Pages - Menu

29 Eylül 2015 Salı

Bu da Geçer Ya Hu



Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye ulaşır. Karşısına çıkanlara, kendisine yardım edecek, yemek ve yatak verecek biri olup olmadığını sorar.

Köylüler, kendilerinin de fakir olduklarını, evlerinin küçük olduğunu söyler ve Şakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmesini salık verirler. Derviş yola koyulur, birkaç köylüye daha rastlar. Onların anlattıklarından, Şakir'in bölgenin en zengin kişilerinden birisi olduğunu anlar.

Bölgedeki ikinci zengin ise Haddad adında bir başka çiftlik sahibidir. Derviş, Şakir'in çiftliğine varır. Çok iyi karşılanır, iyi misafir edilir, yer içer, dinlenir. Şakir de, ailesi de hem misafirperver hem de gönlü geniş insanlardır... Yola koyulma zamanı gelip Derviş, Şakir'e teşekkür ederken, "Böyle zengin olduğun için hep şükret." der. Şakir ise şöyle cevap verir: "Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünen, gerçeğin kendisi değildir. Bu da geçer..."

Derviş, Şakir'in çiftliğinden ayrıldıktan sonra bu söz üzerine uzun uzun düşünür. Birkaç yıl sonra, Derviş'in yolu yine aynı bölgeye düşer. Şakir'i hatırlar, bir uğramaya karar verir. Yolda rastladığı köylülerle sohbet ederken Şakir'den söz eder. "Haa o Şakir mi?" der köylüler, "O iyice fakirledi, şimdi Haddad'ın yanında çalışıyor." Derviş hemen Haddad'ın çiftliğine gider, Şakir'i bulur. Eski dostu yaşlanmıştır, üzerinde eski püskü giysiler vardır. Üç yıl önceki bir sel felâketinde bütün sığırları telef olmuş, evi yıkılmıştır. Toprakları da işlenemez hale geldiği için tek çare olarak, selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Haddad'ın yanında çalışmak kalmıştır. Şakir ve ailesi üç yıldır Haddad'ın hizmetkârıdır. Şakir, bu kez Derviş'i son derece mütevazı olan evinde misafir eder. Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır... Derviş, vedalaşırken Şakir'e olup bitenlerden ötürü ne kadar üzgün olduğunu söyler ve Şakir'den şu cevabı alır: "Üzülme... Unutma, bu da geçer..."

Derviş gezmeye devam eder ve yedi yıl sonra yolu yine o bölgeye düşer. Şaşkınlık içinde olan biteni öğrenir. Haddad birkaç yıl önce ölmüş, ailesi olmadığı için de bütün varını yoğunu en sadık hizmetkârı ve eski dostu Şakir'e bırakmıştır. Şakir, Haddad'ın konağında oturmaktadır, kocaman arazileri ve binlerce sığırı ile yine yörenin en zengin insanıdır. Derviş eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar sevindiğini söyler ve yine aynı cevabı alır: "Bu da geçer..."

Bir zaman sonra Derviş yine Şakir'i arar. Ona bir tepeyi işaret ederler. Tepede Şakir'in mezarı vardır ve taşında şu yazılıdır: "Bu da geçer." Derviş, "Ölümün nesi geçecek?" diye düşünür ve gider. Ertesi yıl Şakir'in mezarını ziyaret etmek için geri döner; ama ortada ne tepe vardır ne de mezar. Büyük bir sel gelmiş, tepeyi önüne katmış, Şakir'den geriye bir iz dahi kalmamıştır...

O aralar ülkenin sultanı, kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister. Öyle bir yüzük ki, mutsuz olduğunda umudunu tazelesin, mutlu olduğunda ise kendisini mutluluğun tembelliğine kaptırmaması gerektiğini hatırlatsın... Hiç kimse sultanı tatmin edecek böyle bir yüzüğü yapamaz. Sultanın adamları da bilge Derviş'i bulup yardım isterler. Derviş, sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazıp verir. Kısa bir süre sonra yüzük sultana sunulur. Sultan önce bir şey anlamaz; çünkü son derece sade bir yüzüktür bu. Sonra üzerindeki yazıya gözü takılır, biraz düşünür ve yüzüne büyük bir mutluluk ışığı yayılır: "Bu da geçer" yazmaktadır.

