islam ümmetini mezhebi ayrışmaların içine itmez, bilakis onun asli misyonu cemaatleşmektir; bu da ümmetin birliğidir temelde.
Ehl-i Sünnet imamları, -Allah hepsine rahmet etsin- ümmet arasında birlik ve zindelik zaafa uğramasın diye alabildiğince hassasiyet göstermişken onları izleme iddiasında olanlar bu hassasiyeti gözardı edebilirler mi? Mezhep imamlarının fetvalarını, siyasi tavırlarını bir kez daha okuyalım; orada ümmet arasında fesad çıkmasın, müslümanlar birbirine düşmesin diye nasıl bir gayret gösterildiğini açıklıkla göreceğiz.
Diğer yandan Peygamberinizin Ehl-i Beytini izlemekle islami kimliklerini oluşturmak isteyen şii müslümanlardan, islam ümmeti içerisinde ayrışma ve parçalanmaya sebebiyet verenler kendilerini ne hakla imamet misyonuna bağlılıkla tanımlayabilirler? Ehl-i beyte bağlılık ile ümmetin ayrılığı iki zıt kutbu ifade etmiştir her zaman. İmamet asli fonsiyon itibariyle, ümmetin birliğinin teminatı olmuşken, imamet adına hareket edenler bu birliği nasıl parçalayibilrler?
Ehl-i Beyt imamları ümmetin birliği ve esenliği adına her türlü fedakarlığı göze almışken, nice zulüm ve haksızlıkları vahdet adına sinesine çekmişken, şimdi onlar adına hareket edip de bu vahdeti zedeleyecek söz ve tavırlar içine girmek, aynı zamanda Ehl-i Beyt imamlarının asli misyonunu ezip geçmek değil midir?
Şu gerçeği altını çizerek itiraf vurgulamalıyız ki, emperyalist ve siyonist saldırganlığın alabildiğince azgınlaştığı, müslümanların hak ve onurlarının pervasızca ayaklar altına alındığı, namus ve ırzlarının bile kirletildiği bir dönemde, her kim olursa olsun sözleri ve tavırlarıyla müslümanlar arasında irili ya da ufaklı ayrışmaya ve zıtlaşmaya sebebiyet veriyorsa, tek olan İslam Ümmetinin kamplaşmasına yol açıp onların birbirlerine düşman hale gelmesine neden oluyorsa, ister şii olsun ister sünni, onlar Amerika`nın ve İsrail`in değirmenine su taşımaktadırlar.
Bizler İslam Ümmeti olarak Amerika ve İsrail`i iç dünyamızda öldürelim öncelikle. Bunun yolu da, ümmet ve vahdet bilincini ihya etmekten geçer; tahrib etmekten değil. Ehl-i Sünnet`in de Şia`nn da yolu kardeşlikten geçer; dövüşmekten, didişmekten ve sövüşmekten değil. Hiç kimse kendini nisbet ettiği mezhebin ve imamların yolunu çiğnemesin; sözüm ona, onlar adına müslümanları ifsada sürüklemesin.
Bugünlerde Amerikan emperyalizmi şeytani oklarını İslami İran`ın üzerine doğrultmuş hazırlık yapıyor. Pentagon`un savaş planlayıcıları, İran`a karşı nüklüer silah kullanma seçeneğini bile masalarının üzerine koymuş durumda. İsrail ise siyonist azgınlığının ivmesini yükseltmiş sürekli Filistinli katletmekte. Ama bizler hala müslümanlar arasında ihtilaf sebebi olan konuların tartışmasında boğulup gidebiliyoruz? Amerika`nın bomba atmasına, İsrail`in kurşun sıkmasına ne gerek var; zaten bizler birbirimizi bombalamaktan ve birbirimizi vurmaktan geri durmuyoruz.
Eğer bizler bu gafleti üzerimizden atıp mezhebi ihtilaflar ve farklılıklar üzerinden siyaset yapma ve söylem geliştirme aymazlığından kendimizi kurtaramazsak, yarın Allah`ın huzurunda ümmetin onurunu ve zindeliğini Amerika ve İsrail`e peşkeş çeken mücrimler olarak çıkmaktan da kendimi koruyamayacağız. Tercihimiz kendi elimizde; ya ümmet ve vahdet bilincini güçlendirip müslümanlar arasında kardeşlik ve birlik rüzgarları estireceğiz, ya da ümmetimizi ve mukaddesatımızı düşmanlarımızın önünde yem edeceğiz.


Nureddin ŞİRİN

0 yorum:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...