Bu da geçer Ya Hû

'Bu da geçer Ya Hû' sözünün aslı bundan bin küsur sene önceye, Bizans dönemine uzanır. Bizanslılar, fena bir işe uğradıkları zaman 'Bu da geçer' mânâsına gelen 'k'afto ta perasi' demektedirler. İbare, Selçuklular zamanında İran taraflarına geçer; ama Farsçalaşıp 'in niz beguzered' olur; Osmanlılar devrinde Türkçe söylenip 'bu da geçer' yapılır. Derken, tekkelerde ve dergâhlarda da benimsenir ve sonuna 'Ya Allah' mânâsına gelen bir 'Ya Hû' ilave edilip 'Bu da geçer Ya Hû' haline gelir

İlginç Bir Soru


İmam-ı Azam´ın da bulunduğu bir mecliste birisi şöyle bir soru sordu :
- "Bir adam ki, cenneti istemez, cehennemden korkmaz, ölü eti yer, rükûsuz secdesiz namaz kılar, görmediğine şahitlik eder, fitneyi sever, hakkı istemez, bu adam kafir midir, mümin mi?"
Mecliste bulunanlar ağız birliği etmişçesine ;
- "Bunlar kafirin sıfatlarıdır, böyle bir adam kafirin ta kendisidir." dediler.
İmam-ı Azam susuyordu : "Ya imam sen ne dersin?" dediler.
İmam-ı Azam, "Bunlar müminin sıfatıdır, böyle biri müminin ta kendisidir" dedi.
Itiraz ettiler: "Ya imam nasıl olur, mümin cenneti istemez mi, cehennemden korkmaz mı?.." diye.
İmam tek tek açıkladı :
"Gerçek (bilinçli) mümin cenneti istemez, sahibini (Allah´ı) ister,
cehennemden korkmaz, sahibinden korkar,
ölü eti dediğiniz balıktır,
görmediğine şahitlik eder, çünkü Allah´ı görmez ama kesin inanır,
rükusuz secdesiz kıldığı namaz cenaze namazıdır,
fitneyi sever, çünkü fitneden maksat mal ve evladdır, (Kur´an´da mal ve evladın müminler için fitne -imtihan- olduğu belirtilmiştir);
hakkı istemez, çünkü haktan kasıt ölümdür, mümin de olsa ölümü temenni etmez."

Sana sükürler olsun Allah'ım



Yasli kadin oldukça dini bütün bir insanmis.. Her sabah kapisinin

önüne çikar ve bagira bagira dua edermis:

"Allah'ım bize verdiklerin için sana sükürler olsun!"

Ve ardindan her seferinde de yan komsusunun sesi duyulurmus:

"Allah yok kadiiin Allah yok!!!" (HAŞA)

Yasli teyze ne kadar sinirlense de yine her sabah dua edermis,

öteki komsu da inadindan her seferinde ona öyle bagirirmis..

Neyse.. Bir aksam, komsusu yasli teyzeye bir oyun etmeye kalkmis..

Markete gidip bi sürü meyve sebze, ekmek vs. alip torbalara

doldurmus, yasli teyzenin kapisinin önüne birakmis...

Ertesi sabah teyze kapiyi açip da yiyecekleri görünce çok sasirmis

ve sevinçle bagirmis:

"Sana sükürler olsun Allah'ım, bu gönderdigin yiyecekler için sana

sükürler olsun!!!"

Ve agacin arkasindan onu seyreden komsusu seslenmis:

"Allah yok kadiiin Allah yok!!! (HAŞA) O yiyecekleri ben aldiiiiiim!!!"

Yasli teyze hiç istifini bozmamis:

"Yüce Allah'ım sana ne kadar sükretsem azdır!!!! Hem bu yiyecekleri

göndermissin, hem de parasini ŞEYTANA ödetmissin!!!"

"Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. Allah(c.c)'ın rızası dairesinde hareket ediniz."

Size şu iki sözü satmak istiyorum, alır mısınız?



   Büyük erenlerden Hasan Basrî, bir gün arkadaşlarıyla birlikte yolda giderken memleketinin tanınmış devlet büyüklerinden birinin oğlu ile karşılaşır. Devlet büyüğünün oğlu yağız atının üzerine kurulmuş, beraberinde de hizmetçileri, bütün sükse ve ihtişamıyla yoluna devam etmektedir.

  Hasan Basrî yolun ortasında durarak hoş beşten sonra devlet büyüğünün oğluna şöyle seslenir:

  "Ey devlet büyüğünün oğlu! Sizler her şeyi mal ve para ile değerlendirirsiniz. Size şu iki sözü satmak istiyorum, alır mısınız? çünkü bu sözleri size benden başka kimse söylemeye cesaret edemeyecektir. Sonra bu sözler sizi aydınlık Allah yoluna sokacaktır."

 Devlet büyüğünün oğlu, "Peki kaça satacaksınız?" deyince

  Hasan Basrî, "Birincisini bir, ikincisini de iki gümüş para karşılığında veririm." diye karşılık verdi.

"Evet, alırım" deyince de

  ilk sözünü söylemeye koyulur ve şöyle der: "Ey devlet büyüğünün oğlu!.. Senin evin var mı?" diye sorar. "Var" cevabını alınca da, "Kendin mi yaptırdın, yoksa miras mı kaldı?" diye sorar.

Devlet büyüğünün oğlu, "kendim yaptırdım" diye cevap verir.

"Ne kadar zaman içinde yaptırdın?" sorusuna ise, "Epey uzun sürdü" karşılığını verir.

"Neden her imkâna sahip olduğun halde çabuk bitirmedin?" deyince de,

"Binanın taşlarını, ağaçlarını taşıyan hayvanlara acıdığım için fazla yük vurdurtmadım. işte o yüzden de binayı kısa zamanda inşa etmek mümkün olmadı." der.

   Ardından sözü alan Hasan Basrî şöyle konuşur: "Ey devlet büyüğünün oğlu!.. Mademki başkalarının hayvanlarına acıyarak fazla yük taşıtmaya razı olmuyorsun, neden öz nefsine acımayıp da onu dağlar kadar günah yığını altında eziyorsun?"

Bu sözler devlet büyüğünün oğlu üzerinde büyük tesir yapar. Atından inerek Allah dostu Hasan Basri'nin ellerine kapanır. Ardından da sabırsızlıkla "iki gümüşü hemen vereceğim, şu ikinci sözünü de hemen söyle" diye yalvarır.

Daha sonra Hasan Basrî ikinci sözünü söylemeye koyularak şöyle der:

"Yola koyulmuş böyle nereye gidiyorsunuz?" diye sorar.

"Devlet reisine, bir memurluk almak için gidiyorum" cevabını alınca,

  "Bak en değerli elbiseni giymiş, en enfes kokuları sürünmüşsün. Neden? çünkü devlet reisi ve maiyetinde çalışanlara karşı mahcup olmak istemiyorsun. Hâlbuki onlar da senin, benim gibi birer insan değil mi? şimdi sana sormak isterim. Yarın ölüp öbür dünyayı boyladığında omurlarında taşıdığın bu kadar ağır günahlarınla ve kirli alınla peygamberler ve gerçek mü'minler arasında Allah'a karşı hesap verirken utanmayacak mısın?"

   Bu sözlerin de son derece derin etkisi altında kalan devlet büyüğünün oğlu atını hizmetçisine verdiği gibi hemen Hasan Basrî'nin ellerine sarılarak artık bütün dünyalık nimetleri teper ve ölünceye kadar bu büyük zatın safında Allah'a ibadet etmeye karar verir...